İsminizin, hiç de hafife alınmayacak bir kurum tarafından Nobel jürisine önerilmesi oldukça sürpriz bir hadise. Adaylıkla bile olsa adınızın Nobel’le anılması ne hissettirdi size?
- Şaşırtıcı olduğu kadar onur vericiydi de. Kurucuları arasında Czeslaw Milosz, Wale Soyinka gibi Nobel ödülü almış şair ve yazarların olduğu Mihai Eminescu Akademisi bana bu yıl bir madalya ödülü ve Theatre Omnia adında bir ödül de vermişti. Bundan başka Moldavya Yazarlar Birliği’nin edebiyat dergisi okurlarınca yılın en çok sevilen şairi seçilmiştim. Nobel Edebiyat Ödülü adaylık yazısında, benden bahisle “Ataol Behramoğlu, insan ruhunu ve dünya şiir dilini zenginleştiren verimli kaynaklardaki yapıtıyla seçkin bir edebiyat adamıdır. Onun lirik yaratıcılığı, özgürlüğün, duyguyla ve sözcük güzelliğiyle yaşamanın bir başka biçimini ortaya koyuyor” deniliyor. Herhangi bir ödüle aday gösterildiğinde ya da kendisine bir ödül verildiğinde, söz konusu şair, yazar kendisine “Ben buna layık mıyım” sorusunu sormalıdır. Söz konusu olan büyük bir uluslararası ödülse, soru şöyle sorulmalıdır: Benim bir şair olarak başka ülkelerin insanlarına da söyleyecek bir sözüm var mı?
Sizin var mı peki?
- Evet, benim başka ülkelerin insanlarına da söyleyecek bir sözüm var ve katıldığım uluslararası şiir festivallerinde bunu görüyorum. Şiirlerim ve onları sunuşumdaki içtenlik, doğrudanlık, hangi milletten olursa olsun izleyiciyi etkiliyor. İnsanlar şiiri yeniden hissediyorlar...
SÖZCÜKLERİN ÖTESİNDE
“Olaylar, görüntüler, sesler vardı Marakeş’te, anlamları sözcüklerle ne dile getirilen ne de kısıtlanabilen, ancak insanın içinde oluşup kendini duyuran sesler vardı, sözcüklerin ötesinde, sözcüklerin kendilerinden daha derinlikli ve çok daha anlamlı sesler.” Bambaşka bir coğrafyadan kalkıp gittiği Müslüman Arap şehri Marakeş’te gördüklerini ama en çok ‘duyduklarını’ hayranlıkla ve yer yer hayret ve eleştiriyle anlatıyor, Elias Canetti. Adeta deve sırtında ilerleme ritmiyla kaleme aldığı ‘Marakeş’te Sesler’ denemelerini Kamuran Şipal, Canetti’nin bütün inceliklerini bize göstererek çevirmiş. Çarşılardan baharat kokusuna, dilencilerden deve kervanlarına kadar her şeyi kendi “sesiyle” aktarıyor... Sel Yayıncılık tarafından yayımlandı.
FARKLI BİR KADIN TARİHİ
Kozmetikten giyime, ev eşyasından televizyon programlarına kadar birçok alanda kadınlara dayatılan ‘imaj’a tanık oluyoruz. Jennifer Lopez gibi dolgun kalçalara veya bir başkası gibi incecik bele sahip olmak dışında sanki bir seçenek yokmuş gibi, ilerliyor her şey. Kadının toplumsal tarihinin büyük bölümü giysilerin, kozmetiğin ve maddi kültürün içine gömülü ne yazık ki. Bunda da temel etken 20’nci yüzyıl başında Avrupa’da, bilhassa 30’ların Hollywood’unda başlayan “glamour” kültürü. Duygu Akın’ın çevirdiği, Can Yayınları tarafından yayımlanan ‘Gösteriş’ adlı incelemesinde Caroly Dyhouse, kadın tarihindeki maddi kültürü, bunların feminist yaklaşımdaki tartışmalarıyla birlikte ele alıyor.
