Paylaş
PATAFİZİK NEDİR? FAUSTROLL KİMDİR?
Söze, “Patafizik nedir” sorusunun kısa ve yalın cevabını vererek başlamak gerek; “Patafizik bir bilimdir.” Biraz detaylandırmak gerekirse, patafizik, metafiziğe, içinde ya da dışında, eklenen şeyin bilimidir. Metafizik, fiziğin ne kadar ötesine uzanırsa patafizik de metafiziğin o kadar ötesine uzanır. Kafanız karıştıysa bir tanım daha sunalım: “Patafizik hayali çözümler bilimidir; potansiyel olarak tanımlanmış nesnelerin özelliklerini, taslak görüntülere sembolik olarak atfeder.” Yani bundan hareketle, kolaylıkla Tanrı’nın yüzeyini hesaplayabilirsiniz. Sonuç olarak karşımıza şu çıkar: “Tanrı sıfır ile sonsuzun teğet noktasıdır.” Haliyle patafizik bilimdir! Neler zırvalıyor bu diyenler varsa henüz Alfred Jarry ile tanışmamış ve onun Übü’den sonra hayatımıza dahil ettiği Patafizikçi Doktor Faustroll’ü hiç duymamış demektir. Gerçeküstü tiyatronun atası, Perec’ten Boris Vian’a, Brecht’ten Dadacılık’a, hatta postmodern yaklaşıma kadar birçok yazara ve akıma tesir eden Alfred Jarry’nin kaleminden çıkma bir “kutsal kitap” ‘Patafizikçi Doktor Faustroll’un Davranış ve Görüşleri’. Kahramanımızın ismine gizli ‘Faust’u ve karşımızda ne kadar şeytani bir dehanın olduğunu dikkatli okurlar çoktan fark etmiştir. İşte 1898 yılında Circassie’de ve altmış üç yaşında doğan (!) bu adamın nasıl bir hayat sürdüğünün ve dünyayı yerinden oynatacak görüşlerinin “absürd” anlatısı bu kitap. Jarry, tartışmasız, zihinleri allak bullak eden kitabında her satırında harikalar yaratıyor. Oulipo’nun nereden beslendiğini çok iyi göreceğimiz “bölüm adları”ndan tutun yarım kalan metinlere, daldan dala atlayan Dadacı anlatımlardan Ulysses’i kıskandıracak mitolojik serüvenlere, her bölümü bir yazar/şaire adadığı ve edebiyat dünyasını fena sarakaya aldığı bölümlere kadar kalbur üstü edebiyatın en sıkı örneğini veriyor Jarry. Paris’ten Paris’e deniz yoluyla gitmek gibi fantastik bir işe soyunan kahramanların, insan dilinde yalnızca “ha ha” demeyi bilen çıkık-kıçlı büyük papion maymunlarının, müzikal fışkırmaların olduğu “neo-bilimsel roman”ı Işık Ergüdenin hiçbir “şakayı” gözden kaçırmayacağımız Türkçesiyle okumak ayrı keyifli. Bu ihmale gelmez kitap, Sel Yayınları tarafından yayımlandı.
ÇAĞDAŞ AVRUPA’NIN ŞİFRESİ: İSPANYA İÇ SAVAŞI
1910-1931 yılları arasında Avrupa’da yüzyıllardır hüküm süren monarşik rejimler yerlerini değişik cumhuriyetlere, demokratik rejimlere veya demokratik özlemleri karşılayacak yönetim biçimlerine devretmişti. Almanya, Avusturya, Çek Cumhuriyeti gibi örneklerin sıralandığı bu rejim değişiklikleri 1910’da Portekiz ile başlar ve sonuncusu ise İspanya’da karşımıza çıkar. Tuhaftır, tüm bu tecrübeler askeri darbeler veya faşistlerce sona erdirilir. II. Dünya Savaşı’na giden yolu hazırlayan sürecin en “önemli” örneğini ise İspanya’da görürüz. Zira 1936’da yaşanan askeri darbe sonrası ülke tam ortadan ikiye bölünür. I. Dünya Savaşı’na katılmayan İspanya; Almanya, İtalya ve Sovyet Rusya’nın birkaç yıl sonra dünyayı kasıp kavuracak savaş öncesi prova alanına döner. Kimi yeni silahlarını, tanklarını gönderir, kimi para yardımında bulunur. Aynı şekilde kilise, faşistleri destekleyerek bunun yeni bir Haçlı seferi olduğuna vurgu yapar. Sonrası, büyük usta Hemingway’in ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’ romanında veya tam bu savaşta yaşananlara anlatan belgesel roman ‘Yasımı Tutacaksın’da anlatıldığı şekilde ilerler. Uygur Kocabaş’ın Türkçeye aktardığı, Julian Casanova’nın ‘İspanya İç Savaşı’nın Kısa Tarihi’ adlı kitabı, ülkeyi savaşa götüren süreci ve savaşta yaşananları hiçbir detayı atlamadan aktarıyor. Cumhuriyetçiler ve faşistlerin kimi şehirlerde sokak köşelerinde çatıştığı, başkentin birkaç kere değişmesine sebep olan savaşın kitabı İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.
TAM BİR LEZZET ŞÖLENİ
Muriel Barbery’nin ilk romanı ‘Gurmenin Son Yemeği’. Kitabın arka kapağında da ustalıkla özetlendiği üzere; “ömrünün son gününde gençliğin ilk tadını hatırlamaya çalışan bir gurme hakkında” bir roman bu. Hemen açık Proust referansını görüyorsunuz. Bazılarımız, Proust’a çoklukla ve ne yazık ki sadece koku/tat ve hatırlama üzerinden referans verilmesinden sıkılmıştır. Haklılar da. Çünkü Proust sadece “kurabiye” üzerinden hatırlanması gereken bir yazar değil. O, eserlerinde 19’uncu yüzyıl sonu 20’inci yüzyıl başı Fransası’nın bütün detaylarını bir dantel gibi işlemiştir. Muriel Barbery de asıl Proustvari edebiyat hamlesini tam da burada yapıyor. ‘Gurmenin Son Yemeği’ krallara layık sofralardan (ki kendisi o sofraların kralıdır zaten) başlayıp büyükannesinin soslu yemeklerine ve çocukluktan bugüne kadar tanığı olduğu bütün mutfak içi manzaralarını anlatıyor. Tıpkı Proust gibi bir kültüre, bir döneme, bir yaşantı biçimine ayna tutuyor. Üstelik kahramanımızın dudağındaki parlak yağı, parmak uçlarındaki ıslaklığı, hissettiği bütün iştahı görüyorsunuz. Aynı iştahla okutuyor bize Barbery, dünyanın en lezzetli sofralarında şölen yapan bu gurmenin sözlerini. Armağan Sarı’nın ustalıklı çevirisiyle Kırmızı Kedi etiketiyle yayımlandı.
“BENZERSİZ” LEOPARDİ
İtalyan ve dünya edebiyatının usta ismi Italo Calvino, 19’uncu yüzyıl başında yaşamış Giacomo Leopardi’yi açıkça “çağdaş İtalyan edebiyatı”nın asıl kaynağı olarak görür ve onun eserini “başka edebiyatlarda bir benzeri bulunmayan Hisseli Kıssalar” diyerek över. Gerçekten modern ve sonrası İtalyan yazarlarının paragraflarında yarattığı harikaların öncülü, ‘Hisseli Kıssalar’ adlı sıradışı diyaloglu denemeler kitabındaki metinlerdir. Leopardi, hisseli kıssalarında dünya ile ayı, moda ile ölümü, şeytani Farfarello ile Malambruno’yu, bir cüce cin ile bir başka cini konuştururken insanlığa ateşi armağan eden Prometheus’u bahse sokuyor... Bunları yaparken keskin ironisi ve ustalıklı yergisiyle “insanlık hikâyesi”ni yine insanların arzuları, hayal kırıklıkları ve kusurlarıyla birlikte aktarıyor. Kadim metinleri, mitolojik anlatıları hiç aratmayacak diliyle, İtalyan edebiyatının en seçkin örneklerinden birini ortaya koyuyor. Everest Yayınları’nın klasikler dizisi içinde yayımlanan bu “başyapıt”ı Kemal Atakay Türkçeye çevirirken, kaleme aldığı giriş yazısıyla Leopardi ve büyük eseri ‘Hisseli Kıssalar’ın neden “benzersiz” olduğunu ortaya koyuyor. Henüz okumamış olan kaldıysa, duyurulur.
Paylaş