Paylaş
Kendi değerlendirmesiyle, “Türkiye’ye yönelik algı operasyonu”na savaş açmış gibiydi. Olan-biten için, “edepsizlik”, “alçaklık” ve “hainlik” gibi sözler sarfetti.
Erdoğan'ın TESK toplantısındaki konuşmasında, "Bu kredi derecelendirme kuruluşları kalkıyor, iki tanesi olumsuz açıklama gayreti içine giriyor. Bu kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye'yle ilgili açıklama siyaseten çökertemedikleri bir ülkeyi ekonomik noktada nasıl çökertiriz projesidir. 'Bunlar kendilerini ne zannediyorlar' diye ben bir soru soruyorum. Biz bundan önce bir kuruluşla ilişkiyi kestik. Türkiye bundan sonraki süreçte bu ikisiyle de ilişkisini keser” dedi.
Tayyip Erdoğan’ın, daha da önce, Katar dönüşü, uluslararası kredi değerlendirme kuruluşları Moody’s ve Fitch için söylediklerini hatırlayalım; şunu söylemişti:
“Türkiye’de ekonomide bir risk söz konusu değil. Kredi derecelendirme kuruluşlarının açıklamaları siyasi. Bunların ekonomik ve bilimsel bir temeli yok. Başbakan'a söylerim, gerekirse Fitch ve Moody's ile ilişkileri keseriz.”
Tabii, “Başbakan’a söylerim, gerekirse Fitch ve Moody’s ile ilişkileri keseriz” cümlesi, Davutoğlu’nun haftasonunda gazete genel yönetmenlerini toplayıp, kendi rolüne ilişkin olarak yaptığı “kişilik vurgusu”nu boşa çıkartıcı nitelikte görülebilir. Erdoğan, böyle bir konuda Başbakan’a “talimat verebileceği” hissiyatında. Başbakan iken, Dışişleri Bakanı ile kurduğu ilişkiyi sürdürecek gibi.
Ama Başbakan’ın Cumhurbaşkanı ile “uyumlu” bir insan olduğu, Moody’s ve Fitch’e ilişkin olarak “Bu kuruluşların Türkiye’ye ilişkin olarak objektif davranmadıkları ortadadır” şeklindeki sözlerinden belli.
Wall Street Journal, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın açıklamalarından yola çıkarak, dün Emre Peker imzalı bir yazı yayımladı. Yazı, “Türkiye’nin, kredi derecelendirme kuruluşlarıyla aşk ilişkisinin, yatırım notlarını son iki yılda arttırmış olan şirketlere yetkililerin indirdiği şamarlara bakılırsa, kısa ömürlü olacağı ortaya çıkıyor” cümlesiyle başlıyor.
Tayyip Erdoğan’ın (ve ondan aldığı işaretle Davutoğlu’nun) Fitch ve Moody’s’i hedef tahtasına oturtmaları, söz konusu kuruluşların son raporlarında, Türkiye’de ekonominin karşı karşıya bulunduğu siyasi risklere yer vermiş olmalarından ve bunun başında da Merkez Bankası’na üzerindeki siyasi baskıların altını çizmiş olduklarından kaynaklanıyor.
Uluslararası yatırımcılar, Moody’s ve Fitch gibi kuruluşların Türkiye ile ilgili raporlarını dikkate alırlarsa, “kırılgan Türkiye ekonomisi”, 2015 seçimlerine doğru zora girebilir. Dolayısıyla, Erdoğan, “en iyi savunma hücumdur” mantığıyla şimdiden “caydırıcı ateş” açıyor.
Üstelik emsal de var. Standard & Poor’s’a sinirlenmişti ve 2013 yılında ilişkiyi kesmişti. Kredi değerlendirme kuruluşlarının “üç büyükleri” olarak bilinen S&P’nin kuruluşu 1860’a gidiyor, merkezi New York’ta ve 10 bin kişi çalıştırıyor. Moody’s, 1913 doğumlu, onun da merkezi New York ve 4500 kişi çalıştırıyor. En küçükleri olan New York ve Londra merkezli Fitch’de 2000 kişi çalışıyor. Bunlar, “özerk” kuruluşlar, kendilerine para veriyorsunuz diye, istediğiniz sonuçları size sunmuyorlar. Örneğin, S & P, derecelendirmesine kızan Amerikan Hazinesi ile de mahkemelik olmuştu.
Moody’s ile Fitch’in –Standard & Poor’s’a ek olarak- Türkiye hakkındaki kredi değerlendirmeleri ve raporlarında “olumsuz” vurgu yapmalarını, Tayyip Erdoğan, ekonomik değil, “siyasi amaçlar” ile açıklama yolunu seçiyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan –ve muhtemelen Başbakan Davutoğlu da- olan-biteni Türkiye’ye yönelik “algı operasyonu” olarak görme ve gösterme eğiliminde oldukları için, Erdoğan, dün şöyle konuştu:
“Türkiye'deki istikrara yönelik içeriden ve dışarıdan yapılan algı operasyonunun bir hedefi de ekonomi. Bugün aynı bayat senaryo uygulanmak isteniyor. Belli kredi derecelendirrme kuruluşları üzerinden olumsuz değerlendirmelerin yapıldığına şahit oluyoruz.”
