YAPILMASI GEREKENLER
* Akşam yemeğinde fazla kaçıracağım endişesiyle gündüz kendinizi aç bırakmayın. Kan şeker regülasyonu bozulunca akşam daha fazla yeme eğilimi söz konusu olur. Ayrıca uzun süreli açlıklar metabolizma hızını yavaşlatır.
* Mutlaka gün içinde yeterli su tüketmeye özen gösterin. Kilogram başına 30-35 ml su tüketin. İçine tarçın ve karanfil ekleyin. Her öğünden önce 2 bardak için.
* Sabah yumurtalı sebzeli bir omlet ve tahıllı ekmek tercih edilebilir.
* Öğlen yemeğinde sebze yemekleri ve yoğurt veya peynirli bir salata olabilir.
Yılbaşı ağaçları, ışıklı caddeler ve hediye paketleri sarıyor etrafımızı. Yılbaşının gelmesini bekliyoruz, üzerine düşünüyoruz, plan yapıyoruz, heyecanlanıyoruz ya da kaygılanıyoruz. Rutinlerimizden çıkıyoruz, hayatımızı gözden geçiriyoruz. Yeni yılın sembolik anlamı kişiden kişiye değişse de, temelde hayallere odaklanmak ve yenilenmek olarak çıkıyor karşımıza. Yeni yılda sağlıklı bir beden ve ruh. Araştırmalar en popüler yeni yıl kararlarının (yıllardır) kilo verme ve zayıflama odaklı olduğunu söylüyor. Sağlıklı beslenme, 5-10 kilo verme, dolaplarımızda bekleyen kıyafetlerin içine girebilme, diyete ve spora başlama, şekeri hayatızdan çıkartma gibi gibi... Kilo verme kararının bu denli popüler kılan elbette ki pratiğe dönüşememesi. Peki, ne oluyor da istediğimiz kiloya bir türlü ulaşamıyoruz? İdeal kilo denen şey neden hep bir hayal olarak kalıyor?
FARKLI BİR BAŞLANGIÇ
Yılın ilk gününde yeni bir başlangıç yapmak, yeni hedefler koymak herkes için farklı bir yaşamı da beraberinde getirebilir. Doktor Tayfur Yağcı, doğru bir beslenme sisteminin yaşamınızda neleri değiştirebileceğini anlatarak sağlıklı bir yaşama adım atmanın tüm kilit noktalarının ipucunu verdi. İşte o detaylar... Estetik ve güzel görünmenin ön plana çıktığı bir dönem yaşıyoruz. Gencinden yaşlısına, kadından erkeğe hemen herkes medikal estetik ve estetik cerrahi doktorlarına, güzellik salonlarına gidiyor. Peki dış görüntümüze bu kadar önem verirken içimizde neler oluyor biliyor musunuz? Toplumlarda kilolar artıyor, insülin direnci ve şeker hastaları çoğalıyor; astım, alerjik rinit, ürtiker, vs. alerjik hastalıklar, romatoid artrit, multipl skleroz, psoriasis, hashimato tiroid vs gibi bağışıklık sistemi etkileyen otoimmün hastalıklarda belirgin bir artış var. Yaşanan çevresel, toplumsal ve sosyal olaylar sinir sistemlerini bozuyor. Depresyon, panik atak, öfke, kızgınlık, unutkanlık, agresif davranışlar toplumları zorluyor. Vücudumuzun düzeni ve dengesi tüm bu olayların sonucu olarak bozularak ortaya çıkıyor.
ÖNCELİK BAĞIRSAKTA
Peki bozulan sağlığımızı düzeltmek için yani içimizi düzeltmek için ne yapmalıyız, tabii ki öncelikle bağırsağımızı düzeltmeliyiz. Bozulan bağırsak floramızın dengesini sağlamalıyız. Bunun için; * Gluten içeren besinleri daha az tüketin, buğday, arpa, çavdar gibi ürünleri azaltın. * Şeker ve karbonhidratlardan uzak durun. * Doğal ve organik ürünleri tercih edin. * Probiyotikten zengin beslenin. * Ev yapımı turşu, yoğurt, kefir ve soğan, sarmısağı beslenmenizden eksik etmeyin. * Gerekirse doktorunuza danışarak probiyotik desteği alın. Bunlar cildinize de iyi gelecektir. * Ve en önemlisi mümkün olduğunca sizi üzecek kişi ve olaylardan uzak durmaya, temizliğinize dikkat etmeye hayata daha olumlu bakmaya gayret edin. Sağlık içten dışa güzelliktir. Sağlıklı, mutlu, huzurlu ve başarılı bir yıl dileklerimle.
