Söz konusu makale, Ahmet Davutoğlu’nun -ki, yazı yazıldığı ve yayımlandığı sırada Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmamıştı, Davutoğlu, başbakan olmamıştı, Dışişleri Bakanı idi- dış politika anlayışı ve tezlerine ilişkin kapsamlı ve eleştirel, gayet ciddi bir çalışma niteliğindeydi.
Makalenin bir yerinde, kendisinin ve İslamcı aydınların iddialarının aksine, Davutoğlu’nun dış politika vizyonunun “orijinal” olmadığı, “ithal edilmiş” olduğu görüşü dile getiriliyordu. Bu görüşe dayanak olarak, Davutoğlu’nun bir doktora öğrencisi iken, “İskenderpaşa Cemaati’nin dergisi Bilim ve Sanat” diye ifade edilen yayın organında basılmış olan “Dünyadaki Güç Dengesi ve Ortadoğu” başlıklı makalede, Türkiye’nin Batılılaşması”na eleştiri getirdiği ve Batılı emperyal jeopolitik kuramcıları Mackinder, Spykman ve Haushofer’in tezlerine sürekli atıf yaptığı hatırlatılıyordu.
Kendilerinden sonraki kuşaklar üzerinde etkili olabilecek düzeyde ve dünya çapında tanınmış isimler arasında, “realpolitik okulu”nun büyük beyni sayılabilecek Henry Kissinger dışında, bu isimler ölçüsünde pek kimse yok. Ama, gerek ABD ve gerekse Avrupa’da “strateji” üzerine düşünen ve “jeopolitik kavramlar” kullanan çok sayıda parlak isim sıralanabilir.
Bunların en önemlilerinden biri de, üstelik tıpkı Davutoğlu gibi “uygulayıcı” konumda bulunmuş olan, 1998-2005 yılları arasındaki eski Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’dir denebilir.
Joschka Fischer, uzun bir aradan sonra, birkaç gün önce Project-Syndicate’de “The Middle East’s New Winners and Losers” (Ortadoğu’nun Yeni Kazananları ve Kaybedenleri) başlıklı çok çarpıcı yeni bir değerlendirme ileri sürdü:
“İslam Devleti’nin (IŞİD) Irak ve Suriye’deki askeri kazanımları sadece insani bir felâkete yol açmakla kalmıyor; aynı zamanda Bölge’nin halihazırdaki ittifaklarını da kargaşa içine sokuyor ve hatta sınırlarını sorgulanır hale getiriyor.”
Burada “orijinal” bir görüş yok. Bu değerlendirmeyi birçoğumuz defalarca ve ayrıntılı biçimde yaptık. Ama Fischer’in buradan yola çıkan satırları üzerinde önemle durmaya değer:
“Daha şimdiden eskisinden iki temel biçimde ayrılarak ortaya çıkan yeni bir Ortadoğu doğuyor: Kürtler ve İran için güçlenmiş bir rol ve bölgenin Sünni güçlerinin azalan nüfuzu.”
Bu, bence kesin. Ama bu gelişmelerin neresinde, hangi aşamasındayız? Bunlar daha ne kadar devam edecek ve nerede, nasıl noktalanacak. Bunları bilmiyorum. Kimse de bilemez. Bilinebilmesi de mümkün değil.
Tarihin inşa ya da yeniden inşa süreçleri tamamlanmadan ve bunlar geriye bakılarak yorumlanabilecek kıvama gelmeden, içinden geçildiği sırada, süresine ve sonucuna dair kesin belirlemeler yapılamaz.
Ama, olan-bitene teşhis konabilir. Teşhisi koyanlar, “siyasi karar vericiler” ise ve koydukları teşhis isabetsiz ya da yanlış ise, bunun faturası, yönettikleri ülkeler ve o ülkelerin insanları tarafından çok ağır bir maliyetle ödenir.