ADETA DOĞU AVRUPA TARİHİ
Daha önceki kitaplarında derin deniz batıklarını, herkesen adını bildiği tarihi hadiseleri sayfalarına taşıyan Clive Cusler, Thomas Perry ile beraber ‘Mezar’ adlı romanında; Macaristan’ı işgal edip Roma İmparatorluğu’nu parçalayan Hunlar’a götürüyor bizi. Hikâyeye milattan sonra 453 yılında başlıyoruz. Sonraki bölümde tam o sıralarda gerçekleşen savaşta ölen bir Hun savaşçısının yaşlı kemikleri bulunur kahramanlarımız tarafından. Sonrası Macaristan’tan Almanya’ya, Rusya’dan Kazakistan’a kadar uzanan CIA ve diğer büroların cirit attığı bir maceraya dönüyor. Arkeolojik buluntuların yarattığı etkiyle bütün bir Doğu Avrupa tarihini müthiş bir şekilde romanının macerasına dahil ediyor usta yazar. Süleyman Genç’in Türkçeye çevirdiği ‘Mezar’, Altın Kitaplar tarafından yayımlandı.
CİNSELLİK HER ŞEYİ İÇERİR
Türk edebiyatının en geniş coğrafyalara yayılan yazarlarının başında gelir Nedim Gürsel. Akdeniz havzası başta olmak üzere, bütün bir dünyadan şehirler çıkar karşımıza. Kahramanlarının çoğu da yolda, hareket halindedir daima. Ya zorunlu olarak başka bir ülkededir, ya aşk yolunda başka bir diyardadır, ya da aşk acısıyla bir başka şehirdedir. Neredeyse birer gezgin olan kahramanlarının ‘aşkî’ durumu bütün erotizmiyle yansır öykülere, romanlara. Ki, erotizm Nedim Gürsel edebiyatının en önemli unsurlarındandır. Gürsel’in yeni öykülerinden oluşan ve Doğan Kitap’tan yayımlanan ‘Tehlikeli Sevişmeler’ kitabı, güzelliğin tadını bilen ve utanmadan söyleyen erkek ve kadınların hikâyelerini bir araya getiriyor. Ve Walt Withman’ın “cinsellik her şeyi içerir” sözündeki zenginliği bütün öykülerine yansıtıyor.
UYKU GİRMEZ GÖZLERİME
Normal şartlarda uykusuzluk, kişinin uyumak ya da uykusunu sürdürmek istediğinde ya da bunu yapması gerektiğinde, süreklilik gösterecek şekilde bunu yapamaması olarak tanımlanıyor. Tarihin ilk “uykusuz” kahramanı elbette Gılgamış’tan başkası değil. Gılgamış, kendini ölümsüz sandığında uykusuzluğa dayanabiliyordu örneğin. Haruki Murakami ‘Uyku’ adlı anlatısında tam on yedi gündür uyuyamayan kadın kahramanıyla yeni bir “uykusuzluk” destanı yazıyor adeta. Bir gün yatağa uzandığında tıpkı, gençlik döneminde bir ara olduğu gibi uyuyamadığını fark eden kahramanımız, uyku/uykusuzluk üzerine uzun uzun düşünmeye başlar. Adeta uykuları çalınmış gibidir! Bir noktadan sonra elinde tüm bir gece olan anlatıcımız, bir yandan bütün hayatının muhasebesini yapmaya başlar, diğer yandan tıpkı eski günlerdeki gibi okumaya verir kendini. En çok da ‘Anna Karenina’da bulacaktır huzuru! Yunan mitolojisinde “uykusuzluk” ve gece olan olaylar Tanrıların bile müdahale edemediği bir durum olarak ele alınır. Haruki Murakami ‘Uyku’ adlı anlatısında Yunan mitolojisine selam ederek “geceye saygı” şiiri yazıyor. Kat Menschik’in rüya gibi desenleriyle zenginleşen kitap, Hüseyin Can Erkin’in Japonca aslında çevirisiyle Doğan Kitap tarafından yayımlandı.
REBUS JÜBİLE YAPIYOR
İskoç yazar Ian Rankin’in polisiye hayatımıza kazandırdığı en nev’i şahsına münhasır polis John Rebus’ın “resmi” olarak emekliye ayrıldığı macera ‘Veda Müziği’. Yine Dilek Şendil tarafından çevirilip YKY etiketiyle okurla buluşan önceki kitap ‘Ölüleri Anmak’ta Rebus’ın emeklilik için gün saydığını hatırlayacaktır dikkatli okurlar. Hatta YKY tarafından yayımlanan ilk Rankin kitabı ‘Başkasının Mezarı’nda Rebus 5 yıldır emekli olsa da rafa kaldırılmış bir dosyanın peşine düşmekten kendini alamaz. İşte o efsanevi polisin emeklilikten önceki son meselesi yer alıyor ‘Veda Müziği’nde. İşin polisiye tarafını bir kenara bırakırsak, Rankin, Rebus aracılığıyla Britanya’daki kentsel dönüşüm ve “rant”, “mafya” müesseselerini hikâye ediyor. ‘Veda Müziği’ Rebus’ın mesleğe vedası olduğu kadar, İngiltere’de geride kalan yıllara da bir veda aslında. Romanın orijinal ismi ‘Exit Müzik’ bir Radiohead şarkısı. Yani İngiltere’de cinayetler işleyen Rus mafyasının hikâye edildiği romanda sağlam bir fon müziğiniz var... Anlı şanlı Rebus’a da böyle bir jübile yakışırdı zaten.
