Paylaş
Benim gibi bir insan yaklaşık 40 yıllık gazeteci, yaklaşık 30 yıllık köşe yazarı ise, yani bu süre içinde 10 bine yakın köşe yazısı yazmışsa, her yazdığının doğru olması, her tahminin doğru çıkması imkânsızdır.
Dolayısıyla, bu alanda ben de bir “istisna” değilim. “Hatalarım”ın, “doğrulanmayan tahminlerim”in farkındayım.
Ahmet Davutoğlu ve dış politika konusunda da çok yazı yazdım. Kimisi doğru, kimisi yanlış çıktı. Gördüğüm kadarıyla, bu yazılar arasından iki tanesi sosyal medyada öne çıkartılıyor
Biri 6 Mayıs 2009 tarihli. “Ahmet Davutoğlu ile yeni dış politika” başlıklı yazı, hem “yeni bakan”a ve hem de izlemesi beklenilen dış politikaya ilişkin olumlu beklentiler içeriyor.
Öyle görüyordum. Aramızda birçok kesişme noktası bulunduğu kanısındaydım. Nitekim, öne çıkartılan 4 Mayıs 2010 tarihli “Oxford’da cumhuriyet tarihimizin en iyisi” başlıklı diğer yazıda şu satırlara bile yer vermişim:
“Ahmet Davutoğlu’nu epey bir zamandır tanıyor ve izliyorum. Son bir yıl içinde biri uzun bir yurtdışı seyahati, birkaç kez birlikte olduk. Gözlemlerim ve bildiklerime ek olarak… kanaatimi, Dışişleri Bakanı oluşunun ‘birinci yıldönümü’ vesilesiyle açıkça ifade edeyim: Cumhuriyet tarihimizin toplamının en çarpıcı Dışişleri Bakanı!”
Bugün de bu görüşümde bir değişiklik yok. Davutoğlu, her şeye rağmen, Cumhuriyet tarihimizin en çarpıcı dışişleri bakanı olmuştur. Dahası, Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığını, başarılı da (başarılı olmak ile çarpıcı olmak eş anlamlı değildir) buluyordum. Bu bakışım, 2010’dan bir süre daha devam etti, sonra değişti.
Ne ile değişti?
Suriye. Suriye politikasında da uzun süre destekledim. Ancak, Suriye’de giderek “mezhepçi” bir politikaya sürüklenildiği, Suriye’deki Kürtlere ilişkin çok yanlış bir tavır alındığına ilişkin kanaatim güçlendikçe ve Suriye politikasında akıl almaz “fiyaskolar”ın yaşandığına tanık olduğumda, aramızdaki makas açıldı.
Suriye ile birlikte Türkiye’nin Ortadoğu politikası ve genel olarak dış politikası iflâsa doğru yol aldı. 2013 yazında Mısır ile gelinen nokta, aslında, “iflâs”ın “tescili”nden başka bir şey değildi.
Suriye’ye ilişkin gelişmelerin ortaya döktüğü yanlışlıkları (buna en azında bir dönem IŞİD’e destek olmak da dahil) görüp, Türkiye’nin Ortadoğu politikasını desteklemeye devam edebilir misiniz? Etmeli misiniz?
Türkiye’nin bugünkü “Ortadoğu fotoğrafı”nı, ancak, “Yeni Türkiye, Erdoğan ve Davutoğlu üzerinden Selçuklu-Osmanlı birikiminin Cumhuriyet’e aktarılmasıdır” gibi hiçbir gerçekliğe tekabül etmeyen süslü cümlelerle savunmaya kalkabilirsiniz. Bu sözde “tez”e karşı çıkanı da “Buna karşı çıkmak, dışarı ile işbirliği halinde bir ihanettir” diye bastırmaya kalkışırsınız. (Bu konuya dünkü yazımda değinmiştim.)
Zaten “yeni başbakan” Davutoğlu’nun temel sorunu da, tıpkı her şart altında ve her dönemde onun avukatlığına soyunanlar gibi, “gerçeklik” ile bağlantısını kopartmış olması ve bir dışişleri bakanı için en olmayacak yaklaşımı yani “ideolojik yaklaşımı” benimsemiş olmasıydı.
Tayyip Erdoğan’ın (ve İslamcıların ezici çoğunluğunun) tam aksine tartışılmaz bir “entelektüel donanım”a sahip olan Ahmet Davutoğlu’nun dış politikada kendisini yanlışlara sürükleyen “ideolojik yapısı” ve “fikir dünyası” ile ilgili mükemmel bir çalışma var. Marmara Üniversitesi’nden Dr. Behlül Özkan (Davutoğlu’nun eski bir öğrencisi) İngiltere’nin itibarlı düşünce kuruluşu International Institute for Strategic Studies’in (IISS) yayın organı Survival’ın son sayısında “Turkey, Davutoğlu, Pan-Islamism” başlıklı, yaklaşık 20 sayfa uzunluğundaki makalesinde, Davutoğlu’nun “Neo-Osmanlıcı” değil, “Pan-İslamist” olduğunu vurguluyor.