Örneğin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bölgede olan-biteni tarif ederken “Yüzyıllık hesaplaşma”dan söz etmesi tümüyle yanlış değildir. Konunun böyle bir “boyutu” mevcut.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni bitiren ve bölge sınırlarını çizen –Sykes-Picot kastediliyor- “emperyalist güçler” bölgede sınırları yeniden çizme peşinde, Tayyip Erdoğan’a göre.
Sykes-Picot düzeninin, neredeyse tam 100 yıl sonra aşındığı ve Soğuk Savaş sonrasında Sovyetler Birliği ve Yugoslavya, iki Almanya ve Çekoslovakya ortadan kalktıktan, yani Avrupa sınırları yeniden çizildikten sonra, Ortadoğu’da da sınırların yeniden çizilmesi ihtimali “tarih gündemi”ne girdi. Çünkü son 100 yıl içinde Avrupa sınırları ne vakit yeniden çizildiyse, Ortadoğu’da sınırlar yeniden çizilmişti.
Ama, bunun ABD ve diğer Batılı güçlerin yani “emperyalistler”in bir “dizaynı” olduğundan hareket ederek, “Mesele Kobani değil, Türkiye” hükmüne varırsanız, bundan çıkaracağınız sonuç ne olabilir?
Türkiye, güvenlik alanında, başını ABD’nin çektiği NATO’nun “Ortadoğu jeopolitiği”ndeki tek üyesi. “Stratejik siyasi projesi” şayet AB tam üyeliği ise, Amerika’nın yanısıra Avrupalılar da
İktidar sahipleri, özellikle Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Başbakan Ahmet Davutoğlu, aksini ne kadar söylerlerse söylesinler, hatta ne kadar bağırıp çağırarak söylesinler; Türkiye’nin uluslararası ağırlığının ciddi biçimde zayıflamış olduğu gerçeği değişmiyor.
Bunun en önemli nedenlerinden biri Türkiye’de giderek genişleyen “demokrasi açığı” ile ilgili. Bir önceki yazımızda gönderme yaptığımız WSJ’nin Türkiye ile ilgili analizinde şu bölüm dikkat çekiyor:
“Türkiye’nin ülke dışındaki nüfuzunun gördüğü hasarın üzerine binen, demokrasisinin eskiden olduğu kadar artık çekici görünmemesi. 2013 yılında İstanbul’un Gezi Parkı’ndaki göstericilerin ezilmesi, İnternet sansürü uygulamaları ve Erdoğan’ın yakınlarını yolsuzluk soruşturmalarından korumaktaki ısrarı, bunların tümü, Türkiye’nin bölgedeki imajına zarar verdi.”
Bizlerin de AKP iktidarı ile ters düştüğü ve giderek Türkiye’nin demokratları ile AKP iktidarı arasındaki makasın açıldığı “ana konu başlıkları” tam da bunlardı.
WSJ analizinde, ayrıca, Birleşik Arap Emirlikleri Üniversitesi’nin siyasal bilimler profesörü Abdülhalik Abdullah’ın bir saptamasına yer verilmiş.
"Türkiye bir süre birçok şey için bir örnekti, ama Arap Baharı sonrasındaki yıllar, Türkiye’nin o imajını paramparça etti” diyor.
BAE’li profesör, bu durumu iki nedene bağlıyor:
“Her şeyden önce, Türkiye taraf tuttu, İslamcılardan ve Müslüman Kardeşler’den yana tavır aldı. İkincisi, Erdoğan, birçok konuda diktatör gibi davranıyor, özgürlükleri ve göstericileri bastırıyor. Arap dünyasının liberalleri Türkiye’yi bir model olarak artık görmüyorlar.”
O “Gündelik lisanla söyleyeyim: Aynen Tarhan Erdem’in iç politika için söylediğine benzer biçimde, işin başında Davutoğlu dış politikada hiç görülmemiş derecede iyi idi, şimdi hiç görülmemiş derecede kötü” diye yazdı.
Öyle.
Baskın Oran, “2011’e kadar Davutoğlu’nun dış politikası, Türkiye’de emsali görülmemiş derecede parlak oldu” vurgusunu yaptıktan sonra, “Bunu defalarca yazdım” diye devam ediyor.
