Paylaş
“(Obama) Özellikle şerefli bir dış politika yürütmüyor, ama tümüyle bencil ABD perspektifinden bakıldığında, benim düşündüğümden daha etkili olabilir.”
Stephen Walt, Harvard Üniversitesi’nin itibarlı Kennedy School of Government’ının dekanı ve ayrıca Uluslararası İlişkiler dalında kürsü sahibi olan çok tanınmış bir akademisyen (profesör). Dünya çapındaki şöhreti, Chicago Üniversitesi profesörü, meslektaşı John Mearsheimer ile 2007’de ortaklaşa kaleme aldıkları “Israel Lobby and U.S. Foreign Policy” (İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası) adlı kitaptan geliyor.
Walt ve Mearsheimer, ABD dış politikası üzerindeki İsrail lobi etkisini, eleştirel bir dille, önce makaleleştirerek, ardından kitaplaştırarak, hem Amerika’da bir “tabu”yu yıkmışlar, hem de dünya çapında ün sahibi olmuşlardı.
Obama’nın dış politikasını yerden yere vurmak, ABD’de özellikle sağcı Cumhuriyetçi çevrelerde pek geçerli. Stephen Walt onlardan biri değil. Ama, uluslararası ilişkiler ve dış politika alanında “neo-realist” akımın önde gelen bir temsilcisi olarak, Obama’yı ağır eleştirilerinden sakınmamıştı.
Oysa, FP yazısında, Obama’nın dış politikasını “reelpolitik ölçüler” içinde analiz ediyor ve “doğru” bir politika izlediği hükmüne varıyor.
Obama dış politikasına ilişkin uzun zamandır sahip olduğu değerlendirmenin büyük ölçüde “doğrulanmış” olduğunu, Stephen Walt’ın kaleminden okumaktan, itiraf edeyim, memnun oldum.
Walt, kendi kalibresindeki bir düşünce adamından beklenebilecek “entelektüel dürüstlük” ile kendi kendisine şu soruları sorduğunu açıklıyor:
“Obama, benim düşündüğümden daha kurnaz ve daha acımasız olabilir mi? Bu mümkün mü? Birçok dış politika kararından hayal kırıklığına uğramıştım ama onu azımsamış olabilir miyim? Kararsız ya da şahin danışmanlar tarafından etkilenmek bir yana, benden daha da realist biri olabilir mi?”
Cevabın “erken ipucu”nun aslında 2008 seçim kampanyasında gelmiş olduğunu belirtiyor. Obama’ya en sevdiği film sorulduğunda, “Godfather” karşılığını vermiş. İkinci en sevdiği? Cevap: “Godfather II”.
Stephen Walt, Obama’nın Hillary Clinton’u Dışişleri Bakanı atayarak “Baba”nın tavsiyesine uymuş olduğuna işaret ediyor. (“Dostlarını yakınınızda tutun, ama düşmanlarınızı daha da yakınınızda”)
Buradan yola çıkarak, “Başkanlık stili”nin birçok yönüyle Marlon Brando’nun Don Corleone’sine ve Al Pacino’nun Michael Corleone’sine benzediğini öne sürüyor. Onlar, “tehdit savurmazlar, asla kabadayılık taslamazlar, seslerini pek nadir yükseltirlerdi. Ama zamanı gelince, hasımlarını vicdansız bir kayıtsızlıkla gönderir ve bu işler olup biterken kimin ne zarar göreceğini pek umursamazlardı. “Kişisel bir mesele olarak değil, tamamıyla işin gereği” olarak görürlerdi.”
İlk bakışta, bu türden bir dış politika yaklaşımı Ukrayna, Suriye, Irak Afganistan, Gazze ve Doğu Asya’da ortaya konmuyor gibi görünebilir. Obama, Amerikan yorumcularının ve siyaset adamlarının birçoğunun bu konulardaki ağır eleştirilerinin hedefinde. Walt, bu eleştiri sahipleri için şu canalıcı tespiti yapıyor:
“Bu eleştirmenlerin, kaçırdığı nokta, bütün bu çatışma alanlarında daha fazlasını yapmanın Amerikalıları daha güvenli ve daha müreffeh kılacağına dair ikna edici bir açıklama sunamıyor olmaları.”
Ve, ekliyor: “Aslında, ABD o kadar güçlü ve güvenli ki, bütün bu durumlar farklı gelişse bile, ABD’nin öyle olmasından elde edeceği kazanç görece olarak pek az. Dahası, tekrar kaygan kumlara dalmak, o durumları daha da kötüleştirebilir. Eurasia Group’tan Ian Bremmer’in 12 Ağustos’taki tweetinde söylediği gibi, ‘Eğer ABD Suriye isyancılara daha çok silah vermiş olsa, bunun en muhtemel sonucu daha güçlü bir IŞİD olurdu.’”
Bir başka önemli tespit, Obama’nın dış politika yaklaşımının Amerika’nın çeşitli karşıtlarıni (ve kendisiyle işbirliğinde zayıf davranan müttefiklerini) sıkıntıya soktuğu ama ABD’nin kendisi için bunun “çok düşük bir maliyeti” olduğu.
Bu politikanın en kötü sonuçlarından biri, “masum üçüncü taraflar”ın yani “çatışma bölgesi halkları”nın “ağır yük” altına giriyor olmaları. Ancak, bu, Stephen Walt açısından, Obama’nın yaklaşımının ne kadar “soğuk kalpli realpolitik”e dayandığının göstergesi.
Buradan, Obama’nın İslam Devleti’ne (IŞİD) yönelik politikasının isabetine ilişkin şu çarpıcı “değerlendirme”ye ulaşıyoruz:
“Obama, yeni ‘hilafet’leri büyük ölçüde boş bir alana yayılmış olan, bu hafif silahlarla donanmış kanlı zihniyet sahibi radikallerin ortaya çıkmasından paniğe kapılmadı. Bu grubun gaddar olduğunu gördü ve son ilerlemelerinin durdurulması gerektiğini düşündü, ama aynı zamanda, (IŞİD’in) Sovyet imparatorluğunun, Nazi Almanya’sının veya hatta Baas Irak’ının reenkarnasyonu olmadığını da biliyordu. Özellikle, Obama, ABD’nin kendisine tehdidin ne büyük ve ne de acil olmadığını anladı ve soruna sürekli bir sorunun yerel aktörlerin devreye girmesini gerektirdiğini anladı… Kaygan kumların içine dalmak yerine, Kürtlere ve Irak hükümetine, sorunla kendilerinin baş edebilmeleri fırsatını sağlayacak yeterli desteği verdi …”
ABD’nin İD’e karşı “ölçülü” de olsa harekete geçmesi, “yerel aktörler”in de “sahada” seferber olmalarına yol açtı. Bu “yerel aktörler” arasında Türkiye pek yok.
Eski Bağdat Büyükelçisi ve Irak Özel Temsilcisi Murat Özçelik, Hürriyet’te Cansu Çamlıbel’e şöyle bir açıklamada bulundu:
“Türkiye 2005’ten 2010’a kadar bölgesinde her türlü inisiyatifi alıp, arkasına Batı’yı da toplayabilen, İslam ülkelerini de toplayabilen gerçekten ciddi bir aktördü... Halbuki bugün...Bağdat’ta hükümet kuruluyor. Kimse ‘gel şurada pozitif katkına ihtiyacımız var’ demiyor.”
Murat Özçelik’in sözlerine gönderme yapan Soli Özel, Habertürk’teki yazısında, Türkiye’nin bölgede etkisini kaybetmesini ve gelinen noktayı şu satırlarla açıklıyor:
“Suriye’deki isyanın başlamasından sonra iyiden iyiye belirginleşen ideolojik tercihlerin payı yüksekti. Buna Türkiye’nin gücü ve bölge dengeleri hakkında temennileri analiz yerine koymanın getirdiği hatalar zincirini de ekleyebilirsiniz.
Bu hatalardan en önemlisi, Türkiye’nin dünyadaki imajını en kötü etkileyeni ise ülkenin Suriye iç savaşında mezhepçi bir tutum takındığı algısı ve bugünün İslam Devleti de dahil en radikal gruplara en azından büyük kolaylıklar gösterdiği yönünde bir kabulle muhatap olmasıydı. Musul’daki konsolosluğun basılıp içindeki küçücük bebek dahil 49 kişinin ‘alıkonulması’ hem bu politikanın çoktan anlaşılması gereken yanlışlığını bir kez daha sergilemiş, hem de bu olgu Türkiye’yi daha sonraki gelişmelerde stratejik bir zaafa mahkûm etmişti.”
Obama dış politikası ile Türkiye’ninki dünyanın en önemli “kriz alanlarından biri”nde ters yönde. Biri, kendi ülkesi açısından ne kadar “isabetli” ise, diğeri o kadar “yanlış”.
İşin en ilginç yanı, bu “muazzam yanlışlık”ın iki sorumlusundan biri, ay sonunda Türkiye’nin cumhurbaşkanı olarak göreve başlayacak, diğeri ise başbakan olarak…
Paylaş