Özünde o ünlü “1 Mart Tezkeresi”nden hiçbir farkı yok. O “tezkere”, gerekli oy çoğunluğu elde edemediği için “geçmedi” sayılmıştı. Aradan 11 yıl geçtikten sonra, Irak’a bir de Suriye eklenerek sevkedilen bu seferki “tezkere”nin sürü halinde oy verme alışkanlığı edinmiş AKP oyları sayesinde, geçme ihtimali kuvvetli.
Her iki “tezkere”nin yani 1 Mart 2003’te oylanan Irak’a ilişkin Tezkere ile, 11 yıl aradan sona 2 Ekim 2014’te oylanacak olan “Irak-Suriye Tezkeresi”nin “ortak yönü”, her ikisinin de, “esas hedef”i bir yana bırakıp, Kürt sorunu ile ilişkili olmaları ve her ikisinin de “PKK öncelikli” olmaları.
1 Mart Tezkeresi, Türkiye topraklarını ABD kuvvetlerinin geçişi için kullandırmayı yani ABD’nin Saddam’a karşı “ikinci cephe” açmasını, TSK’nın da Irak topraklarında konuşlandırılması ve Irak toprakları (yani Irak Kürdistan toprakları) içinde, yaklaşık 25 kilometre derinliğinde bir “tampon bölge” oluşturması şartına bağlamıştı.
Bunun nedeni, PKK’nin Irak’taki savaştan yararlanarak palazlanmasını önlemek, Irak Kürtlerinin “özerklik” ya da “bağımsızlık” ihtimallerini caydırmak ve hele hele o dönemde “kırmızı çizgi” olarak ilân edilmiş olan Kerkük üzerinde Kürt taleplerinin gerçekleşmesinin imkânsızlaştırmak idi.
Irak ile temel konu Saddam iktidarının yıkılması idi ama o Türkiye açısından talî, hatta Kürtleri güçlendireceği için “istenmeyen” bir gelişme idi. Ankara’nın derdi genellikle Kürtlerle ve özellikle PKK ile idi.
1 Mart Tezkeresi, Türkiye’den ziyade Irak Kürdistanı’nda kıyamet kopartmış, 1 milyon Kürt, Irak Kürdistan tarihinin en büyük gösterisinde Erbil’de TSK’nın kendi bölgelerinde konuşlanmasına karşı yürümüşlerdi.
Tezkere geçmedi. Bütün bunlar birer birer unutuldu. Dönem öylesine değişti ki, Ankara ile Erbil arasında yakınlık kuruldu. Kerkük’ün Erbil kontrolüne alınmasın Ankara sesini çıkartmaz oldu. Hatta PKK’ya karşı, üstü kapalı biçimde Erbil’den medet umulur hale gelindi.
Ama, Ankara’nın
Diken, dün, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun görünürde IŞİD eleştirisiyle ilgili açıklamalarına ilişkin haberinin başına şu başlığı oturtmuştu:
“Türkiye hariç herkes sorumlu! Davutoğlu IŞİD’in faturasını bu kez HDP ile PYD’ye kesti”
Davutoğlu’nun iktidar yanlısı gazetecilere yaptığı açıklamanın “köşe başları”nı da şöyle sıralamıştı.
“Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) karşı tavır alan PYD kendisi dışındaki Kürt grupları bölgeden çıkardı. Kürtlere baskı yaptı.
IŞİD baktı ki ÖSO zayıfladı, yönünü PYD’ye çevirdi. Bunun üzerine zorda kalan PYD bağırmaya başladı. HDP şimdi de Rojova konusunu istismar edip bizim üzerimize gelmeye çalışıyor.
HDP’nin bütün problemi meseleleleri evrensel bir insani mesele olarak görmemekte. Etnik körlükle baktıkları için Rojava meselesinde PYD’ye de en büyük zararı verdiler. Eğer zamanında Özgür Suriye Ordusu ile birlikte hareket etselerdi IŞİD orada yer edinemezdi.
Rojava’ya darbeyi Kandil vurdu. ‘Rojava’ya en büyük darbeyi, Suriye rejimiyle işbirliği halindeki IŞİD’e dokunmadıkları için kendileri vurdular.
Tek dertleri bu mesele üzerinden bağırıp çağırarak meşruiyet kazanmak. Yani, ‘IŞİD’le bir tek ben savaşıyorum. Dolayısıyla beni muhatap alın’ görüntüsünü oluşturabilmek.”