FELSEFE EĞLENCELİDİR
Sokrates’ten günümüze gelene kadar, bilhassa Batı tarihinde yüzlerce filozof sayarız. Buraya kadar her şey normal. Ancak biraz müfredatın etkisi, biraz da felsefeyle toplumsal olarak aramızın iyi olmaması yüzünden, felsefeye sıkıcı bir alanmış gibi bakar birçokları. Filozoflar somurtuk, söyledikleri sözler çok kafa karıştırıcı gelir. Oysa değil. Neticede onlar da birer insan ve onlar da böyle şeylerden sıkılırlardı muhtemelen. Olivier Dhilly ‘Diyojen’in Fıçısı ve Diğer Felsefe Öyküleri’nde Antik dönem filozoflarından Modern zamanların filozoflarına kadar, felsefe tarihinin en önemli yaklaşımlarını, kuramlarını, teoremlerini, tezlerini ve onların karşıt görüşlerini hikâyeleriyle birlikte anlatıyor. Thales’in kuyusuna giriyoruz önce, Platon’un mağarasından çıkıyoruz hemen. Wittgenstein’ın maşasına, Nietzsche’nin çekicine ve nihayet Derrida’nın yapısökümüne kadar geliyoruz. Dhilly sakin sakin anlatıyor bütün felsefe tarihini. Kitap, İsmail Yerguz’un çevirisiyle, Say Yayınları’nın ‘Herkes İçin Felsefe’ serisinden yayımlandı.
PATAFİZİK NEDİR? FAUSTROLL KİMDİR?Söze, “Patafizik nedir” sorusunun kısa ve yalın cevabını vererek başlamak gerek; “Patafizik bir bilimdir.” Biraz detaylandırmak gerekirse, patafizik, metafiziğe, içinde ya da dışında, eklenen şeyin bilimidir. Metafizik, fiziğin ne kadar ötesine uzanırsa patafizik de metafiziğin o kadar ötesine uzanır. Kafanız karıştıysa bir tanım daha sunalım: “Patafizik hayali çözümler bilimidir; potansiyel olarak tanımlanmış nesnelerin özelliklerini, taslak görüntülere sembolik olarak atfeder.” Yani bundan hareketle, kolaylıkla Tanrı’nın yüzeyini hesaplayabilirsiniz. Sonuç olarak karşımıza şu çıkar: “Tanrı sıfır ile sonsuzun teğet noktasıdır.” Haliyle patafizik bilimdir! Neler zırvalıyor bu diyenler varsa henüz Alfred Jarry ile tanışmamış ve onun Übü’den sonra hayatımıza dahil ettiği Patafizikçi Doktor Faustroll’ü hiç duymamış demektir. Gerçeküstü tiyatronun atası, Perec’ten Boris Vian’a, Brecht’ten Dadacılık’a, hatta postmodern yaklaşıma kadar birçok yazara ve akıma tesir eden Alfred Jarry’nin kaleminden çıkma bir “kutsal kitap” ‘Patafizikçi Doktor Faustroll’un Davranış ve Görüşleri’. Kahramanımızın ismine gizli ‘Faust’u ve karşımızda ne kadar şeytani bir dehanın olduğunu dikkatli okurlar çoktan fark etmiştir. İşte 1898 yılında Circassie’de ve altmış üç yaşında doğan (!) bu adamın nasıl bir hayat sürdüğünün ve dünyayı yerinden oynatacak görüşlerinin “absürd” anlatısı bu kitap. Jarry, tartışmasız, zihinleri allak bullak eden kitabında her satırında harikalar yaratıyor. Oulipo’nun nereden beslendiğini çok iyi göreceğimiz “bölüm adları”ndan tutun yarım kalan metinlere, daldan dala atlayan Dadacı anlatımlardan Ulysses’i kıskandıracak mitolojik serüvenlere, her bölümü bir yazar/şaire adadığı ve edebiyat dünyasını fena sarakaya aldığı bölümlere kadar kalbur üstü edebiyatın en sıkı örneğini veriyor Jarry. Paris’ten Paris’e deniz yoluyla gitmek gibi fantastik bir işe soyunan kahramanların, insan dilinde yalnızca “ha ha” demeyi bilen çıkık-kıçlı büyük papion maymunlarının, müzikal fışkırmaların olduğu “neo-bilimsel roman”ı Işık Ergüdenin hiçbir “şakayı” gözden kaçırmayacağımız Türkçesiyle okumak ayrı keyifli. Bu ihmale gelmez kitap, Sel Yayınları tarafından yayımlandı.