Ben de öyle. Defalarca yazdım. Hatta, bugün o daha önce “defalarca yazmış olduğum dış politikayı destekleyen yazılar” önüme “tutarsızlık karinesi” olarak sık sık getiriliyor.
AKP iktidarına ilişkin iflâh olmaz ön yargılardan hareket eden “Ulusalcı-laikçi” kesim, Davutoğlu (veya Erdoğan) dış politikasının günümüzde sergilediği iflâs tablosunun bugün geldiği nokta, başından beri görülmeliydi.
Buna karşılık, AKP’nin kör (ve çok kez pek de akıllı argümanlar üretebilme ve savunma yeteneğine sahip olmayan) yandaşları da, bağnaz ve hiç inandırıcı olmayan bir dille, “dış politika iflâsı” konusunda polemik yapıyorlar.
Bunlardan biri ve birçok yönden en talihsizi, Türkiye’de kolay elde edilebilen sıfatlardan birine sahip, Prof. sıfatlı bir AKP Genel Başkan Yardımcısı. Talihsiz olmasının baş sebebi, hiçbir donanıma ve deneyime sahip olmadan “dış politikadan sorumlu” olması. “İflâs” döneminde üstlenilecek sorumluluk değil.
AKP iktidarının dış politikasının Ortadoğu’da etkisini kaybetmiş olduğuna dair İstanbul çıkışlı bir Wall Street Journal yazısında, “Şu ana kadar Türkiye’nin bölgesel yaklaşımını gözden geçirdiğine ilişkin herhangi bir işaret yok” denildikten sonra, söz konusu AKP Genel Başkan Yardımcısı’nın şu sözlerine atıf yapılıyor:
Peşmerge kim? Irak Kürtlerinin yani Irak Kürdistanı’nın artık “düzenli ordu” haline dönüşmüş silahlı kuvvetleri.
Kobani neresi?
Suriye Kürdistanı’nın yani “Rojava”nın, IŞİD’e karşı bir ayı aşkın bir süredir, ABD’ye politika değiştirtecek bir direnme ile karşı koydukları, Türkiye sınırı üzerindeki Kürt şehri.
Kim direniyor Kobani’de? Kim savunuyor Kobani’yi?
YPG. Halk Savunma Birlikleri’nin Kürtçe başharfleri. YPG, Kobani Kantonu’nun –ki, yönetiminde PKK’nın “ikiz kardeşi” PYD ağırlığının bulunduğu bir sır değil- silahlı kuvvetleri.
Dolayısıyla, YPG de, PKK’nın silahlı gücü HPG’nin “ikiz kardeşi.” Zaten, YPG saflarında çok sayıda Türkiyeli Kürt de yer alıyor.
Bunu bilebilmek ve Kobani’nin nasıl bir “ortak Kürt destanı” haline, “ulus inşa süreci”nin “en önemli harcı”na dönüştüğü öylesine kolay ki. Günlerdir hemen her gün, Suruç’ta, Hakkari’de, Diyarbakır’da, ta Kars’ın ilçelerinde “Kobani direnişi”nde hayatlarını kaybetmiş olan YPG’lilerin, bir anlamda “Kürt şehitleri”nin cenazeleri kaldırılıyor.
Cenazeler, Mürşitpınar sınır kapısından Türkiye’ye sokularak, memleketlerine gönderiliyorlar. Son bir ay içinde, Türkiye ve Suriye Kürtleri –zaten öyleydiler- etle tırnak gibi Kobani üzerinden birbirlerine kenetlendiler. Bunu, Kobani’den gelip, Türkiye’nin çeşitli köşelerinde defnedilen “Kürt şehit cenazeleri” kadar gözler önüne daha etkili biçimde seren hiçbir görüntü olamazdı.
Tayyip Erdoğan’ın bilinen kimliği ve özelliği ile cumhuriyetin 91. yaşında doğrudan halk oyu ile cumhurbaşkanı seçilebilmiş olması, bir yönüyle yandaşlarının vurguladığı haliyle “Yeni Türkiye”yi ifade ediyor.