Cuma gecesi Kobani’nin düşmesi kaçınılmaz görünüyor, adeta saatler sayılıyordu. Şimdi ise askeri denge değişebilir.Türkiye-Suriye Kürtleri, IŞİD’e karşı Kobani’de kazanacak gibi.
Türkiye-Suriye Kürtleri diye bilinçli olarak yazdık, zira “Kobani direnişi”, aradaki sınırı sadece ruhen değil “fiilen” de ortadan kaldırmıştır.
Kürtler, IŞİD’in Kobani’nin doğu, güney ve batı cephelerinden saldırdığını görüyor ve Türkiye’nin ise sınırı kuzeyden “koruyarak” IŞİD’e destek verdiğine inanıyorlar. Son bir hafta içinde, onbinlerce Suriyeli Kürt, Kobani civarından gelip, Suruç ve çevresine sığındı, akrabalarının evine yerleşti. Gençler Suruç’tan Kobani’ye geri dönmek istedi. Ayrıca, İstanbul’dan Van’a kadar uzanan alandan, yüzlerce Türkiyeli Kürt, Kobani’ye destek için sınıra yığıldı.
Bir haftadır, güvenlik kuvvetlerinin bu insanlarla çatışması ve gaz kullanması, Kürtlerde, Kobani’nin ellerinden alınması için AKP iktidarının IŞİD ile işbirliği yaptığı algısına neden oldu.
Bu yüzden, Kobani’deki gelişmelerden ötürü, Kürt siyasi hareketinin “askeri-siyasi merkezi”nde AKP’ye dönük güvensizlik en yüksek düzeyde –Cemil Bayık ve Murat Karayılan’ın açıklamaları- dışa vuruldu. Kobani’deki durum, Türkiye’deki “Çözüm Süreci”nin AKP’nin istediği şekilde yol almasını tehlikeye soktu.
Nitekim, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın telaşla dün Mardin’e koşmasından, Ahmet Türk’ü ziyaretinden ve “Suriye Kürtleri, tarihi olarak, Esad’ın değil, Türkiye’nin dostu ve müttefikidir” açıklamasını yapmasından, hükümetin telaş ve paniği anlaşılabiliyor.
Suriye Kürtleri, tarihi olarak, Türkiye Kürtlerinin bir parçasıdır ve önemli bir kesimi, 1925 Şeyh Said İsyanı’nın ardından “sınır”ı aşarak Suriye topraklarına sığınmışlardır. Yani, “tarihi” olarak Türkiye’deki “hükümetlerin” –buna AKP de dahil- hiçbir zaman “dostu ve müttefiki” olmamıştır. Ayrıca, aynı Yalçın Akdoğan, daha birkaç gün önce Kobani Kantonu’nu yöneten ve IŞİD’e karşı direnen PYD için “önce Esad ile ilişkisini kessin” gibisinden hasmane uyarılarda bulunmuştu.
Bir gece önce PKK liderlerinden Mustafa Karasu, Sterk TV’de “Yalçın Akdoğan blöf yapıyorlar, taktik yapıyorlar diyor. Doğru yaklaşmazsa biz ona ne yapacağımızı göstereceğiz” diye konuşuyor; ertesi gün Yalçın Akdoğan, “hidayete” erip Mardin’de “Suriye Kürtleri, Türkiye’nin tarihi olarak dost ve müttefikidir” sözlerini sarfediyor.
Konu, elbette, IŞİD’e karşı Türkiye’nin nasıl bir tavır alacağı idi. Ve bu çerçevede, ABD önderliğinde, Suriye topraklarında IŞİD’e karşı yürütülen askeri harekâtta Türkiye nasıl yer alacak.
Erdoğan’ın açıklamaları, bundan bir hafta öncesine oranla 180 derece zıtlık ortaya koyuyor. Sebebini gayet net biçimde şu cümlelerle açıklıyor:
“Cidde’de 40 ülke bir araya geldi. Biz de katıldık. O toplantıda hatırlarsanız bizler insani yardım boyutunda buradaki müdahalede bulunabiliriz ama işe fiili olarak katılamayız dedik. O günün şartı onu gerektiriyordu. 49 görevlimiz rehin durumdaydı. Şu anda pozisyon değişti, bundan sonraki süreç daha farklı olacak. Tezkere parlamentoya geliyor. Tezkere temenni ederim ki parlamentodan geçtikten sonra atılması gereken adımlar ona göre atılacaktır. Bu tezkere silahlı kuvvetlerimizi yetkilendirme tezkeresidir.”