ÇAĞDAŞ AVRUPA’NIN ŞİFRESİ: İSPANYA İÇ SAVAŞI
1910-1931 yılları arasında Avrupa’da yüzyıllardır hüküm süren monarşik rejimler yerlerini değişik cumhuriyetlere, demokratik rejimlere veya demokratik özlemleri karşılayacak yönetim biçimlerine devretmişti. Almanya, Avusturya, Çek Cumhuriyeti gibi örneklerin sıralandığı bu rejim değişiklikleri 1910’da Portekiz ile başlar ve sonuncusu ise İspanya’da karşımıza çıkar. Tuhaftır, tüm bu tecrübeler askeri darbeler veya faşistlerce sona erdirilir. II. Dünya Savaşı’na giden yolu hazırlayan sürecin en “önemli” örneğini ise İspanya’da görürüz. Zira 1936’da yaşanan askeri darbe sonrası ülke tam ortadan ikiye bölünür. I. Dünya Savaşı’na katılmayan İspanya; Almanya, İtalya ve Sovyet Rusya’nın birkaç yıl sonra dünyayı kasıp kavuracak savaş öncesi prova alanına döner. Kimi yeni silahlarını, tanklarını gönderir, kimi para yardımında bulunur. Aynı şekilde kilise, faşistleri destekleyerek bunun yeni bir Haçlı seferi olduğuna vurgu yapar. Sonrası, büyük usta Hemingway’in ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’ romanında veya tam bu savaşta yaşananlara anlatan belgesel roman ‘Yasımı Tutacaksın’da anlatıldığı şekilde ilerler. Uygur Kocabaş’ın Türkçeye aktardığı, Julian Casanova’nın ‘İspanya İç Savaşı’nın Kısa Tarihi’ adlı kitabı, ülkeyi savaşa götüren süreci ve savaşta yaşananları hiçbir detayı atlamadan aktarıyor. Cumhuriyetçiler ve faşistlerin kimi şehirlerde sokak köşelerinde çatıştığı, başkentin birkaç kere değişmesine sebep olan savaşın kitabı İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.
TAM BİR LEZZET ŞÖLENİ
Muriel Barbery’nin ilk romanı ‘Gurmenin Son Yemeği’. Kitabın arka kapağında da ustalıkla özetlendiği üzere; “ömrünün son gününde gençliğin ilk tadını hatırlamaya çalışan bir gurme hakkında” bir roman bu. Hemen açık Proust referansını görüyorsunuz. Bazılarımız, Proust’a çoklukla ve ne yazık ki sadece koku/tat ve hatırlama üzerinden referans verilmesinden sıkılmıştır. Haklılar da. Çünkü Proust sadece “kurabiye” üzerinden hatırlanması gereken bir yazar değil. O, eserlerinde 19’uncu yüzyıl sonu 20’inci yüzyıl başı Fransası’nın bütün detaylarını bir dantel gibi işlemiştir. Muriel Barbery de asıl Proustvari edebiyat hamlesini tam da burada yapıyor. ‘Gurmenin Son Yemeği’ krallara layık sofralardan (ki kendisi o sofraların kralıdır zaten) başlayıp büyükannesinin soslu yemeklerine ve çocukluktan bugüne kadar tanığı olduğu bütün mutfak içi manzaralarını anlatıyor. Tıpkı Proust gibi bir kültüre, bir döneme, bir yaşantı biçimine ayna tutuyor. Üstelik kahramanımızın dudağındaki parlak yağı, parmak uçlarındaki ıslaklığı, hissettiği bütün iştahı görüyorsunuz. Aynı iştahla okutuyor bize Barbery, dünyanın en lezzetli sofralarında şölen yapan bu gurmenin sözlerini. Armağan Sarı’nın ustalıklı çevirisiyle Kırmızı Kedi etiketiyle yayımlandı.