Söz konusu makale için, Davutoğlu’nun 300 makalesini ve başta “Stratejik Derinlik” tüm kitaplarını okuyarak bilimsel bir çalışma yapmış olan Dr. Behlül Özkan ile Amberin Zaman’ın son derece ilginç bir söyleşisi dünkü Taraf’ta tam bir sayfa olarak yayımlandı.
Özkan’ın Survival makalesinin orijinalini bir süre önce okumuştum. Okuduğum vakit, Davutoğlu ile nerede “kesişmiş” olduğumun ve nerede, neden “ayrıldığımın” köklerini de farketmiştim. Davutoğlu, 23 Nisan 1999’da Yeni Şafak’ta yayımlanan “Yakın Tarihimizin Ana Akımlari ve Seçim Sonuçları” başlıklı yazısında Turgut Özal’ın politikasına sert eleştiriler yöneltmiş. Özal’ı “teorik olarak yetersiz, yapay ve medyatik” olarak nitelemiş.
Daha önemlisi, Davutoğlu’nun Turgut Özal’ı esas olarak “Batıcı” bulup bir “Tanzimat paşası” gibi görmesi. Bu bölümde Behlül Özkan şöyle yazmış:
“Türk siyaseti üzerindeki etkisi 1993’teki ölümüne kadar süren Özal, neo-Osmancılık idealini Avrupa Birliği ile modernleşme üzerinden birleşmeyi ve etnik aidiyetin ötesine giden ulus-ötesi bir kimliği kabul etmeyi sağlayacak bir araç olarak benimsemişti. Bu arzusu 1987’de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusunda, Kafkasya ve Balkanlar’da (Türkiye’nin) nüfuzunu yayma çabalarında, Kürt sorunun reformlarla çözme girişimlerinde ve Birinci Körfez Savaşı ile Bağdat’ın gücünün zayıflaması sayesinde kuzey Irak’ı Ankara’nın denetimi altına alma rüyasında yansıdı. Buna karşılık, Davutoğlu, İslamcılığa, Osmanlı İmparatorluğu’nun tek geçerli mirası olarak değer veriyor ve Özal’ı ‘Osmanlı Devleti’nin iç bütünlüğünü güçlü Batılı ülkelerle dostluk yoluyla korumayı çalışan Tanzimat paşalarına benzetiyor.”
Dr. Özkan’a göre “Pan-İslamist” Davutoğlu, “neo-Osmanlı” Turgut Özal’ı öyle görüyor. “Eski öğrencisi” de, buna karşılık, “Hoca’sı” için “En büyük yanlışı ihtiraslarıyla Türkiye’nin bunları gerçekleştirebilme yeteneği arasında büyük uçurumun ortaya çıkartması oldu… Türkiye, insan hakları ya da bireysel özgürlükleri savunmak yerine ideolojik nedenlerle yayılmacı bir dış politika izledi” hükmünü veriyor.
Ve, bir de şu hükmü ekliyor:
“Davutoğlu’nun bir siyasi karar verici olarak hatalarının daha da kaygı verici yanı, kendisini eleştirenleri meşru görmemesi. Hem o, hem de yandaşları hatasız olduğuna inanıyorlar ki, bırakın bir siyaset adamını, bu, bir akademisyen için de tehlikeli bir kanaattir.”
Kendi payıma, bazı siyasi pozisyonlarını paylaştığım dönemlerde, Davutoğlu’nun “hatasız” olduğunu bir an bile aklıma getirmedim. Ancak, Dışişleri Bakanlığı koltuğunda iken “Realpolitik” tarafından eğitileceğini düşündüğümden, onun “ideolojik yanı”nı gereğince önemsememiş olmaktan ve tam da o yanının ve ayrıca gerçeklerle ilişkisiz “hayalperest” politika anlayışının, kendisini bugünkü feci dış politika hatalarına sürükleyeceğini de tahmin edememiş olmaktan hatalıyım.
“Hata” ise bir “hata itirafı” daha: Bir ülkenin diplomatları ve aileleri, göz göre göre, ülkenin burnunun dibinde “rehin” düşüyorlar ve kendileriyle birlikte ülkenin dış politikasını da “rehin” düşürüyorlarsa, bunun mutlaka bir “siyasi sorumlusu” olur. O da Dışişleri Bakanı sıfatını taşıyan kimse odur.
Türkiye diplomasi tarihinin en büyük skandalından iki ay sonra, bunun bir numaralı “siyasi sorumlusu”nun terfi ederek Başbakan olacağını tahmin edemedim.
Ama Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı oluyorsa, “yanlışlar”ın “terfi” için “ödül” sayılabileceğini düşünmeliydim.
Hata üzerine hata…
Paylaş