◊ Bir sinema filmindeki ilk başrolünüz. Kariyerinizin zirvesindesiniz, hiçbir şeyi kanıtlamaya ihtiyacınız da yok. Peki bu projeye neden evet dediniz?
- Çocukluktan beri bir sinema filminde oynamak en büyük hayalimdi aslında... Proje için Bradley ile Los Angeles’ta evimde buluştuğumuz anda aramızdaki kimya tuttu. O da İtalyan köklere sahip ben de... İkimiz de doğu yakasında doğup büyüdük. İlk buluşmadan itibaren birlikte çalışmak için her türlü bağlantı vardı aramızda.
◊ Neler oldu ilk buluşmada?
- Bradley geldiği andan itibaren onu kendime çok yakın hissettim. “Aç mısın” diye sordum, evde önceki akşamdan kalan makarnayı ısıttım ve konuşmaya başladık. Bana “Midnight Special’ı benimle söyler misin” dedi. Hemen şarkıyı buldum, piyanomun başına oturdum. Yan gözle Bradley’yi izliyordum çünkü gergin ve heyecanlıydım. Ben şarkıya başladım, Bradley de girdi, o an tahmin bile edemezsin nasıl şaşırdığımı. Durdum, “Aman Tanrım, Bradley harika bir sese sahipsin” dedim. O bana inandı, ben ona inandım ve filmi yapmaya karar verdik.
◊ “La Vie En Rose”yi Tony Bennett ile birçok defa söylediniz ama sette söylemek nasıldı?
- Farklıydı! Tony Bennett ile söylerken şarkıyı Lady Gaga söylüyordu. Filmde ise oynadığım karakter Ally söyledi. Kendimi unutup Ally’nin ruhuna bürünmeliydim. Ally haftada bir kulüplerde çıkıp şarkı söyleyen bir kız. Filmin başında hırslı değil, kendine inanmaktan vazgeçmiş ve depresyonda. Ben de New York’un doğusunda, kulüplerde şarkı söylediğim döneme geri döndüm, hayallerinden vazgeçmiş bir kız gibi performans sergiledim...
İLK KLİBİMİ ÇEKMEDEN ÖNCE BURNUMU YAPTIRMAMI İSTEDİLER
◊ En sevdiğim oyuncu–komedyenler arasında olduğunuzu röportaja başlamadan söylemiştim. Şimdi de yönetmen yönünüzü ortaya koyuyorsunuz. Yönetmen koltuğunda oturduğunuz ve senaryosunu yazdığınız ilk filminiz “Mid 90’s”in prömiyeri bugün Toronto Film Festivali’nde yapılacak. Neden oyunculuktan yönetmenliğe geçiş yapmak istediniz?
- Çok genç yaştan beri sektördeyim. Sahne ışıklarının altında büyüdüm. Son iki yıldır kendi filmimi yönetmeyi istiyordum. Hayat çok kısa, her şey hızla değişiyor. Ben de değişiyorum. Artık sadece kendim olmayı öğreniyorum. Şimdiye kadar hep başkalarının istediği şeyleri yaptım. Neden artık kendi yapmak istediğim fikri hayata geçirmeyeyim...
◊ Yaşla da ilgili değil mi insanın kendiyle barışık olma durumu?
- Sanırım ilgili... Neredeyse tüm gençlik yıllarımı başkalarını memnun ederek geçirdim. Şimdi de kendi yapmak istediğim hikayeyi yazdım ve yönettim. Kendi filmini yapmak ne kadar özel bir duygu anlatamam...
ANDREW LINCOLN : AiLEMDEN AYRI KALMAMAK iÇiN DiZiYi BIRAKIYORUM
◊ İlk sorum tabii ki diziden ayrılma kararınızla ilgili? Dizinin yüzü olarak verilmesi zor bir karardı eminim ki...
- Bence dizi ve hikaye sadece bir karakterden daha büyük. Soruna çok açık bir şekilde cevap vereceğim, dizi ile ilgili hiçbir şeye asla zarar vermem. Yokluğum diğer karakterleri öne itecek. 9’uncu sezonda bunu göreceksiniz, inanılmaz performanslara hazır olun. Kararımın sebebine dönersem, çocuklarımdan ve ailemden daha fazla ayrı kalmak istemiyorum. 9 yıl önce anlaşmayı imzalarken eşime “2 yıldan fazla sürmeyecek” demiştim. Sözümü tutma zamanım geldi de geçti bile. Kararımla ilgili ortaya atılan komplo teorilerini biliyorum. Hiçbiri doğru değil. Karar tamamen bana ait. Çocuklarımın büyüyünce bana “Sen nerelerdeydin?” dediklerini duymak istemiyorum.
◊ Kararınızı açıkladıktan sonra dizinin fanlarından gelen tepkileri duydunuz mu?
- Tepkileri anlıyorum. Dizinin takipçilerinin sevgisi beni çok etkiliyor, keşke hepsine tek tek teşekkür edebilsem. Çekimleri bitirdikten sonra rahatladığımı hissettim. Ama itiraf edeyim, geçen ay Comic Con’daki panelden çıktıktan sonra neredeyse ağlayacaktım. Fanlar tüm duygularımı açığa çıkarttı. “The Walking Dead” benim için işten fazlaydı, son 10 yılımın en güzel parçasıydı.
NORMAN’A TAVLAYI BEN ÖĞRETTİM AMA HEP O YENDİ
◊
◊ Son filminiz “Örümcek Ağındaki Kız”da Lisbeth Salander için yaşadığınız dramatik değişimi merak ediyorum...
- Lisbeth ile ilgili tüm bilgilere sahiptim ama o sıralar başka bir film çektiğim için aktif olarak hiçbir şey yapamıyordum. Diğer filmin çekimleri biter bitmez “Örümcek Ağındaki Kız”ın çekimlerinin yapılacağı Berlin’e gittim. “Karakterde neler olmamalı” sorusundan yola çıkarak başladık. Serinin tüm kitaplarını yeniden okuduktan sonra Lisbeth’in sadece farklı saç ve dövmelerle dolu bir kız olmadığına karar verdim. En başa gidip neden böyle bir görüntü seçtiğini anlamaya çalıştım. Kafamızda Lisbeth ile ilgili tüm soruları düşünüp bir kağıda döktükten sonra cevaplarımızı boş bir kanvasın üstüne resim çizer gibi işledik.
◊ Karakteri aşama aşama yarattınız yani...
- Aynen. Bilgisayarın içine girip üstün zeka işi hareketler yapan bu kız neden diğer insanların duygularını anlamakta zorlanıyor... Kafamızdaki var olan her soruyu tek tek cevaplayıp karaktere ekleyerek yolumuza devam ettik. Serinin tüm kitaplarını tekrar okuduktan sonra Lisbeth ile aramda güçlü bir bağ oluşmuştu zaten. İnsanoğlunu iyi gözlemleyen biriyseniz Lisbeth’in davranışlarının altındaki sebepleri bulmak zor değil.
◊ Karakter İsveçli, ama filmi Berlin’de çektiniz. Başka şehirlerde film çekerken o şehrin ruhuna da bürünüyor musunuz?
- Sanırım... Berlin’de mesela sahip olduğum saç kesimi, içimdeki Berlinliyi ortaya çıkardı. Çünkü Berlin’de neredeyse herkesin saçı öyle kesilmişti. Farklı olmak için saçlarımı alttan da kestirdim, bir baktım herkes aynı şeyi yapmış.
◊ İzlediğim son filminiz “Hotel Artemis”te başrolü Jodie Foster ile paylaşmıştınız. Nasıl bir deneyimdi Jodie ile karşılıklı oynamak?
- Jodie Foster ismi ilk başta gözümü korkuttu tabii ki... Onunla ilgili yıllar öncesine dayanan bir hatıram var aslında.
◊ Paylaşır mısınız bizimle?
- Tabii... 10-11 yaşlarındaydım. Bir Fransız kanalında haberlere çıkmıştı. Temiz, aksansız bir Fransızcası vardı. Annem onun aslında Fransız olmadığını söylediğinde şaşırmış ve etkilenmiştim. Çünkü Fransızca sonradan öğrenenler için aksansız konuşulması neredeyse imkansız bir dil. Yaptığı işlere ve yeteneğine gelirsek, bunu konuşmak, değerlendirmek benim haddim değil. “The Accused” en sevdiğim filmidir.
◊ Sette nasıl biri?
- Setteyken onun için her şey yarattığı karakterden ibaret. Başka hiçbir şeyin kendisini etkilemesine izin vermiyor. Hepsi bir yana Jodie Foster çok zeki bir kadın.
◊ Yeni filminiz “Climax” 9 Kasım’da gösterime girecek. Filmin prömiyeri Cannes Film Festivali’nde yapıldı ve “Directors Fortnight” ödülünü kazandı...
- Evet. Öncelikle şunu söyleyeyim, Gaspar Noe’nin filmlerini daha bu rol için düşünülmeden önce izlemiştim ben zaten. Yaptığı her filmi izliyorum.
Bill Skarsgard
HAYALET GİBİ GÖRÜNMEKTEN MEMNUNUM
◊ “It”te canlandırdığınız Pennywise’dan sonra yine bir Stephen King projesi olan “Castle Rock”ın gizemli karakteri The Kid ile karşımıza çıktınız. Nedir bu tür yapımlarda sizi çeken?
- Aslında ilk başta bu proje ile ilgili bana ulaştıklarında isteksizdim... Stephen King’in romanından uyarlanan “It”in ikinci filminin çekimlerini yeni bitirmiştim. Bana dizi için ulaştıklarında her şeyi gizli tutuyorlardı. Senaryoyu okumama bile izin vermemişlerdi. Ben de senaryosunu okuyamadığım bir projenin parçası olmak istemedim ama hayır da diyemiyordum. Uzun ısrarlar sonunda senaryoyu okumama izin verdiler. Okuduğum en güçlü senaryoydu diyebilirim. Diğer yaptığım Stephen King projesinden tamamen farklıydı. Dizide yaratılan dünya yeni ve orijinal... Dizinin yaratıcılarına hadi hemen başlayalım dedim.
◊ Oynadığınız karakter “The Kid” sırlarla dolu bir hücre mahkumu. Kötü bir karakter bence. “It”teki Pennywise da kötü bir karakterdi. “Kötü” kavramı size ne ifade ediyor?
- Doğru! The Kid aldatıcı bir karakter. İçinde saklı olan gizliliği ve gizemi fark etmek zaman alıyor... Pennywise’a gelirsem, şeytani ama kendinin kötü olduğunu düşünmeyen bir karakter. Zaten kötüler kendilerini hiçbir zaman kötü görmüyor. Onlara göre yaptıkları her şeyin bir sebebi var ve doğruyu yapıyorlar.
◊ Peki hücre hapsine mahkum insanlar hakkında araştırma yaptınız mı?
◊ Şarkıcı, oyuncu, iş kadını, moda tasarımcısı, dansçı, şarkı sözü yazarı, yapımcı... Nasıl mümkün olabilir ki bunca işi bir arada yürütmek?
- Bilmiyorum ki... Yoğunluktan ve yorgunluktan ölmüş olmalıyım aslında değil mi (gülüyor)... Genelde ne yapıyorum biliyor musun, bir sürü projeyi bir anda seçiyorum. Bu nedenle başımı birçok kez belaya sokmuşumdur zaten...
◊ Neden?
- Çünkü “Bu projeyi yapmak ister misin?” diye teklif geldiğinde ilk söylediğim “Ohh nasıl da eğlenceli bir iş gibi görünüyor” oluyor. Sonra proje günü gelip çatıyor. Dehşete düşsem de, korkudan ölsem de yapmak zorunda kalıyorum tabii.
◊ Hayatınızın kırılma noktalarında kimler var; kimler sizde derin izler bıraktı?
- Hiç şüphesiz listenin başında annem var. Ben 4 yaşımdan beri bu işi yapmak, bugünkü Cher olmak istiyordum. O bana bu konuda cesaret veren kişidir çünkü. Disleksik bir çocuktum, bu durum hâlâ da devam ediyor. O nedenle okulda hiçbir zaman başarılı olamadım. Çocukluğumda bugünkü Cher olacağımın işaretini veren hiçbir özelliğim yoktu. Fakat annem hep, çok belli etmesem de, çok akıllı gibi görünmesem de aslında akıllı olduğumu söylerdi! “Büyüyünce etrafında her istediğini yapacak insanlar olacak, hiçbir şey ile uğraşmak zorunda kalmayacaksın” derdi. Öyle de oldu. Listede ikinci sırada olan, hayatıma yön veren kişi de yapımcı Sonny (Bono) oldu. Sonny & Cher ikilisi olduk ve o sayede kariyerim başladı.
İSTEDİKLERİNİ BEDEL
◊ Travel Channel’a hazırladığınız belgesel projeniz için geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye gittiniz. Öncelikle Troya Savaşı’nı anlatan bölümün detaylarından biraz söz eder misiniz?
- Biz bu belgeselde, eski hikayeleri, mitolojik efsaneleri, onlarla ilgili ulaşılan son bilgileri ve gelişmeleri veriyoruz. Türkiye’ye de Troya Savaşı ile ilgili son keşifleri öğrenmek için gittik. Neler olup bittiğini, ulaşılan son bulguları uzmanlarla konuştuk. Troya Savaşı bir gerçek mi yoksa kurgusal bir mit mi sorusuna cevap aradık.
◊ Tarihe, eski kültürlere merakınız ne zaman başladı?
- 13-14 yaşlarımdayken, eski kültürlerin ve mitolojik olayların dikkatimi çektiğini, bu bilgileri öğrenmeye aç olduğumu fark ettim. İyi bir öğrenci değildim. Okula gitmeyi hiç sevmiyordum. Okulla ilgili sevdiğim tek şey tarih dersleriydi. Sanırım 8’inci sınıftayken tarih dersinde Yunan Mitoloji okumuştum. İyi not aldığım ve ödevlerimi yaptığım ilk ders o olmuştu... Diğer derslerde ödev yaptığımı hiç hatırlamıyorum (gülüyor). Sadece sınavlara girip sınıfı geçmeme yetecek kadar not almaya çalışırdım. Sadece tarih derslerinde ödev yapıyordum çünkü gerçekten öğrenmek istiyordum.
BU GİDİŞLE 6 ÇOCUK DAHA YAPARIM
◊ Belgeseli, Los Angeles merkezli olan, İstanbul’da da faaliyet gösteren Karga 7 Pictures çekiyor. Projenin yapımcıları Emre Şahin ve eşi Sarah Wetherbee ile nasıl tanıştınız?
- Birkaç yıl önce, daha son çocuğum doğmamışken tanıştık. “Son çocuğum” da dememeliyim aslında! Sonuçta birkaç yılda bir dünyaya çocuk getiriyorum, bu gidişle 6 tane daha yapacağım herhalde. Neyse, konuya dönersek... Bir proje geliştiriyordum. Fikir aşamasındaydı. Prodüksiyon şirketi araştırıyordum onun için. Derken bir arkadaşım Karga 7’den bahsetti. Emre’nin yaptığı birçok yapımı izlemiştim zaten. Hepsi harika, beğenerek takip ettiğim şovlardı. Benim için de belgeselimin güzel olması, izleyicinin ilgisini çekecek şekilde çekilmesi, gittiğimiz yerlerin ruhunu ve güzelliğini izleyiciye yansıtması, hikayenin anlatımı önemliydi. Karga 7’nin yapımlarını daha detaylı inceleyince isteklerime en güzel onların cevap vereceğini anladım. Devamında zaten birlikte çalışmaya başladık.