“BENZERSİZ” LEOPARDİ
NIETZSCHE YAŞAMINIZI NASIL DEĞİŞTİREBİLİR?
Alain de Botton’un ünlü kitabını hatırlarsınız muhakkak. ‘Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir’ adlı kitabında de Botton, ünlü Fransız yazar Marcel Proust’un sözlerinin aslında birer kişisel yardım rehberi olarak okunabileceğini savunuyordu. Botton, “büyük felsefi fikirler ve edebiyatı gündelik yaşama uyarlama” fikrini bundan kısa süre önce kişisel bir faaliyet olmaktan çıkarmış ve bir ekip işine çevirmişti. ‘Nietzsche’den Hayat Dersleri’nin yazarı John Armstrong da bu ekibin üyelerinden birisi ve o da Nietzsche’nin sözlerinin, yaptıklarının birer kişisel yardım rehberi olarak okunabileceğini söylüyor. İşin güzel tarafı gerçekten böyle bir konu için karşımızdaki en zengin kaynaklardan birisi Nietzsche. Zira o, her sözünde “hayatı olumlama” fikrine bağlı kalmış, insanı ve insanca olanı yüceltmiştir. Tanrı’yı bile kendi kendimizin tanrısı olabilmemiz için öldürmemiz gerektiğini söyleyerek, bize doğru yolu gösteriyordu. Şimdi John Armstrong, onun bütün yazdıklarından hareketle (hatta konuyla en alakasız olduğunu sandıklarımızda bile) bize hayatı daha anlamlı ve yaşanır hale getirmenin yollarını gösteriyor. Böyle bakınca sanki bir “kişisel gelişim” kitabından söz ediyorum gibi durabilir ama endişelenmeye gerek yok, kaynağı Nietzsche olan bir şey iyidir. Kitap, Azade Aslan’ın çevirisiyle Sel Yayıncılık tarafından yayımlandı.
‘GÜNLÜK’TEN ÇOK DAHA FAZLASI
Son zamanlarda yayımlanan en önemli günlüklerden biri ‘Sinan’ın Günlüğü’. Dikkatli okurlar, her satırının altını çizmekten heder olacaklar, şimdiden söyleyeyim. Günlüğün yapısı alışılmışın dışında, çünkü Sinan Uluant’ın günlüğü olsa da, yazan anneannesi Sâmiha Ayverdi. Sanırım şimdi taşlar yerine oturuyor birçokları için. Ayverdi, torunu Sinan doğduktan kısa süre sonra her yıl için bir defter tutup, onu içinde bulunduğu çevre ile birlikte aktarmaya başlamış günlüklerde. Öyle basit, mamasını yedi, altını değiştirdik gibi şeylerden söz etmiyorum. Samiha Ayverdi, torununun davranışlarını kimi hadiselere verdiği tepkileri, zamanla gösterdiği gelişim ve değişimi ve elbette girip çıktığı ortamlardaki tavrını anlatıyor. 1953’ten başlayıp 1961’e kadar devam eden notlarda en hacimli dönem 1955 ve 1956 yıllarına ait. Yazan kişi Sâmiha Ayverdi olunca dönemin ‘cemiyet’ hayatına dair çok önemli detaylar da yer alıyor kitapta. Dönemin resim, edebiyat ve diğer sanat insanlarının, kısaca entelektüel çevresinin buluşmalarından ve elbette ‘İstanbullu bir ailenin’ İstanbul hayatından detaylar ise günlüklerin gizli hazinesi… Kubbealtı Neşriyat tarafından yayımlanan kitap o kadar çok şey söylüyor ki, altını çizmediğiniz satır kalmayacak, benden söylemesi.