“Yeni Cumhurbaşkanı”nın belli ki üzerinde önceden düşünülmüş, tasarlanmış ve özel bir önem verdiği belli olan “simgesel davranışları”na bakılırsa, gerçekten de, “Yeni Türkiye”den söz edilebilir bir döneme girilmiş olduğu söylenebilir.
Nedir bunlar?
Atatürk’ün Çankaya’sının yerini alacak olan Tayyip Erdoğan’ın Ak Saray ile İstanbul’da yeni Cumhurbaşkanlığı ikametgâhı olarak kullanılacak olan son Osmanlı Sultanı Vahdeddin’in Köşkü.
“Cumhuriyet” ve “Cumhurbaşkanı” sözcükleri ile adeta eş anlamlı hale gelmiş olan “Çankaya” yerini “Ak Saray”a bırakarak iptal edilirken, “Ak Saray”, Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) arazisinde öyle geniş bir yer kaplayarak kuruluyor ki, artık oraya Atatürk Orman Çiftliği de denmeyecek herhalde. Denmesi için herhangi bir referans zaten kalmamış oluyor.
“Ak Saray”ın “mimari estetiği” ile ilgili olarak “biraz Selçuklu, biraz Osmanlı” tanımı yapıldı. Gerçi, her ikisiyle de pek ilgisi bulunmadığını, tümüyle bir “kitsch” görüntüsü taşıdığını ileri süren “uzmanlar” da var ama önemli olan, “Ak Saray”ın, yer, isim ve mimari tercihi ile –öyle söylenmese de- “Çankaya öncesi”ne gitmek, “Atatürk referansı”nı terketmek amacını taşıyor olması.
“Ak Saray”ın “mimarî uslûbu”, gayet açık şekilde “totaliter rejimler”in “karakteristikleri”ni yansıtıyor.
Totaliter rejimlerin
Tayyip Erdoğan, Obama’ya “Birinci tercih ÖSO (Özgür Suriye Ordusu), ikinci tercih peşmerge” diye söylemiş olduğunu açıkladı. PYD’de “silah yardımına karşı olduğunu” da ABD Başkanı’na bildirmiş.
Amerikan yönetiminin, Tayyip Erdoğan’ı ve Türkiye’deki AKP iktidarını, “müttefik bir ülke”de “görünür vâdede alternatifi görünmeyen” ve dolayısıyla “katlanılması mecburi” ama bir “başağrısı” olarak gördüğüne dair sayısız örnek, her gün gerek Amerikan basınına yansıyor, gerekse Amerikan sözcüleri tarafından –sözlerini ne kadar dikkatle seçerlerse seçsinler- anlaşılır biçimde dile getiriliyor.
Washington’un Türkiye’nin Cumhurbaşkanı'na ve iktidarına karşı izlediği yöntem; kaale almamak ve bildiğini okumak ile çeşitli baskı yöntemlerine başvurarak istediğini yaptırmak arasında gidip geliyor.
Tabii, Türkiye’nin “eşsiz jeopolitik değeri” ve NATO müttefiki olması özellikleri, Washington’a “ipleri kopartmadan” bir yol tutturmak konusunda zorluyor. Bu zorlanma halini de, her vesilede görebilmek mümkün.
Örneğin, New York Times’ın dünkü yazımızda geniş yer verdiğimiz önceki günkü “Kobani niçin kurtarılmalı?” başlıklı başyazısında yer alan şu ifadeler, Amerika’nın “Türkiye başağrısı”nı yeterince yansıtıyor olmalı:
“Amerikan operasyonunun büyük kayıp parçası, Kobani’deki Kürtlere yardımdaki kayıtsızlığı Amerika’nın stratejisinde süregelen zayıflıklıkları ortaya çıkartan Türkiye’dir… Türkiye en iyi zamanlarda bile sıkıntı veren bir NATO müttefiki olmuştur. İşler, Suriye cumhurbaşkanı Başar el-Esad’ın İslam Devleti’nden (IŞİD) daha büyük bir tehlike olduğunda ısrar etmesi ve çeşitli Kürt gruplar ile karmaşık ilişkilerinden ötürü daha da kötü hale gelmiştir. Türkiye uzun vakitten beri, ilk amacı Esad rejimini devirmek olan İslam Devleti’ni (IŞİD), Suriye sınırlarından militan, silah ve para geçmesine izin vererek güçlendirmiştir.”
