Paylaş
Konu, elbette, IŞİD’e karşı Türkiye’nin nasıl bir tavır alacağı idi. Ve bu çerçevede, ABD önderliğinde, Suriye topraklarında IŞİD’e karşı yürütülen askeri harekâtta Türkiye nasıl yer alacak.
Erdoğan’ın açıklamaları, bundan bir hafta öncesine oranla 180 derece zıtlık ortaya koyuyor. Sebebini gayet net biçimde şu cümlelerle açıklıyor:
“Cidde’de 40 ülke bir araya geldi. Biz de katıldık. O toplantıda hatırlarsanız bizler insani yardım boyutunda buradaki müdahalede bulunabiliriz ama işe fiili olarak katılamayız dedik. O günün şartı onu gerektiriyordu. 49 görevlimiz rehin durumdaydı. Şu anda pozisyon değişti, bundan sonraki süreç daha farklı olacak. Tezkere parlamentoya geliyor. Tezkere temenni ederim ki parlamentodan geçtikten sonra atılması gereken adımlar ona göre atılacaktır. Bu tezkere silahlı kuvvetlerimizi yetkilendirme tezkeresidir.”
Bir tür “dün dündür, bugün bugündür” yaklaşımı. Yanlış da değil. Eskiler “mâni zail olunca, memnu avdet eder” derlerdi. Mecelle hükmüdür. Engel ortadan kalkınca, daha önce yapılamayan yapılır anlamındadır. Şartların değişmesinin değişik tavır alınmasını mümkün kıldığını ifade eder.
Dolayısıyla, bundan bir hafta önce “insani yardım amacı dışında” ABD’nin IŞİD’e karşı başını çektiği hiçbir operasyona, hele askeri operasyona hiç katılmayacağını açıklamış olan Türkiye’nin eli, rehinelerin serbest kalması üzerine, serbest kalmıştır.
“Serbest kalan eli”ni nasıl kullanacaktır?
Tayyip Erdoğan, bunu da “3 aşamalı” olarak şöyle açıkladı:
“Atmamız gereken adımlarda ana başlık, 3 başlık çok önemli.
Bir tanesi uçuşa yasaklı bölgenin ilan edilmesi.
İki güvenli bir bölgenin Suriye tarafında tesis edilmesi ve bu bölgede artık yapılanmanın nasıl olacağı konusunun da inşallah şu anda yapacağımız toplantıyla enine boyuna çalışmalar yürütülüyor. Bu çalışmalarda ele alıp nihai adımlar atmak.
Üçüncüsü de burada bu süreci kimlerle nasıl yöneteceğiz, bunun içeriğini görüşmek.”
Açıkçası, bütün bunlar “kaçak dövüşme” izlenimi veriyor. Ankara’nın kafa karışıklığını yansıtıyor. Zira, “uçuşa yasak bölge” de, “Suriye tarafında güvenli bir bölge” veya “Suriye toprakları içinde tampon bölge” kurulması konusu, 2011 yılının sonunda Türkiye’nin talebiydi. Doğru talepti ama uygulanmadı. 2014 yılının son çeyreğinde, ABD ve bir dizi Sünni Arap ülkesi IŞİD’e karşı hava harekâtına girişmişken, Erdoğan’ın sözünü ettiği “3 aşama”, bundan bir hafta önceki “insanı yardımdan başka bizden birşey beklemeyin” tavrından 180 derece farklı olmakla birlikte, Türkiye’den beklenen ya da Türkiye’nin yapması gereken değildir.
Hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği bir husus var: IŞİD’in sonu hava harekâtı ile getirilemez.
Bu da doğru. Ama bunu böyle saptamak için uzman olmak gerekmiyor. Askeri anlamda kara harekâtı olmadan bitirilemeyeceği açık IŞİD’in. Eski Yugoslavya’da Kosova’daki hava harekâtı Miloşeviç’in belini kırmıştı ama Kosova’nın ezici çoğunluğu Arnavut ve Müslüman idi. Miloşeviç ve Sırbistan, orada gayrımeşru unsur haline gelmişlerdi. ABD önderliğindeki hava harekâtı, Sırp askeri güçlerini yenilgiye uğratmaya yetmişti.
IŞİD, Suriye ve Irak topraklarının bir bölümünde, Sünni zemin ve Arap aşiretlerinin yaşam alanı üzerinden hareket ediyor. Bu nedenle, “saha”da yenilmesi için öncelikle ve esas olarak “Sünni kimlikli” güçlerin devreye girmesi gerekiyor.
Bu açıdan, Türkiye’den daha belirleyici olan bir ülke ve –herşeye rağmen- güç yok. Hem bir “Sünni ülkesi” olarak algılanan büyük bir ülke ve hem de en önemlisi bir NATO müttefiki. IŞİD ile “sınırdaş” hale gelmiş olan tek NATO ülkesi. Bu bakımdan, uluslararası gündemin birinci maddesine oturmuş olan IŞİD ile mücadelede, Türkiye’nin ön almasından daha doğalı olamaz.
Hele hele “rehineler kurtulmuş” olduktan sonra.
Türkiye’nin IŞİD’le mücadele bakımından eşsiz önemini, dünkü Independent gazetesinin başyazısının upuzun başlığı gayet net biçimde ortaya koyuyordu:
“Türkiye sana ihtiyacımız var – IŞİD konusu daha fazla boğuntuya getirilemez”
Ve, başyazının giriş paragrafı ise aynen şöyleydi:
“Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın IŞİD’e karşı ABD’nin başını çektiği kampanyaya ülkesinin ‘hem askeri ve hem siyasi’ destek vermeyi düşündüğü bildiriliyor. Eğer bu destek verilirse, cihadi grubu yenilgiye uğratma ihtimali büyük ölçüde mümkün olabilecektir. Tek başına Amerikan hava saldırılarının IŞİD’in öyle bir yenilgiyi sağlaması beklenemez.”
O başyazının son cümlesi:
“Erdoğan’ın elleri şimdi daha serbest. Ülkesinin ağırlığını, sadece Türkiye’ye değil tüm bölge için bir tehdit olan IŞİD’le savaşın arkasına koymasının zamanıdır.”
Türkiye’nin yöneticileri, gerçekten ve Türkiye’nin aslında olması gereken şekilde bir “bölge gücü” olmasını istiyorlarsa, başka çareleri de yoktur. Başbakan’ın meraklısı olduğu kavram ile “jeopolitik”in gereklerini yerine getirmeyip, “kaçak dövüşen” ve sürekli tumturaklı lâf üreten bir Türkiye, bırakın “büyük güç” gibi davranma hesaplarını, kendisini “küçültme” riskine girer.
Kendisine “dünya lideri” denile denile “Türk’ün Türk’e propagandası”nın son bir yıl içindeki bir numaralı öznesi haline getirilen Cumhurbaşkanı’nın “bir numaralı dünya forumu” olan BM Genel Kurulu’nda boş sıralara konuştuğunu gördük. Havuz medyasının photoshop oyunları yetmiyormuş gibi, “Lider”i pohpohlamaktan hızını alamayanlar, şimdi kalkmışlar, Erdoğan’ın, boş sıralara konuşurken kimsenin dinlemediği ve merak etmediği BM’ye posta koyan sözlerinden ötürü, bir de “Küresel İsyan’ın Sözcüsü” sıfatını takarak, onu yıkama-yağlama ameliyesine tabi tutuyorlar.
“Dünya Lideri” ya da “Küresel İsyan’ın Sözcüsü”nü 200 yakın BM ülkesinin devlet ve hükümet başkanlarından bir tanesi merak edip dinlemez mi?
BM Genel Kurul salonunun o boşluğu, Tayyip Erdoğan yönetiminde Türkiye’nin son bir yılda aldığı yolda “dünyada nereye vardığı”nın hazin bir fotoğrafıdır.
IŞİD’e karşı mücadele aslında Türkiye’ye (ve Tayyip Erdoğan’a) bu fotoğrafı yine değiştirebilme şansını sunuyor. Ancak, bu değişiklik, New York dönüşü sözünü ettiği “3 aşama” ile olacak gibi gözükmüyor.
Türkiye için bugün gelinmiş olan noktada –Erdoğan’ın New York’tan Türkiye’ye döndüğü sırada- en öncelikle ve öncelikli olarak yapılması gereken, Kobani’nin IŞİD’in eline düşmesini önlemektir. Dahası, IŞİD’i Kobani çevresinden uzaklaşmaya zorlamaktır.
Ankara’da böyle bir irade mi görülüyor, yoksa şakaya gelmeyeceğini sezdiği Amerikan baskısı altında ne yapacağını tam kestiremeden Türkiye’ye dönen Cumhurbaşkanı’nın hükümete de sirayet eden şaşkınlığı mı?
Paylaş