Yaşlandıkça her organda olduğu gibi gözlerde de bazı değişmeler oluyor. Göz yaşlanmasının yarattığı sağlık sorunlarının başında ise katarakt geliyor. Peki nedir bu katarakt? Kaşkaloğlu Göz Hastanesi Kurucusu Prof. Dr. Mahmut Kaşkaloğlu, “kısa ama öz” bir “katarakt” notu hazırladı. Bakın neler anlatıyor Kaşkaloğlu;
1Kişiye göre değişen hızda ilerleyen ve körlüğe kadar gidebilen görme azalması, kataraktın ilk belirtisidir. Göz bebeğinin rengi siyahtan griye, hatta kirli beyaza doğru döner. Çevre daha karanlık algılanır. Bulanık görme başlar. Renkler parlaklığını yitirir. Göz önünde bir “tül perde varmış” gibi hissedilir. Şeker hastalarında, ailesinde katarakt sorunu bulunanlarda, güneş ışınlarına -UV- daha fazla maruz kalan tropikal kuşakta ya da dağlarda yaşayanlarda, radyoterapi görmüş olanlarda, meyve ve sebzeden yoksun beslenenlerde, sigara içen, aşırı alkol tüketenlerde katarakt olasılığı daha fazladır.
YILDA 500 BİNİ GEÇTİ
Eskiye oranla teknoloji kullanımının çok yaygınlaştı ve daha iyi görme konusundaki talebin de ileri yaşlardaki insanlarda arttığını gözlemliyoruz. Türkiye’de 15 - 20 yıl öncesinde yılda 75 bin katarakt ameliyat yapılırken, nüfus o kadar artmamasına rağmen bu sayı yıllık 500 bini geçti. Bunun iki nedeni var. Ülkemizde de insanların yaş ortalaması giderek yükseldi ve doktora ulaşması kolaylaştı. Hastaların doktora hastalıklarıyla ilgili doğru bilgi vermeleri onları doğru yönlendirmeleri gerekiyor. Son yıllardaki tıp alanındaki gelişmeyi de göz ardı etmemeli. Akıllı mercek olarak anılan merceklerle hastaların ameliyat sonrası eskisinden de daha iyi görmeleri sağlanabiliyor. Ülkemizdeki hastaneler çevremizdeki ülkelere hatta Amerika’ya göre modern ve gelişmiş olanaklara sahip. Bu tıp sektörü açısından gurur verici bir durum.
EV KAZALARI AZALIYOR
Yapılan araştırmaların aynı sağlık durumunda katarakt rahatsızlığı bulunup ameliyat olan hastaların, ameliyat olmayan diğer hastalara göre daha uzun yaşadığını ortaya koyduğunu görüyoruz. Birbuçuk milyon insan üzerinde yapılan araştırma sonucu elde edilen istatistiğe göre, katarakt ameliyatı olan hastaların yaşam kalitesinin artması nedeniyle bu sonuca ulaşıldı.Özellikle 65 yaşından sonra görülmeye başlanan kataraktın yaşam kalitesini etkiliyor.Aynı yaşta, benzer sağlık durumuna sahip hastalar arasında yapılan istatistiğe göre katarakt ameliyatı olan hastaların ölüm oranının, ameliyat olmayanlara göre yüzde 30 daha düşük olduğu görülüyor. Bunun en önemli nedeni, hastanın ameliyat sonrası görmeye başlaması,yaşam kalitesinin artması, ev kazalarının azalması, ilaçların eksiksiz ve daha doğru kullanılması, sokaktaki günlük aktivitelerin gerçekleştirilebilmesi ve sosyal ortamlara girilebilmesi gibi gelişmeler de yaşanıyor. Kişiler, katarakt ameliyatı olduktan sonra daha aktif bir yaşam sürerek, tek başlarına kendi işlerini daha rahat görebiliyorlar.x
BAŞARI ORANI ÇOK ARTTI
Bakın neler anlatıyor Gedizlioğlu...