BİR YURTSUZLUK ANLATISI
Baştan belirtelim, ‘Sürgünler Çağı’ adlı romanında Elie Wiesel, II. Dünya Savaşı’nın ölümden beter yıkımlarından birini başka diyarlara göçmek zorunda kalanların, kimliklerini ve vatanlarını yitirenlerin yaşadıklarını anlatıyor. Bu kadar! Ama, kendi hayatından da izler taşıyan karakterinin sıra dışı yaşam serüvenini anlatırken hem Katolik Öğreti’yi, hem Yahudi Öğreti ve kültürünün bütün unsurlarını mukayese ediyor, hem de edebiyat ve felsefe referanslarıyla kahramanı aracılığıyla vatansızlık meselesini irdeliyor. Gerçi bir dönem Amerikan filmlerini anımsatan melodramik bir final bizi biraz yabancılaştırsa da, sıradışı bir kökler ve arayış hikâyesi, başka biçimde yazılmış bir bildungsroman (oluşum romanı) okuyoruz. Çünkü kahramanımız Gamaliel, çocukluğunda Katolik İlonka’ya emanet edilmiş ve hayatta kalması için Hıristiyan Peter olmak zorunda kalmış bir Yahudidir. Aslında bir şarkıcı olan ama kimi zaman neredeyse fahişelik yapmak zorunda olan İlonka’nın nasıl bir “azize” olduğunu anlatıp, dönemin “yurtsuz” Yahudilerinin kendi küçük cemaatleri içinde nasıl bir sosyal hayatları olduğunu da aktarıyor. Başka ‘çok satan’ yazarlara sözleşmeli hayalet yazarlık yapan Gamaliel aracılığıyla kendi hikâyesini bütün edebi ve felsefi mirasına saygı duruşunda bulunarak anlatıyor Wiesel. Helikopter Yayınları tarafından yayımlanan, faşizmin Macaristan’daki etkisinin dramatik anlatısı ‘Sürgünler Çağı’nı Renan Akman çevirdi.
‘AYRILIK OLMAYAYDI’
Ahmet Kaya’nın sesiyle beynimize işleyen Nevzat Çelik dizesi gelsin aklınıza; “ölmek ne garip şey anne”. Ölüm üzerine düşünen, düşündüren cümlelerden ilk akla geleni olduğu için hatırlatıyorum bu cümleyi. Zira “ölüm” üzerine felsefî, ahlakî, dinî çerçeveden insanlık tarihi boyunca farklı zamanlarda farklı sorular sorulmuş, üzerine çokça düşünülmüştür. Ama ölüme sosyolojik bir çerçeveden bakmanın, ölümün sosyolojik yansımaları üzerine düşünmenin üzerinden çok geçmiş değil. Mitolojinin, destanların, kutsal kitapların, edebiyatın, hatta kimi bilimsel olayların temelinde bile yer alan ölümün, yeni yeni sosyolojik yaklaşımlar tarafından nasıl değerlendirdiğini ele alıyor ‘Ölme Üzerine Bir İnceleme’. Allan Kellehear’ın hazırladığı kitapta 12 ayrı yazıda 14 uzman, ölümün tüm kapsama alanını ‘çocuğa’ anlatır yalınlıkta ve muazzam biçimde aktarıyor. Genç ölmekten ölümsüzlük peşindeki Gılgamış’a, ekonomik durumdan siyasi etki ve dini algı alanlarına, hayvan ölümlerinin yarattığı etkiler ve beraberindeki tartışmalarla, sanattaki tezahürlerine ve felsefedeki karşılıklarına, intihardan “ölme hakkı”nı kullanmaya, kimi zaman söyleyiverdiğimiz “öldü de kurtuldu”nun ne anlama geldiğine kadar her konuyu inceliyorlar. Ölüm denince akla gelen tüm kavramları eksiksiz anlatan müthiş bir ölüm incelemesi. Barış Zeren’in iyi çevirisiyle Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi etiketiyle yayımlandı.