Bir tür “dün dündür, bugün bugündür” yaklaşımı. Yanlış da değil. Eskiler “mâni zail olunca, memnu avdet eder” derlerdi. Mecelle hükmüdür. Engel ortadan kalkınca, daha önce yapılamayan yapılır anlamındadır. Şartların değişmesinin değişik tavır alınmasını mümkün kıldığını ifade eder.
Dolayısıyla, bundan bir hafta önce “insani yardım amacı dışında” ABD’nin IŞİD’e karşı başını çektiği hiçbir operasyona, hele askeri operasyona hiç katılmayacağını açıklamış olan Türkiye’nin eli, rehinelerin serbest kalması üzerine, serbest kalmıştır.
“Serbest kalan eli”ni nasıl kullanacaktır?
Tayyip Erdoğan, bunu da “3 aşamalı” olarak şöyle açıkladı:
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, New York’ta IŞİD’e ilişkin yepyeni bir dil kullandı. New York’taki “İklim Zirvesi”nde ABD’nin beş Arap müttefikiyle birlikte Suriye’deki IŞİD hedeflerini vurmasını “olumlu bulduğunu ve ara vermeden sürmesi gerektiğini” belirten Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin IŞİD’le mücadelede atacağı adımları New York dönüşünde hükümetle birlikte belirleyeceklerini söyledi.
Tayyip Erdoğan, IŞİD’e karşı mücadeleye verilecek desteğin kapsamına ilişkin bir soruya ise “Arkadaşlar, her türlü kapsar. Askeri, siyasi hepsi…” karşılığını verdi.
Daha birkaç gün önce ısrarla Türkiye’nin desteğinin “insani yardım” ötesine geçmeyeceğini özellikle vurgulanırken, şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan, “askeri, siyasi hepsi” deme noktasına gelmiş durumda.
Tayyip Erdoğan’da IŞİD’e karşı mücadelede atılacak adımların, New York dönüşü, hükümetle birlikte belirleneceğini söyledi.
Yani, ne yapılacak, Erdoğan New York’ta öyle, Türkiye’de başka türlü mü konuşuyor; New York dönüşü kısa süre içinde göreceğiz. AKP hükümeti, dünkü yazımızda altını çizdiğimiz gibi, hiçbir zemine sağlam basamadığı, her an, herhangi bir aktörün yönlendirdiği şekilde sürüklenebilir bir hale gelmiş olduğu için, ne Cumhurbaşkanı’nın, ne de Başbakan’ın (bakanlarını hepten bir yana bırakıyoruz) nerede, ne söylediklerinden ziyade; nerede, ne zaman, ne yapacakları önemli. Eskilerin “âyinesi iştir kişinin, lâfza bakılmaz” dediği hal geçerli.
Bununla birlikte, Erdoğan’ın sözlerini Fransız haber ajansı AFP’nin haberiyle birlikte değerlendirmekte de yarar var: “AFP’nin haberine göre, Türkiyeli yetkilerle yaptığı görüşmenin ardından New York’ta bir forumda konuşan Kerry, Türkiye’nin koalisyonun bir parçası olduğunu ve IŞİD’e yönelik mücadelenin ön saflarında yer alacağını belirtti. Kerry, IŞİD’in elinde rehin tutulan 49 yurttaş nedeniyle zorluk yaşayan Türkiye’nin, rehinelerin serbest kalmasının ardından koalisyonla birlikte örgüte karşı daha fazla çaba göstermeye hazır olduğunu vurguladı.”
Bir de İlhan Tanır’ın Washington çıkışlı şu haberiyle:
“Kerry’nin, New York’ta ‘Türkiye IŞİD karşıtı koalisyona katılma sözü verdi’ açıklamasını yaptığı saatlerde, Washington’daki muhabirlerin sorularını yanıtlayan bir Beyaz Saray yetkilisi, Türkiye’nin koalisyondaki ‘duruşu’ hakkında halen karar verme aşamasında olduğunu söyledi.
Ancak, bu gelişme, Başbakan’ın ve medyadaki AKP sözcülerinin aksi yöndeki tüm gayretine rağmen, “başarı öyküsü” olarak iktidarın siciline yazılmadı.
Tam tersi oldu. “AKP hükümetinin başarısı” bir yana, IŞİD’le girişilen ilişkiden ötürü “diplomatik rezalet”ten söz ediliyor. Türkiye’nin Dışişleri Müsteşarı ve eski Washington büyükelçilerinden, CHP Milletvekili Faruk Loğoğlu, dün İnternethaber’e, bu nitelemenin de ötesine geçerek “rehine krizi”nin “Türk siyasi tarihine bir utanç” olarak geçtiğini söyledi.
Loğoğlu, “Davutoğlu’nun öngörüsüz ve maceraperest dış politikası, istihbarat zafiyetiyle birleşince T.C. Musul Başkonsolosluğu içindeki personelle birlikte IŞİD’in eline geçmiştir.Yaşanan bu olay, hükümetin bölge siyasetini iyi okuyamadığını, uyarı sinyallerini değerlendiremediğini ve zamanlı ve kararlı tepki bakımından da yetersiz olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.Bölgesel bakımdan, Türkiye dış politikada yön veren bir ülke konumundan, sürüklenen bir ülke konumuna düşürülmüş; IŞİD’in elinde oyuncak olmuştur” diye konuştu.
Rehinelerin serbest kalması, ele geçirilmelerindeki AKP iktidar sorumluluğunu unutturamadığı gibi, Türkiye’nin Batı ve başta ABD ile ilişkilerini de “IŞİD ipoteği”nden kurtaramayacak gibi görünüyor.
Loğoğlu’nun “Uluslararası alanda, Türkiye-IŞİD ilişkileri Türkiye’nin Batı dünyasındaki konumunu ve ittifaklarını sarsabilir. ABD’nin Türkiye’yi anti-IŞİD koalisyonuna katma çabaları önümüzdeki günlerde yoğunlaşacak, Türkiye üzerindeki baskı artacaktır” sözleri doğrudur. Nitekim, önceki gün ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin NBC televizyonu ile söyleşisinde Türkiye için söyledikleri, “IŞİD mazereti kalkmış olduğuna göre, Türkiye’den aktif ve somut katkı” beklediklerine dair sözleri ortadadır.
Ama, Türkiye’nin dış politikasının, 49 rehine serbest bırakıldıktan sonra bile IŞİD’e “rehin kalmaya” devam etmesi, herşeyden daha fazla, Kürtler ile ilişkilerde ortaya çıkması muhtemel sorunlara yol açacak.
Irak Kürtleri'nde –Barzani yönetimi açısından özellikle söz konusu- Erbil IŞİD tehdidi altındayken Türkiye’nin kılını kıpırdatmamasından ötürü duyduğu “hayal kırıklığı”nın derinliğini, “birinci ağız”dan öğrendim.
Dahası, sözünü ettiğimiz “hayal kırıklığı”nın gayet iyi farkında olan İranlıların, Kürt yönetimine
Kobani, Arapça adıyla Ayn el-Arap, Türkiye topraklarındaki Suruç’un tam karşısına denk geliyor. Mürşitpınar sınır kapısından geçilerek ulaşılıyor.
Kobani, Suriye topraklarında, daha doğrusu “Batı Kürdistan” anlamındaki “Rojava”da PYD’nin inisyatifiyle kurulmuş üç kantondan ortada olanı. PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’in de memleketi.
Kobani’nin Rojava’daki diğer iki “Kürt kantonu”ndan farklı bir özelliği var. Abdullah Öcalan’ın “demokratik özerklik” tezinin somut uygulama alanı bulduğu Rojava’daki gelişmelere Kürt siyasi hareketi “Rojava Devrimi” adını vermişti ve “Rojava Devrimi”, 2012 yılının Temmuz ayında önce Kobani’de ortaya çıkmıştı
Kobani, şu sırada IŞİD’in hedefinde, Akçakale’nin karşısındaki Tel Abyad’da harekete geçen IŞİD güçleri, batı yönünde ilerlediler ve amaç Kobani’yi düşürmek. Tel Abyad ile Kobani arasındaki 70 kilometrenin 35 kilometrelik bölümü ve 21 Kürt köyü, IŞİD’in eline geçmiş, Kobani, IŞİD kuşatmasıyla yüzyüze idi.
Kobani düşerse, “Rojava Devrimi”nin kalesi düşmüş olacak. Tel Abyad’dan Karkamış’a kadar olan Türkiye-Suriye sınır boyu IŞİD kontrolü altına girmiş olacak.
Bunun ardından, en batıdaki Kürt kantonunu, Afrin’i düşürmek daha kolay olacak. IŞİD, Halep üzerinde de baskısını arttırabilecek. Zaten 5 Eylül tarihli Agos’ta Halepli olan Vahakn Keşişyan, IŞİD’in Halep’in merkezine yaklaştığını, Ermeni mahallesine gelip dayandığını manşet haberde kaleme almış ve Agos, çatışma hatlarını gösteren Halep haritası ile Vahakn Keşişyan haberini güçlendirmişti.
IŞİD’e ilişkin olarak gözler Musul ve hatta Erbil’e doğru çevrilmişken, Kobani üzerinde girişilen harekâtın askeri ve çok önemli siyasi anlamı mevcut.
Tam da bu yüzden Kürt siyasi hareketi günlerdir “Kobani’ye dikkat” diye “alarm zilleri”ni çalıyor ve uluslararası destek talep ediyordu.
Kendi değerlendirmesiyle, “Türkiye’ye yönelik algı operasyonu”na savaş açmış gibiydi. Olan-biten için, “edepsizlik”, “alçaklık” ve “hainlik” gibi sözler sarfetti.
Erdoğan'ın TESK toplantısındaki konuşmasında, "Bu kredi derecelendirme kuruluşları kalkıyor, iki tanesi olumsuz açıklama gayreti içine giriyor. Bu kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye'yle ilgili açıklama siyaseten çökertemedikleri bir ülkeyi ekonomik noktada nasıl çökertiriz projesidir. 'Bunlar kendilerini ne zannediyorlar' diye ben bir soru soruyorum. Biz bundan önce bir kuruluşla ilişkiyi kestik. Türkiye bundan sonraki süreçte bu ikisiyle de ilişkisini keser” dedi.
Tayyip Erdoğan’ın, daha da önce, Katar dönüşü, uluslararası kredi değerlendirme kuruluşları Moody’s ve Fitch için söylediklerini hatırlayalım; şunu söylemişti:
“Türkiye’de ekonomide bir risk söz konusu değil. Kredi derecelendirme kuruluşlarının açıklamaları siyasi. Bunların ekonomik ve bilimsel bir temeli yok. Başbakan'a söylerim, gerekirse Fitch ve Moody's ile ilişkileri keseriz.”
Tabii, “Başbakan’a söylerim, gerekirse Fitch ve Moody’s ile ilişkileri keseriz” cümlesi, Davutoğlu’nun haftasonunda gazete genel yönetmenlerini toplayıp, kendi rolüne ilişkin olarak yaptığı “kişilik vurgusu”nu boşa çıkartıcı nitelikte görülebilir. Erdoğan, böyle bir konuda Başbakan’a “talimat verebileceği” hissiyatında. Başbakan iken, Dışişleri Bakanı ile kurduğu ilişkiyi sürdürecek gibi.
Ama Başbakan’ın Cumhurbaşkanı ile “uyumlu” bir insan olduğu, Moody’s ve Fitch’e ilişkin olarak “Bu kuruluşların Türkiye’ye ilişkin olarak objektif davranmadıkları ortadadır” şeklindeki sözlerinden belli.
Wall Street Journal, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın açıklamalarından yola çıkarak, dün Emre Peker imzalı bir yazı yayımladı. Yazı, “Türkiye’nin, kredi derecelendirme kuruluşlarıyla aşk ilişkisinin, yatırım notlarını son iki yılda arttırmış olan şirketlere yetkililerin indirdiği şamarlara bakılırsa, kısa ömürlü olacağı ortaya çıkıyor” cümlesiyle başlıyor.
Tayyip Erdoğan’ın (ve ondan aldığı işaretle Davutoğlu’nun) Fitch ve Moody’s’i hedef tahtasına oturtmaları, söz konusu kuruluşların son raporlarında, Türkiye’de ekonominin karşı karşıya bulunduğu siyasi risklere yer vermiş olmalarından ve bunun başında da Merkez Bankası’na üzerindeki siyasi baskıların altını çizmiş olduklarından kaynaklanıyor.