Bu bakış açısı, herhalde, New York Times yazı kurulu tarafından değil, Amerikan yönetiminin bir çok unsuru tarafından da paylaşılmaktadır.
Tayyip Erdoğan, böyle bir bakış açısına sahip yönetimin başındaki Obama’ya “önce ÖSO” diyerek, kendince “uyanıklık” yapıyor. Yani, “Kobani’de IŞİD’e karşı PYD değil de, ÖSO savaşsın; birlikte destek olalım” demiş oluyor. Bu “uyanık” önerideki cesareti, kuşkusuz, Obama’nın Suriye’de IŞİD hedeflerinin bombalanmasına paralel olarak, ÖSO imasıyla Esad rejimine karşı “ılımlı muhaliflerin destekleneceği”ni belirtmiş olmasından alıyor.
(Zaten başta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin iktidar sorumluları “Kobani” sözcüğünü telaffuz da halâ bir hayli zorlanıyorlar, önce “Ayn el-Arap” diyorlar sonra Kobani. Böylece, şehrin Kürt kimliğini silmek amaçlı Arap milliyetçiliğinin isim tercihini benimseyerek, kendilerinin Kürtlere bakış açısını da ortaya koymuş oluyorlar.)
Kobani’nin adını dünyada artık duymayan yok. Öyle ki, New York Times gazetesi, dün, “Kobani niçin kurtarılmalıdır?” başlıklı bir başyazı bile yazdı.
“Eğer Kobani yaşarsa, tüm olumsuzluklara meydan okumuş olacaktır” cümlesiyle başlıyor NYT başyazısı. Kobani’nin “yaşaması”, elbette, IŞİD’in eline geçmemesi, savunmacılarının yani Kürt YPG ağırlıklı güçlerin elinde kalması anlamına geliyor.
NYT başyazısında, Kobani’nin düşmemesi gereği, şehrin ABD’nin yeni bölge stratejisinin “sınavı” haline gelmiş olmasıyla ifade ediliyor. Zaten, ABD, bu nedenle, kendisini PKK-PYD hattı ile ilişkiye getirecek şekilde, Kobani’ye hava indirmesiyle silah yardımı yapmaya başladı.
Buradan; 1) ABD’nin Kobani’nin düşmesine izin vermeye tahammül edemeyeceği; 2) Bu nedenle, Washington ile “Kürt siyasi hareketi” arasında tüm bölgenin gelecek yapılanmasını etkileyebilecek bir “ilişki süreci”nin başlamış olduğuna hükmetmek yanlış olmaz.
Belki de, Türkiye’deki iktidarın, tam da bu sebeple, büyük rahatsızlık içinde bulunduğu, ABD ve Batı ile ilişkilerinin bozulması pahasına, Kürtlerin Kobani’de tutunabilmesinin önüne geçmek için, “işleri yokuşa süren” bir politika tutturduğunu da anlayabiliriz.
Yani, bölgede Kürtler ve uluslararası dengelerde ABD ve Batı için “iyi olan”, sonuç itibarıyla, IŞİD’in “mezhepçi devleti”nin ortadan kalkmasına yol açacak olan gelişmeleri, Türkiye’deki iktidar, kendi “çıkarlarına uygun görmüyor” olabilir. Böylesine, bir “ideolojik saplantı” içinde bulunabilir.
NYT başyazısında, “Erdoğan’ın Amerikalıları ya da Türkiye’nin iyi ilişkiler için bulunduğu Irak’taki Kürtleri kızdırmaktan ne kazandığını görmek zor. (Kobani’ye) Yardımı reddetmesi, PKK ile rüşeym halindeki barış görüşmelerini de tehlikeye sokuyor” diye yazıyor.