Ne olursa olsun, Türkiye’nin, Standard & Poor’s’dan sonra Moody’s ve Fitch ile ilişkilerini kesmesi, uluslararası yatırımcıların Tayyip Erdoğan rejimine güvenini arttırması ile sonuçlanmaz.
Erdoğan ve hükümetin fark etmemekte direndikleri bir husus var: Türkiye, “uluslararası profil” bakımından, 2013 Ocak ayı ile kıyaslanacak halde değil. “Algı” gerçekten çok kötü.
“Algı”nın kötülüğünde, kuşkusuz, ekonomiden ziyade “siyasi profil”in çok büyük etkisi var. “Siyasi profil”in bu kadar kötü olması, Gezi’den bu yana izlenmiş olan “güzergâh” bir yana, son dönemlerde “IŞİD’le ilişkiler derecelendirmesi”nde Türkiye’nin bir “NATO müttefiki” ülke görüntüsünü, Batılılar nezdinde vermiyor olmasının önemli payı var.
Son iki yılda iktidarın dış politikasındaki hataların hasadı kaldırılıyor.
Suriye’deki –ve Bağdat ile ilişkilerin de eklenmesiyle Irak’taki- gelişmeler karşısında hükümetin “mezhepçi” bir politikaya adım adım kaymış olması, Suriye’de Tevhid’den, Ahrar el-Şam’a, an-Nusra’dan (el-Kaide’nin şubesi) IŞİD’e uzanan bir yelpazede içine girilmiş bağlantıların “dökümü”, şimdilerde çıkarılıyor.
Türkiye’nin IŞİD’e karşı “koalisyon”a katılım ve katkı konusunda sallanması üzerine bütün bunlar ortaya çıkıyor ya da çıkartılıyor.
Amerikan basınında, İngiliz ve Alman basınında bu konuda yayımlanan haber ve yorum bolluğu elbette rastlantı ile açıklanamaz. Ne var ki, bu bolluğun rastlantı olmaması, yayımlanan haberlerin gerçek olmadığını da göstermiyor.
Bu bakımdan, Tayyip Erdoğan’ın dün New York Times’ı hedef alan şu sözleri öfkesini ortaya koyuyor ama inandırıcı bir “yalanlama” değeri kazanmıyor:
“Amerika'da bir basın kuruluşu ise benim ve Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Hacı Bayram Camii'nin çıkışında görüntülenmiş fotoğrafımızı koyarak bizi terör örgütlerine destek vermekle suçluyor. En açık tabiri ile bu edepsizliktir alçaklıktır hainliktir. Yok Türkiye petrol alıyor, yok Türkiye'de tedavi görüyorlarmış. Böyle bir şey asla mümkün değil.”
Oysa, bunlar kanıtları ile yayımlanmıştı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, buradan, “duygusal” bir noktaya sıçrıyor ve şunları söylüyor:
“Türkiye böyle yalan haberler karşısında diz çökmeyecek kadar büyük bir ülkedir. Bizim için Musul'da alıkonulan 49 can herşeyden önemlidir. Biz mesuliyet makamındayız, konuşurken dikkatli konuşmalıyız. 49 canın hassasiyetiyle hareket etmek zorundayız. Üzülerek ifade ediyorum bu hassasiyetin taşınmadığını, ihanet şebekelerinin değirmenine su taşındığını görüyoruz."
Bunu söylediği sıralarda, Musul’da 49 kişinin rehine alınmasının “günahı”nın rehineler arasında bulunan Musul Başkonsolosu’nun sırtına yüklendiğini, Başkonsolos’un Ankara’ya “yanlış değerlendirme”de bulunduğu, iktidar sözcüleri tarafından kamuoyuna yayılıyor.
Amacın, IŞİD’in Musul Başkonsolosluğu’nu ele geçirdiği dönemin Başbakanı ile Dışişleri Bakanı’nı –günümüzün Cumhurbaşkanı ile Başbakanı- sorumluluktan kurtarmak olduğu seziliyor.
Musul Başkonsolosu, bu konuda konuşamayacak bir konumda. Üstelik, bugüne kadar Ankara’dan kendisine verilen bir emre direnen ve tersini uygulayan bir Türk diplomatını tarih yazmadı.
Türkiye’nin tüm Ortadoğu politikasını rehin almış olan, IŞİD’in elindeki 49 rehinenin sorumluluğunu Musul Başkonsolosu’nun üzerine yıkmak bir “algı operasyonu” değil mi?
Daha önemlisi, en hafif deyimle, ayıp değil mi?
Erdoğan, cumhurbaşkanlığında, Davutoğlu başbakanlıkta yeni. İktidar, “yokuş aşağı, tepe taklak gidiyor” denecek hiçbir şey yok ortada.
Ortaya çıkan, “yokuş yukarı koşu”.
Nefes nefeseler…
Paylaş