‘Tristram Shandy’ gibi dünyanın en olağanüstü eserlerinden birine imza atmış, büyük Laurence Sterne’in kaleminden bir gezi kitabı, gezi romanı, gezi anlatısı okumak ister misiniz? Elbette istersiniz. İstemelisiniz de... Şimdiye kadar yapılmış bütün ‘yazın okunacak kitaplar’ listelerini eksik ilan etmemizi sağlayacak bir kitap. Çünkü, ölmeden önce okumanız gereken kitaplardan birisi bu. Okuduktan sonra hak vereceksiniz bana. Sterne, sadece tüm detaylarıyla (Karl Ove duymasın) bir aşk uğruna, Fransa İtalya arası gezisini anlatmıyor çünkü, daracık alanda harikalar yaratıyor. Söze girerken kendini şöyle izah ediyor: “Kısacası, cümle gezginler toplumunu aşağıdaki başlıklar altında özetleyebiliriz: Aylak Gezginler, Meraklı Gezginler, Sahtekâr Gezginler, Gururlu Gezginler, Kibirli Gezginler, Melankolik Gezginler. Bunları Zoraki Gezginler izler. Suçlu ve Sabıkalı Gezgin, Talihsiz Masum Gezgin, Basit Gezgin, en son olarak da (nazik müsaadelerinizle), Duygusal Gezgin vardır (bununla kendimi kastediyorum)...” Adeta bir şiir gibi gezginler tarihinden de dem vuruyor aslında, Don Quixote gibi ölümsüz bir kahramanın doğmasına vesile olmuş gezgin edebiyatlarına da selam veriyor ve kendi farkını ortaya koyuyor, “kibirli bir alçakgönüllülükle”. Sonrası dönemin en güzel anlatısı! Mutlaka okuyun, eşinize dostunuza da okutun. Laurence Stern’in ne yazık ki yarım kalmış olan ama fazlasıyla mutlu eden ‘Duygusal Bir Yolculuk’ kitabı Nihal Yeğinobalı çevirisiyle Can Yayınları tarafından yayımlandı.
ŞİİR GALAKSİSİNE YENİ BİR YILDIZ
Son haftalar birçok ‘galaktik’ keşifle çalkalanıyor dünya. Uzaya, o sonsuz boşluğa dair çok haber okur olduk. O yüzden Türk şiiri için eşsiz bir “galaksi” dediğim zaman herkes neden söz ettiğimi anlayacaktır. Zira içinde irili ufaklı onlarca ‘Dünya’nın, gezegenin, ‘yıldız’ın, çekim alanının, gaz ve toz bulutlarının, yeni oluşumların olduğu bir galaksidir, Türk şiiri. O galaksinin, en özgün unsurlarından biri de Kaşgar’ın emekçilerinden Cevdet Karal’ın şiiridir. Hele son kitabı ‘Cesedi Nereye Gömelim’de gerek dil kuyumculuğu, gerek yalınlığı hatta doğallığı, ses tonu vs. itibariyle kendi şiir dünyasına, Satürn misali yeni, dikkat çekici bir halka ekliyor. İlk önce ‘uzun’ tek bir şiir olarak kaleme aldığı ‘Cesedi Nereye Gömelim’i, yani kendi cesedini parçalara ayırarak, gömmeyip, önümüze koyuyor. Suçuna ortak oluyoruz her şiirini okuduğumuzda, içimizdeki bir cesedi gömecek yer arıyoruz. Balkon, kapı, ev ve daha nice metaforuyla Karakoçları, Necatigilleri ve nicesini gösterip, başından sonuna kendi elini oynuyor. Yılın şiir umudu. ‘Cesedi Nereye Gömelim’, Everest yayınları tarafından yayımlandı.
MEĞER ÇOK BASİTMİŞ
2000’li yılların ‘kent’ trendlerini sıralayın dendiğinde, muhakkak o listede ‘fotoğraf çekmek’, yani bir fotoğraf kulübü ve uzman eşliğinde yapılan, elde fotoğraf makineli gezmeler yer alacaktır. Şehrin herhangi bir yerinde dolaşırken, karşınıza on küsur kişilik gruplar çıkar. Ellerinde tüfek gibi fotoğraf makineleriyle en güzel kareyi yakalamaya uğraşan gruplardır bunlar. Hayatın yorgunluğunu, mesai sıkıntısını atmak için ideal hobilerden birisi. Beraberinde tavsiye edilen kitaplar da vardır. Fakat ne gariptir, daha ilk sayfadan itibaren ‘fotoğraf nedir’ sorusuna cevap veren bu kitaplar renk, ışık, gölge, pozlama, diyafram gibi kavramları izah ederken, sanki dünyanın en karışık denklemini anlatıyormuş gibi art arda sayısal değerler sıralarlar. Pozometreyi şu kadar açın, bilmem nereyi bu kadar daraltın, değeriniz 100 olsun, gölgeniz 500 olsun... İş bir noktadan sonra, otomatikte beş, manuelde on beşe bağlanıp içinden çıkılmaz hâle gelir. İngiliz fotoğrafçı ve yazar Hanry Carroll, bu meselenin o kadar da ’karışık’ olmadığı iddiasıyla ‘İyi Fotoğraflar Çekmek İçin Bu Kitabı Okuyun’u yazmış. Sedef Özge’nin Türkçeye çevirdiği ve Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan kitapta, ‘güzel fotoğraf’ çekmek için en önemli aletin ‘gözler’ olduğunu söyleyerek söze giriyor. Hiç de haksız değil. Sonra o pozlama, gölge, ışık, diyafram gibi kavramları olabilecek en basit biçimde anlatarak; Henri Cartier-Bresson’dan Sebastiao Salgado’ya kadar 50 usta fotoğrafçının kareleriyle birlikte izah ediyor. Kulüp jargonlarından, karışık grafik görsellerden arınmış tertemiz dilli bir fotoğraf kitabı. Meraklısı için not; yazarı “henrycarroll” adıyla instagram’dan da takip edip haklı olduğunu görebilirsiniz...