“Bağışıklık sistemi, canlıların hastalıklara karşı korunmasını sağlayan, hastalık etmenlerini ve tümör hücrelerini tanıyıp onları yok eden işleyişlerin toplamıdır. Bağışıklık ‘immünite’, bağışıklık sistemi hastalıklarını inceleyen bilim dalı ise ‘immünoloji’ olarak bilinir. Sistem, canlının bedenine giren virüslerden bağırsak solucanlarına veya bedenle temasta bulunan her türlü yabancı maddeye kadar tarama yapar ve bunları, canlının sağlıklı beden hücrelerinden ve dokularından ayırt eder. Bağışıklık sistemi, benzer özellikte ancak çok minik farkları bulunan maddeleri bile birbirinden ayırabilir. Böylece bağışıklık sistemi beden yapılarına çok benzeyen hastalık etmenlerini bile tanıyıp zararsız hale getirebilir. Buna karşı hastalık etmenleri de bedenin savunma yöntemlerini aşmak için kendilerini değiştirebilir, bedenin savunma duvarlarını aşabilirler. Doğadaki tüm canlılar kendilerinden olmayan doku, hücre ve moleküllere karşı savunma sistemlerine sahiptirler. En gelişmiş savunma sistemleri omurgalılarda olmakla birlikte birçok canlı türünün bağışıklık sistemi benzeri sistemleri olduğu bilinmektedir. Hatta bakteriler gibi basit tek hücreli canlılarda da onları viral infeksiyonlara karşı koruyan enzim sistemleri bulunur.”
İKİ BÖLÜM HALİNDE
* Doğal (doğuştan) bağışıklık: Doğuştan sahip olduğumuz bağışıklık. Kalıtsal öğeler içerir ve hemen ilk savunma hattını oluştururlar. Bütün bitki ve hayvan gruplarında bulunur.
* Edinilmiş (kazanılmış) bağışıklık: Bedenin belirli zararlı etmenleri hedef alacak özel madde ve hücreler üreterek belirli patojenlere karşı özel bir bağışıklık geliştirmesidir. Kazanılmış bağışıklık sistemi, bizi geçmiş deneyimleri temel alarak korur.
SİSTEMİN ELEMANLARI
Ülkemizde ağrı nedeniyle çeşitli yollara başvurarak derdine çare arayan, fakat yeterli tedavi olanaklarına kavuşamayan geniş bir hasta nüfusu var. Ağrı çeşitlerini, ağrı bilimi anlamına gelen algoloji branşı inceliyor. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Algoloji Bilim Dalı ve Anestezi ve Reanimasyon Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr Meltem Uyar, kronik ağrı tedavisi hakkında bilmeniz gerekenleri anlattı:
ÜÇ AY DEVAM EDİYORSA
“İnsanlık tarihi kadar eski olan ağrı kavramının günümüzdeki en geçerli tanımını Uluslararası Ağrı Araştırmaları Derneği (International Association for the Study of Pain= IASP) yapmıştır. IASP’nin tanımına göre ağrı; var olan veya olası doku hasarına eşlik eden veya bu hasar ile tanımlanabilen, hoşa gitmeyen duysal ve emosyonel deneyim olarak tanımlanmıştır. Minimum 3 ay devam eden ağrılar kronik ağrı olarak kabul edilmektedir.Ağrı, objektif, subjektif, duyusal ve psikojenik komponentler içermektedir ve bu nedenle ağrıya verilen yanıt kişiden kişiye değişmekte, hatta aynı kişide bile farklı olabilmektedir. Ağrı nedeniyle bireylerin günlük aktiviteleri kısıtlandığı gibi kronik ağrı çeken insanlarda psikososyal ve davranışsal bozukluklar gelişmekte ve bu insanlar hayata küsebilmektedir. Bu açılardan bakıldığında toplumsal bir sorun olan ağrı, sosyal ve ekonomik bir sorun olarak da kabul edilmelidir
Ağrı rahatsız edici ve hoşa gitmeyen duygu olarak tanımlanır.Yapılan birçok çalışmada insanların en sık doktora gitme nedeni olarak tespit edilmiştir.
YAŞAM KALİTESİNİ ETKİLİYOR
Bu mevsimsel değişimin doğal sonuçlarından biri de grip vakalarındaki artış. Kısacası başımızdaki pandemi de dikkate alındığında gripten aşılanarak korunmak bu yıl çok daha önemli bir ayrıntı. İsterseniz gelin biraz daha detaylara girelim... Yaklaşan kışla birlikte sağlık gündemimize yeni bir madde, daha doğrusu soru daha eklendi. Soru şu; “Gripten nasıl korunacağız, bu yıl da geçen yıl olduğu gibi grip aşısı olacakmıyız? Dr. Yılmaz Bay, bu yıl çok büyük bir grip aktivitesi beklediklerini söyledi .özellikle risk grubundakilere grip aşısı yaptırmayı önerdi. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Yılmaz Bay, “Güney yarımküreden aldığımız bilgiler bu sene kuzey yarımkürede grip hastalığının ağır seyredeceğini gösteriyor. Gripten korunmanın tek yolu da aşıdır” diyerek, şunları söyledi:
AŞINIZI YAPTIRDINIZ MI?
Kovid-19 rapel aşınızı yaptırdınız mı? Pandemi nedeniyle uyguladığımız maske, mesafe, temizlik ve kapanma önlemleri nedeniyle son iki yıldır grip mikrobuyla fazla karşılaşmadık. Bu nedenle; vücudumuz grip mikrobuna karşı yeterli antrenman yapamadı ve yeterli koruyucu antikor üretemedi. Grip mikropları da bu arada daha bir güçlendi. Şu anda güney yarımkürede etkin bir şekilde grip devam ediyor ve direnci kırık olan kişilerde ağır hastalıklara neden oluyor. Ülkemizde de şu anda grip tek tek hastalar şeklinde görülmeye başladı. Güney yarımküreden gördüğümüz kadarıyla bu yıl ülkemizinde içinde bulunduğu kuzeyyarım kürede aralık-şubat aylarında zirveye ulaşarak ağır tablolara neden olabilir. Bu nedenle risk altında ki kişilerin biran önce grip aşılarını yaptırmalarını öneriyorum. Grip aşısı kovid-19 hastalığını önlemez. Kovid-19 aşısı da gribi önlemez. Bu aylarda daha az görülen ve kısmen hafif seyreden kovid-19 hastalığının da artacağını ve daha ağır seyredeceğini düşünüyorum. O nedenle aşılarınızı ve rapel denilen tekrar doz aşılarınızı mutlaka yaptırmalısınız.”
GRİP AŞISINDA RİSK GRUPLARI
• Sık üst solunum yolu enfeksiyonu geçirenler,
• Sık kulak iltahabı ve sinüzit geçiren çocuklar,
Bu yazıyı okuyup da bu soruya ‘ben hiç yaşamadım’ yanıtını veren yok gibidir. Çünkü hemen her insan, yaşamı boyunca bir defa dahi olsa baş ağrısı ile karşılaşmıştır. Her bireyi ilgilendiren bu konuyu Nöroloji Uzmanı Dr. Gökhan Gürel ile konuştuk.
Baş ağrısını, ‘başın tamamında ya da belli bir kısmında, zonklayıcı, batıcı, oyucu ya da sıkıştırıcı nitelikte ortaya çıkabilen ve rahatsızlık veren bir durum’ olarak tanımlayan Gürel, bu durumun yaşam kalitesini etkilediğini, bazen de yaşamı tehdit eden ciddi bir hastalığın ilk habercisi olabileceğini kaydetti. Baş ağrısının nedenleri hakkında bilgi veren Gürel, ağrıların yüzde 90’ının beynin kendi ürettiği birincil baş ağrıları olduğunu, ikincil baş ağrısı nedenlerinin ise acil tıbbi müdahale gerektirebilen beyin tümörleri, beyin damar hastalıkları, enfeksiyonlar ve başka fiziksel hastalıklar olduğunu dile getirdi. Bu yüzden baş ağrısına eşlik eden bulantı, kusma, ışık, ses hassasiyeti gibi belirtilerin de özenle değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan Gürel, baş ağrısı tanısının detaylı nörolojik ve fiziksel muayene ile konduğunu ifade etti. Şiddetli, kusma eşlikli, ayakta, yatarken, öksürme ve ıkınma gibi fiziksel aktivitelerle ortaya çıkan, gebelikte ya da doğumdan sonraya ortaya çıkan, 50 yaşın üstü ve 16 yaşın altında başlayan ve çocuklarda ense bölgesinde ağrı olan baş ağrılarının ikincil olarak değerlendirildiğini söyleyen Gürel, “Bu durumda MR, tomografi, anjiyografi gibi nörolojik görüntüleme yöntemlerinin ve diğer laboratuvar incelemelerinin tanı koymakta oldukça önemli rolü olacaktır” dedi.
GÜNLÜK TUTMA ÖNERİSİ
Titizlikle yapılmış fiziksel ve nörolojik muayenede ağrıyı açıklayacak başka neden bulunamazsa migren tanısının konduğunu söyleyen Gürel, tedavi aşamasında ise yaşam tarzı değişikliğinin ve düzensiz uyku, az egzersiz, stres, açlık, kokular, parlak ışık, alkol, rüzgar, yüksek rakım, sigara, doğum kontrol ilaçları, adet dönemi ve bazı gıdalardan oluşan tetikleyiciler konusunda da farkında olunması gerektiğini savundu. Çikolata, çay, kahve, kola, alkol, kırmızı şarap, çiğ soğan, sarımsak, mayalı yiyecekler, fındık, fıstık, yağlı yiyecekler, süt, salam, sosis, vanilya gibi gıdaların da tetikleyici olduğuna işaret eden Gürel, “Migren hastaları ayrıca baş ağrısı günlüğü tutmaya özendirilmelidir. Baş ağrısı günlüğü tutulması hem hasta için, hem de hekim için oldukça önemli bilgiler elde etmeye olanak verir. Tüm bu önlemlerin dışında, migren hastalarında ilaç tedavileri dışında biyofeedback yöntemleri ve bilişsel davranışsal tedaviler de ağrı ataklarının önlenmesi ve kontrol altına alınmasında etkili olabilecek yöntemlerdir” dedi.
100 KİŞİDEN
16’SI MİGRENLİ
Ekonomi Üniversitesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Ayşin Öge, bu konuda bilgi verdi. Öge, “Tip 1 diyabet rahatsızlığı her yaşta her cinsiyette görülebildiği gibi genel olarak çocukluk veya ergenlik döneminde çok daha fazla karşılaşılan bir durum. Ondan dolayı da juvenil diyabet ismi de verilmiştir. Son yıllarda yapılan genetik araştırmalar 50 adet genin bu hastalığa yatkınlığı artırdığını göstermiş olsa da viral üst solunum yolu hastalıkları ile ilişkisi karmaşıktır.
BİRÇOK BELİRTİ VAR
Tip 1 diyabet hastalığı hızlı ve ani bir başlangıç ile kendini gösterir. Hastalığın erken dönemlerinde ortaya çıkan birçok belirti yer almaktadır. Bunlar; çok su içme isteği, ağızda kuruluk, normalden fazla idrara çıkma, ani kilo kaybı, gece idrara çıkmak için uyanmak, konsantre olmada güçlük, sinirlilik hali ve bulanık görme gibi semptomlardır. Ancak en önemlisi bu hastaların diyabetik ketoasidoz olarak tanımladığımız acil ve morbiditesi çok yüksek acil bir koma haliyle hastaneye başvurmalarıdır. Maalesef her türlü viral enfaksiyonlar bu koma halinin de ciddi şekilde artmasına sebebiyet vermektedir.
ÇEŞİTLİ ARAŞTIRMALAR
Koronavirüs ailesi ve diyabet hastalığı arasındaki güçlü ilişki 2003 yılındaki SARS epidemisinde ortaya çıkmıştır. Kovid -19 pandemisinde de Tip 1 DM gelişme oranının artığını gösteren araştırmalar yayınlanmaya başlamıştır. Son yıllarda yaşanan salgının hastalıklara olan etkisi, görülme sıklıklarına etkisi gibi birçok konuda araştırmalar yapılmıştır. Kovid-19 enfeksiyonunun diyabetli hastalarda mortaliteyi artırdığı biliniyor. Ayrıca Kovid-19 salgını sonrası yapılan araştırmalarda Tip 1 diyabet görülme sıklığının arttığı belirtilmiştir.