HERKESIN ‘RÖNESANSI’ KENDİNE
Yerli ama daha çok yabancı birçok toplumbilimci için modernitenin köklerini en çok ‘Rönesans’ta aramak gerekir. Daha çok sanatla ilgili konuşurken aklımızın bir kenarında tuttuğumuz bu kavram aslında sosyolojik olarak da önemli bir etki alanına sahip. Dönemin sanatla beraber değişen, gelişen sosyal düzenlemelerine dikkat ettiğimizde çok da aykırı bir şeyden söz edilmediğini kabul ederiz zaten. Aynı şekilde ekonomide de... Ancak ne olursa olsun söze önce İtalyan Rönesansı’ndan girilir çünkü kerteriz noktası asla değişmeyecektir. Bilhassa Avrupa için. Çünkü kronolojik olarak İtalyan Rönesansı’ndan asırlar önce yaşanmış olmasına rağmen, Arabistan, Çin, İran, Hindistan gibi dünyanın başka coğrafyasında yaşanan rönesanslar da, İtalyan rönesansı üzerinden değerlendirilir. İşte; Jack Goody, ‘Rönesanslar’ adlı kitabında “tarihsel olarak” öncelikle Avrupa açısından “eşsiz” olan İtalyan Rönesansı’nın sosyolojik, dinsel ve başka sosyal açılardan değerlendirildiğinde, başka coğrafyalarda da yaşanmış benzer dönemler üzerinden sadece Avrupa’ya özgü olmayan, bir toplumsal “yenilenme” olduğunu anlatıyor. Diğer bir açıdan bakıldığında sadece Hıristiyan Avrupa’da değil, Müslüman, Budist ve Musevi coğrafyada yaşanan, birçok açıdan “altın” yılları ortaya koyuyor. Bahar Tırnakcı’nın titiz çevirisiyle Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı.
‘DOĞU’DA VE BATI’DA BAKIŞIN TARİHİ’
Sanat tarihçisi, yazar Hans Belting’in müthiş sanat tarihi kitabı ‘Floransa ve Bağdat’ kitabının alt başlığını aynen, yazının başlığı olarak kullandım. Çünkü tam olarak dediğini yapıyor ve Batı’da Floransa, Doğu’da bilhassa İslâm coğrafyasında, resim, mimari ve diğer sanatlarda ‘perspektif’in kullanılma biçimini, yani ‘bakış’ biçimlerini anlatıyor. Jack Goody’nin ‘Rönesanslar’ adlı kitabında sanat tarihindeki etkisinden söz etmiştik. İşte o rönesansı var eden asıl unsuru, gözün gördüğü yani resme bakan kişinin ‘bakışı’nı, farklı coğrafyalardaki tezahürleriyle anlatıyor, Belting. Tabii diğer taraftan sanatçının ifade edişinden hareketle, ‘birey’i de ele alıyor. Önce basit biçimde, perspektif’in ne olduğunu, nereden doğduğunu anlatıyor. Perspektifi sanat tarihindeki gelişimi üzerinden anlattığı için de kitap birden bire sürükleyici bir romana dönüveriyor! Bağdat ve çevresi üzerinden, Müslüman coğrafyanın perspektif yaklaşımının nasıl olduğunu ortaya koyuyor Belting. İslâm’ın sanat üzerindeki etkisini de, sanatçıların bunu nasıl kullandığını da aktarıyor. Tüm bunları öyle keyifli okutuyor ki, başka zaman biraz göz korkutacak bir konuyu, eksiksiz ve mükemmel biçimde aktarıyor. Zehra Aksu Yılmazer’in dile bütün hakimiyetini ortaya koyan ustalıklı çevirisi ayrıca önemli. Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı.