Banu Tuna

Amazon dedikleri o olmalı

10 Temmuz 2010
Ona karşı hislerimi, korkuyla karışık hayranlık olarak tarif edebilirim. Tekinsiz ve vahşi bir pumayı hatırlatıyor insana. Barbar Conan ve James Bond filmi ‘Ölüme Bir Bakış’ı seyrettikten, bir televizyon şovunda kafası atınca sunucuyu nasıl patakladığını öğrendikten sonra korkmuş, sesini duyduktan ve neden öyle görünmeyi seçtiğini okuduktan sonra hayran kalmıştım. Artık 62 yaşında ve bir miktar sakinleşmiş görünüyor. 16 Temmuz’da konser vermek için İstanbul’a geliyor. Andy Warhol’un ilham perisi, Stüdyo 54’ün ruhu o. 1980’leri yaratan birkaç kişiden biri. Grace Jones hala farklı, gösterişli, tehlikeli... Dünya gözüyle görmek lazım

İngiltere’de televizyon başına oturmuş, Russell Harty’nin canlı yayınlanan talk show’unu izleyenler, birden bire donup kaldı. Tepeden tırnağa siyah deri giymiş (eldivenler dahil), kısa ve kare kesilmiş saçları olan 1.79’luk siyah kadın, Harty’i basbayağı pataklıyordu. Kafesine fazlaca yaklaşan ziyaretçi yüzünden tepesi atmış bir pumayı andırıyordu daha ziyade. Tepesinin attıran da sunucunun onu görmezden gelmesi, diğer konukla ilgilenmek için sırtını dönmesiydi. 1981’de yaşanan olay, BBC’nin hazırladığı ‘tüm zamanların en ilginç televizyon olayları’ listesine 3. sıradan girdi. /images/100/0x0/55ea7674f018fbb8f8819288
Grace Jones’u bundan daha iyi anlatacak bir örnek olamaz. Çünkü o dikkat çekmeyi seven, itaat etmekten, aynılıktan, tekdüzelikten nefret eden oldu her zaman. Gidilecek tek yol varsa da, kendi yolunu yarattı.

ABANOZDAN YARATILMIŞ GİBİ

Jamaika’da doğdu, son derece muhafazakar ailesinin New York’a taşınması kurtuluşu oldu. Koca yekpare bir blok abanozdan oyulmuş gibi görünen bedeni, model ajanslarının hemen dikkatini çekti. Androjen görüntüsüyle gay’lerin ikonu oldu. Disko çağının dekadan günleriydi. Efsane Stüdyo 54’te başka bir efsaneyle; Andy Warhol’la tanıştı. Şarkı söylemesi için Grace’i teşvik eden de oydu.
Ama bugün bildiğimiz Grace Jones’u, Fransız fotoğrafçı Jean Paul Goude yarattı. Geometrik kesimli androjen kostümler, florasan makyaj, kısa ve üstü kare kesilmiş saç hep onun fikriydi. Tek bir dokunuşla stil ikonuna dönüştü. Şarkılarını yarı konuşur gibi, boğuk bir sesle söylemeye de o zaman başladı. Nightclubbing, Slave to the Rhythm, I’ve Seen That Face Before (Libertango), Pull Up To the Bumper’ı söyledi.

MAY DAY’İ HATIRLADIKÇA HERKES ÜRPERİR

1980’lerin ortalarından itibaren müzikal kariyeri düşüşe geçerken, sinemaya atladı. Bugün 30’larında olanlar, kendisinin Barbar Conan ve Ölüme Bir Bakış’taki (A View to a Kill) performansını ve görüntüsünü hatırladıkça hala ürperir. Elbette hiçbir zaman iyi bir oyuncu olamadı, hatta bir-iki defa en kötü oyuncu ödülüne de layık görüldü. 1990’ların başında da toptan emekliye ayrıldı zaten.
İstanbul Caz Festivali’nin programında ismini görünce yıllar sonra ürperdim yine. Bir yıl evvel Hurricane diye bir albüm çıkardığından da haberim yoktu, ne yalan. 1980’lere ait pek çok şeyle birlikte hafızalara ve tarihe gömüldüğünü sanıyordum. Aynı yıllara ait tozluklar, taytlar, fosforlu renklerle beraber geri döndüğünü öğrendim. Sevindim. Yoksa Grace Jones’u dünya gözüyle başka nasıl görecektim.

OSCARLI KOSTÜMCÜYLE ÇALIŞIYOR BİR KONSERDE YEDİ KEZ DEĞİŞİYOR

Tarzıyla Rihanna ve Lady Gaga gibi pek çok ismin en büyük ilham kaynağı, 80’lerin moda ikonu Grace Jones, konserlerinde hemen hemen her şarkıda kostüm değiştiriyor. Uzun yıllardır, Oscarlı tasarımcı Eiko Ishioka ile çalışıyor. Ishioka, Bram Stoker’s Dracula filmiyle kazanmıştı Oscar’ı. Bu bile Grace için ne kadar uygun bir seçim olduğunu gösteriyor. Çin, 2008 Olimpiyat Oyunları’nın açılış gösterisinde de kostümleri ona emanet etmişti.
Duyduğuma göre ikili İstanbul’a da birlikte gelecekmiş. Sahne arkasında, üstünü hızla değiştirmesini sağlayacak bir oda hazırlanacakmış.
Blogları karıştırınca, önceki konserlerinde ağzı bir karış açık kalmış insanların yorumlarını okuyabiliyorsunuz. Muhtemelen sırf bacakları benim boyumu bulan 62 yaşındaki bu kadını, yüksek topuklu stilettolarla dans ederken görünce yaşadığı şaşkınlığı anlatmış bazıları.
Yazının Devamını Oku

Kelebek etkisi

3 Temmuz 2010
İstanbul’un her yerini kelebekler sardı. 10 katlı binaların asansörlerinde, mağazaların soyunma kabinlerinde, alışveriş merkezlerinin otoparkında bile kelebekler uçuşuyor bu aralar.

Uzmanlar açıklama yapmış; nedeni aşırı yağışlar. Yağmurlar sürdüğü için şehir hala yemyeşil, tırtıllar da şu sıralar kozadan çıkıyor ve besin bolluğu nedeniyle sayıları artıyor.
Ama benim ilgimi çeken, kelebek (bana kalırsa besili güve bunların çoğu) bolluğundan ziyade olayın insanlar üzerindeki semiyotik yansıması.
Herkes bir işaret bekliyor sanki.
Aradıkları işareti de bulmuşlar: Kelebekler...
Ama neyin işareti?
Ayşe (Arman), birkaç gün önceki yazısında hayra yordu kelebekleri. Dizlerinden ameliyata giden Zehra Teyze’yi onlarla avutmuş: Bak her yerde kelebekler uçuşuyor, bu iyiye işaret.
Ama bindiğim taksinin şoförü öyle düşünmüyor. O yüzde yüz emin kendinden; deprem olacak. Kelebekler depremin habercisi.

Yazının Devamını Oku

Hayat değiştiren plastikler

26 Haziran 2010
Tupperware CEO’sunun İstanbul’a geldiğini duyunca, röportaj teklifinin üzerine atladım. Hayır, evde bu markaya ait tek bir plastik kap yok. Ama zaten ilgimi çeken, buzdolabında altı ay taze kalan domatesler değil; Amerikan sosyal hayatında fenomene dönüşen, Tupperware Etkisi denen şeye adını veren şirketin STK’lara taş çıkartan etkinliği...

Du Pont kimyagerlerinden Earl Tupper, öyle sosyal sorumluluk projeleriyle kafayı bozmuş bir adam filan değildi. Onu büyüleyen, plastiğin yeni bir türü olan polietilendi. Bu malzemeden saklama kapları üretiyordu. 1946’da, Tupperware adı altında bunları perakende mağazalarında satmaya başladı.
Brownie Wise da aynı yıllarda, yerel dağıtımcılardan plastik kap-kacak toplayıp kadınlara satıyordu. Satış konusunda bir dehaydı. Tupperware ürünlerinden o kadar çok satmıştı ki, Earl’in dikkatini çekti. Buluştular...
İkili ortaya tamamen yeni bir satış tekniği çıkardı. Plastik kapları, kadınlara ev partileri aracılığıyla doğrudan satacaklardı. Yıl, 1948’di. Bu sadece yeni bir pazarlama yöntemi değil, birkaç yıl içinde etkileri görülecek feminist bir araç, siyahlara uygulanan ayrımcılığa karşı yürütülen hareketin paravanıydı. Tabii onlar bunun henüz farkında değildi.
İkinci Dünya Savaşı sırasında erkekler cephedeyken, bütün yük kadınların sırtına kalmıştı. Dükkânları her sabah birinin açması, birilerinin otobüsleri kullanması, çocuklara eğitim vermesi, kısacası günlük hayatın devam etmesi gerekiyordu. Tüm ulusun eğlencesi beyzbol dahi bitme noktasındaydı. Tüm boşlukları kadınlar doldurdu. Kadın beyzbol ligi bile kuruldu.

ÇARŞAMBALARI MİSSİSSİPPİ’DE

Sonra savaş bitti, erkekler döndü, kadınlar evlerin yolunu tuttu. Fakat dışarıda olmanın, para kazanmanın, kendi ayakları üzerinde durmanın tadını almışlardı bir kez. İşte o noktada devreye Tupperware girdi. Mutfakta kalmalarının söylendiği bir dönemde (1950’ler), evlerinde arkadaşlarına parti düzenleyerek para kazanmaya başladılar.
Bundan yaklaşık 10 yıl sonra, plastik kaplar siyah hakları savunucularına harika bir kılıf oldu. Ülkenin güneyinde siyahlara yönelik şiddet olayları artmıştı. Kuzeyden kadınlar her hafta Mississippi’ye giderek, ırk ayrımcılığına karşı çalışmalar yürütmeye başladı. Grubun adı Wednesdays in Mississippi (Çarşambaları Mississippi’de) idi. Güvenlik için, haftalık seyahatlerin bir kılıfı olmalıydı. Tupperware partilerinden daha iyisi bulunamazdı. Pek çok kadın, cicili bicili giyinip sözüm ona plastik kap-kacak tanıtımı yapılan bir partiye katılmak için ülkenin diğer ucuna gitti her hafta. Kimi ırk ayrımına karşı çalışmalara katıldı, kimi sağlık yardımı götürdü, kimi de siyah çocuklara okuma yazma öğretmeye çalıştı.
Tupperware bugün 100’den fazla ülkede satılıyor. Davos’ta Tupperware Etkisi diye bir şeyden bahsediliyor. Kadınlara tanıdığı olanak, yoksullukla mücadelede yüzyılın mucizesi gibi görünen mikro kredi verme yönteminden farksız. 2.5 milyon kadın bu şirket için çalışıyor. Kimi kocasını bir akşam yemeğe çıkaracak kadar para kazanıyor, kimiyse tüm evini geçindirip çocuk büyütüyor.

Geçen yıl dünyada 16.5 milyon parti yapıldı

Tupperware’in ne olduğunu tek cümle ile anlatın desem...
- Bizi yanlış anlayanlar, plastik mutfak eşyaları satan bir şirket olduğumuzu söyler. Ama gerçekte bizim işimiz hayatları değiştirmek. Kadınlara fırsat tanıyoruz.

Bu tek bir cümle olmadı.
- Farkındayım. Tek cümle kurmak zormuş. Bir de bu soruyu kimin sorduğuyla ilgili. Wall Street’ten bir analistle konuşuyor olsam, dünyanın bir numaralı doğrudan satış şirketi derdim. Sokaktaki sıradan birine cevabım ise şu olurdu sanırım: Kadınlara hayatlarını değiştirmeleri için fırsatlar tanıyan bir şirket.

Nasıl değiştiriyorsunuz hayatları?
- Öncelikle bizimle çalışan kadınların mikro finansörüyüz. Eğitim sağlıyoruz, danışmanlık veriyoruz. Para kazandıkça kendinlerine güvenleri artıyor.

Sadece kadınlar mı satıyor ürünleri?
- Yüzde birden az oranda erkek satıcı da var. Kadınlar bu işi daha iyi yapıyor.

Dünyada kaç kadın sizin için çalışıyor?
- 2.5 milyon. Bunun 28 bini Türkiye’de. En çok satıcı Meksika’da. Yarım milyondan fazla sayıları.

Ev partileriyle satış tekniği hâlâ işe yarıyor mu? Ne de olsa eskisi kadar sıkı sosyal bağlar kalmadı. İnsanlar yalnızlaşıyor...
- İşe yaramak ne demek, önceki yıl her 2.3 saniyede bir parti düzenleniyordu. Geçen yıl 1.7 saniyeye düştü. Yani 16.5 milyon Tupperware partisi yapıldı. Son yıllarda bilgisayar teknolojileri sayesinde gelişen sosyal ağlar var. Kadınlar artık bunları kullanıyor. Parti duyuruları, davetleri, ürün siparişleri sosyal ağlar üzerinden yapılıyor.

Şu partilerden biraz bahsetseniz...
- En az 6, en fazla 8 kişiyle yapılıyor. Bu ideal bir sayı. Herkesle ilgilenmenize olanak tanıyor, hem de kârlı. İçeriği tamamen davet verenin yaratıcılığına kalmış. Herkesin kendi repertuvarı var. Avrupa’da Meksika yemeği partileri popüler örneğin. Belçika’da çorba partileri yapılıyor. Türkiye’de duyduğuma göre tatlı partileri popülermiş.

Partiler 1960’larda, Çarşambaları Missisippi’de grubu tarafından paravan olarak kullanılırken şirket yöneticileri durumun farkında mıydı?
- Şirketin inisiyatifiyle olan bir şey değildi ama herhalde haberleri vardı ve neticede bizim anlayışımıza aykırı bir durum değil. O kadınlar, güneyde ayrımcılığa uğrayan siyahların hayatlarını daha iyi hale getirmeye çalışıyorlardı.

Kadınlara fırsat tanımaktan, onlara ekonomik özgürlük vermekten bahsediyor ve bunun misyonunuz olduğunu söylüyorsunuz. Bu en başından beri Tupperware’in bilinçli olarak edindiği bir misyon mu, yoksa kendiliğinden mi oldu?
- Kendiliğinden oldu ama sonra sahiplendik.
Yazının Devamını Oku

Bir efsane nihayet sona erdi... Umarım...

19 Haziran 2010
Tek tesellim, sinemaya bu yazıyı yazmak için gitmiş olmam. Vazife icabı... Yoksa onlarca lüks markanın 146 dakikalık cafcaflı reklam filmine, üçüncü sınıf bir müsamereye, Amerikalı 4 cahil kadının sözüm ona maceralarına tahammül etmek zorunda kalmak yerine, kendimi yükseklerden atmayı tercih edebilirdim.

The Sex and the City eziyeti, ikinci filmle sona ermiş gibi görünüyor. Umarım yapımcılar dizinin anısına hürmeten üçüncüyü çekmeye kalkmazlar.
Oysa bu kadınlar, bundan 10 yıl önce böyle cahil değildi, aptal değildi, kafalarını markalarla, alışverişle ve seksle bu kadar bozmuş değildi. Bundan 12 yıl evvel yayınlanmaya başlayan dizinin, diziye kaynaklık eden kitabın bir pırıltısı vardı. Anlatacak meramı vardı. Eğlenceliydi, gerçekten.
Ama işte bir tavuktan kaç kez çorba çıkarabilirsiniz ki... Sonunda S.A.T.C., kendi kendinin kötü bir parodisi haline gelmiş.
Bu durumdan büyük ölçüde Sarah Jessica Parker’ın sorumlu olduğunu düşünüyorum. Dizinin birkaç bölümünde yardımcı prodüktörlük yapmıştı ama sazı eline asıl filmlerde aldı. İlk film gösterime girmeden kendisiyle kısa bir söyleşi yapmıştık. Hayatımda bu kadar kontrol delisi, semtine humor uğramamış bir kadın tanımadım. Yok yok, iddialı olmayayım, Türkiye’de yaşıyoruz, kesin tanımışımdır. Ama yani film de Sarah Jessica Parker gibi bir şey olmuş işte: Yavan ve tahammül fersa...

HUYSUZLUĞUMA VERİP ŞANSINIZI DENEYİN

Bu arada bu saçmalığı ciddiye alıp da, Müslümanlıkla dalga geçiyor, saldırıyor diyenlere de teessüf ederim. Filmin sözüm ona Abu Dabi’de (aslında Fas) geçen bölümlerinde benim gördüğüm tek şey, misafir olarak bulunduğu yabancı ülkenin sosyal yapısına saygı duymayan, kendini dayatan, hatta dünyanın kalanından bihaber kadınların aptal maceralarıydı.
Bu arada S.A.T.C.’nin gerçek fanatiklerinden biriyseniz, benim lafıma bakıp da ümidinizi kesmeyin. Sinemada benimle birlikte, 20’li yaşların başında kızlı erkekli birkaç grup vardı, çıkışta benim kadar kederli görünmüyorlardı. Hatta filmi seyrederken güldüklerini, sesli şaşkınlık, sevinme, üzülme tepkileri verdiklerini gözlemledim.

Yazının Devamını Oku

Neden bize bir kahraman lazım

12 Haziran 2010
Kahramanlarla ne alıp veremediğin var diyeceksiniz. Kafaya taktım, çünkü her gün gazete okuyorum desem? O kadar taktım ki, psikiyatr Prof. Kerem Doksat’la konuştum. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Arap basınında kahraman ilan edildi...
İsrail, gemi baskınına katılan askerleri kahraman ilan etti...
Kahraman Türk Enes, Avustralya’nın gururu...
Türk arama kurtarma ekibi Haiti’de kahraman ilan edildi...
Davos’tan dönen Başbakan, Atatürk Havalimanı’nda kahramanlar gibi karşılandı...
Eurovizyon birincisi Lena Meyer, Almanya’da milli kahraman ilan edildi...
New York’ta uçağı nehire indiren pilot kahraman ilan edildi...
Seyhan Nehri’ne düşen kadını kurtaran kahraman öğretmen...
Kahraman üniversiteli, Üsküdar’da dengesini kaybedip denize düşen adamı kurtardı...

ÇOCUKLARINI ÖLDÜREN MEDEA

Kahraman kelimesinin Latince kökeni, diğer pek çok şey gibi Antik Yunan’a dayanıyor. Onlar için kahraman, normal bir insanın kapasitesinin çok üzerinde işler başaran ama yine de ölümlü bir varlıktı. Öldüğünde arkasında ölümsüz bir hatıra bırakırdı, neredeyse tanrılarla eşdeğer saygı görürdü. Gerçi akla hayale gelmeyecek kötülüklere imza atmış insanlar da Yunan tarihine kahraman olarak geçtiler: Çocuklarını kocasından intikam almak için kendi elleriyle öldüren Medea gibi. İyi ya da kötü, kahraman olmanın değişmez kaidesi, insan olmanın sınırlarını zorlamaktı.

ŞÖHRETLERİ 15 DAKİKA

Artık kahramanlık konusunda, Antik Yunanlılar kadar müşkülpesent değiliz. Onurlu, omurgalı, doğru düzgün insan olmanın gereklerini yerine getirmek yetiyor kahraman ilan edilmek için. Ya da deli cesaretine sahip olacak, herkesin yerine pervasız davranacaksınız. Ama neticede kimse insan üstü başarılar beklemiyor. Artık kahramanlarımız ilham veren, bizim yerimize hayallerimizi gerçekleştiren, hislerimize tercüman olan, olmak istediğimiz insanlar. Düşünsenize kahramanı Paris Hilton olanlar bile var artık dünya üzerinde.
Yapılan kahramanlık üzerinden ölümsüzlük mertebesine erişme koşulu da epey değişti. Günümüzde kahramanlar hala ölümlü ama şöhretleri de 15 dakika sürüyor. Her gün yerlerine yenileri geldiğinden, kaçınılmaz bir sonuç. Çünkü her yerde deli gibi yeni kahramanlar arıyor, ilan ediyoruz.

Tehlike altındayken kahraman ihtiyacı artar

Kerem Bey, neden kahramanlara ihtiyacımız var?
- Bu insanlık tarihi kadar eski bir mevzu. İnsanlar daima sırtlarını dayayabilecekleri büyüsel, ilâhî bir metafizik güce, onun devamını teşkil edecek bir de kanlı canlı “insanüstü insana” inanma, güvenme ihtiyacı duymuşlar. En eski zamanlardan bu yana büyücü râhipler, şamanlar, kâhinler, medyumlar, şifâcılar... Derken modern zamanlarda da Süpermenler, Batmanlar? Kahraman, kendi aczimizi yansıtıp, onunla özdeşleşerek hayâlî olarak da olsa göğsümüzü kabartan simgedir. Sıradan insanların fevkalâde başarılarından sonra kahraman ilân edilivermeleri de benzeri bir durum.

Kahraman üretme ihtiyacı her toplumda aynı düzeyde mi?
- Bu, o toplumun sosyo-kültürel seviyesine göre değişir. Daha câhil toplumlarda daha metafizik özellikler aranırken, sosyo-kültürel seviyesi yüksek toplumlarda daha dünyevî, “bizden” birileri tercih edilir; tabii, uzaylılara ve benzeri kurgu kahramanlara da teveccüh artar.

Kahramanlığın dereceleri var mı? Örneğin bir insan hayatı kurtarmakla bir köpeğin hayatını kurtarmak ya da bir insan grubunun yazgısını değiştirmek eş midir? Ya da gören bir adamı kurtarmakla kör bir adamı kurtarmak arasında fark var mı?
- O toplumun değer yargılarına, hayattan beklentilerine göre değişen bir şey. Temel güvenlik ihtiyacı sağlanmış, gelişmiş ülkelerde bir köpeğin hayatını kurtarmak ciddi bir kahramanlık vesilesi olabilirken, kaotik, savaş içerisindeki toplumlarda insan hayatının kurtarılması çok daha büyük önem taşır. Eğer -meselâ- ölümden kurtarılmışsa, kurtarılanın kör veya gözlerinin sağlam olması pek fark etmez. Ama yaşlı bir kişiyi yangına dalıp kurtarmak her kültürde ve ülkede ciddi bir kahramanlık destanı kaynağıdır.
Geçenlerde ABD’de yaşlı bir adamın ölümü göze alarak marketteki silâhlı soyguncunun kafasında patlattığı şişe, onu kahraman hâline getirmişti meselâ. Pek çok genç ve güçlü erkeğin dahi cesaret edemeyeceği bu davranış, pek çok kişinin yetersizlik veya ürkeklik eğilimlerini de “gıdıklamıştır”. Eh, bu da bir beşerî zaafımız: Kıskançlık, en azından gıpta etme.

Kahramanlık hikâyeleri, filmleri, dizileri neden kitleler tarafından çok tutulur?
- Bu, insanoğlunun ortaklaşa bilinçdışındaki KAHRAMAN arketipini çağrıştırır da ondan. Arketipler (çok eskiden kalma numûneler) yüz binlerce senelik evrimsel süreç içerisinde insanın genomuna (kalıtsal temeline) giren ve asla çıkmayan evrensel imgeler yâni imagolardır: Yaşlı düşünen adam, nur yüzlü yaşlı kadın, büyükanne, mandala, erkek (animus), kadın (anima), anne, kahraman, çocuk, şeytan, hâttâ Tanrı... Yüzlerce arketip vardır. Ünlü Amerikan karşılaştırmalı mitoloji ve dinler tarihi uzmanı yazar Joseph John Campbell, “Binlerce Yüzlü Kahraman” kitabında bunu uzun uzun irdeler. Kahramanlık kavramı başarıyı, cesareti, takdir edilmeyi, özgüveni, kadiri mutlak olmayı, hâttâ Tanrı’yı oynamayı içerisinde taşıyan kondanse bir kavram. Herkes de bir şekilde kahraman olmak ister, olamazsa da olabilenlere öykünür. Bunun altında da onlara arketipal düzeyde duyulan hayranlık yatar.

Kahraman ihtiyacını arttıran psikolojik veya toplumsal (sosyolojik) durumlar, dönemler var mı?
- Tehdit veya tehlike altındaki toplumlarda, psikolojik ve sosyal ortamlarda temel güvenlik duygusu zedelendiği için, kahraman ihtiyacı da artar. Meselâ Türkiye hâlen çok ciddi böyle bir süreçten geçiyor. Bu sebeple de politik, dinî ve diğer aidiyet ve mensubiyet ihtiyacını karşılama konusunda pek çok gerçek veya abartılmış kahramanlara halkımız teveccüh etmekte.

KAHRAMAN LAZIM ÇÜNKÜ...

“Kitlelerin, sektlerin, kültlerin, etnisitelerin, dinlerin ve milletlerinin hepsinin ortaklaşa bilinç geliştirmeleri için kahramanlara ihtiyacı vardır. Bu arketipal-mitolojik kahramanlar, o toplumları bir arada tutan zamklardır: Bunlar efsanevî kişiler, tanrılar (kadim Yunan ve Roma), gurular, peygamberler gibi figürler olabilir.”
Yazının Devamını Oku

Ben SBS’ye bir hafta evvel girdim

5 Haziran 2010
Herkesin kendine özgü bir ilişki DNA’sı var. Her birimizin diğerleri ile ilişki kurma biçimi farklı. Ama genel çerçeveyi çizen bazı özellikler var. Bunların dozajı, yani bize ait formül farklılığı yaratan. İşte o özellikler: Liderlik, güvenç, empati, emniyet, bağlılık, özgürlük, geleneksellik, hesaplanabilirlik, problem odaklı sorun çözme, duygu odaklı sorun çözme.

Timothy Keiningham ve Lerzan Aksoy’un birlikte yazdıkları “Why Loyalty Matters” (Sadakat Neden Önemlidir) isimli kitaptan, geçtiğimiz haftalarda Eyüp Can köşesinde yazınca haberdar oldum. Zaten henüz Türkçeye çevrilmiş değil. Hayatın her alanında sadakatten bahseden, üstelik içinde bir de test barındıran kitap, haliyle iştahımı kabarttı.
Zamanlama da mükemmeldi, zira sadakat bu aralar gerçekten kafamı kurcalayan bir kavram.
Kitabın ilk sayfalarında, 1966-2004 yılları arasında Amerikan Film Birliği Başkanlığı yapmış Jack Valenti’nin bir sözü var: “Beni zamanı geçmiş bir dinozor olarak kabul edebilirsiniz. Ben sadakat ve minnettarlığın el üstünde tutulduğu bir dönemden geliyorum... Ne tuhaf ki, sadakat bugünlerde bir karakter bozukluğu olarak görülüyor...”
İşte sadakatle ilgili kafamı kurcalayan şeylerden biri bu. Kişiliğinizde bu özelliklerin (sadakat ve vefa) varlığıyla gurur duymak bu aralar neredeyse mümkün değil. Sadakate değer verdiğinize göre ya eski kafalı olmalısınız ya da “looser” (hadi şuna ezik diyelim). 21. yüzyıl insanlarının öncelik sıralamasında bu iki kavramın liderliğe yarıştıklarını söylemek güç. Sadakatin en popüler olduğu, el üstünde tutulduğu alan ekonomi, yani sık sık duyduğumuz “müşteri sadakati”. Onu da kredi kartı harcamalarımızdan her gün test ediyorlar zaten. Sadakatinizden kuşku duyarlarsa da hemen cep telefonunuza mesaj gönderiyorlar.
Kitap genel olarak hayatın her alanında sadakatin öneminden, beraberinde mutluluğu da getirdiğinden bahsediyor. Bu arada insanı zehirleyen bir türü olduğunu da hatırlatıyor.
Ve tabii bir de şu test meselesi var.
Derhal verilen internet sitesine kitapla birlikte verilen kodu girdim ve soruları cevaplandırdım. Başlıktaki SBS budur yani: Sadakat Belirleme Sınavı... Bu da elbette diğer tüm popüler kişilik testleri gibi: Manipülasyona açık. Yani istediğiniz yönde sonuçlar elde edebilirsiniz. Biraz kafanız çalışıyorsa, sorunun neyi öğrenmeye çalıştığını anlayabiliyorsunuz. Kimi kandıracaksın ki, demeyin. Bunu son derece dürüst cevaplar verdiğinizi sanarken, farkında olmadan bile yapabilirsiniz. İnsanın kendiyle ilgili objektif bir algıya sahip olması ne kadar mümkün olabilir ki!
Ama işin iyi tarafı, bu testin kontrol grubu var. İsterseniz iş, arkadaş, aile çevrenizden isimler seçip, testi onlara doğrulatabiliyorsunuz. Benzer sorulara, bu kez onlar sizin hakkınızda cevap veriyorlar. Ve inanın sonuçlar pek örtüşmüyor.
Kitaba bakılırsa dünyanın hiçbir yerinde cevaplar örtüşmüyor. Örneğin insanların genel eğilimi, kendilerinin arkadaşlarına son derece bağlı oldukları, ama gel gör ki, benzer bir karşılık alamadıkları yönünde. Eh, haliyle teknik olarak bu mümkün değil. Herkes aynı anda hem sadık, hem nankör olamaz değil mi?
Benim cevaplara göre de, işime ve iş arkadaşlarıma maksimum seviyede bağlıyım ama mesele aile ve arkadaşlara gelince çuvallıyorum. Fakat onlara, yani aileme ve arkadaşlarıma bakacak olursanız süper bir insanım, sadakatin vücuda gelmiş haliyim. Buyrun bakalım. Sağ olsunlar, teveccüh göstermişler ama ne yapayım, kendime inancımı mı yitireyim şimdi? Kendime güvenemeyeceksem kime güveneceğim? Neyse en azından beni bir vicdan azabından kurtardılar.
Bakın şimdi yazarken aklıma takıldı, neticede bu testi kimlerin cevaplandıracağını da siz seçiyorsunuz. Ben kendime torpil yapmış, hakkımda iyi şeyler söyleyecek kişileri seçmiş olmayayım? Kesin yapmışımdır, güven olmaz bana.

SADAKAT DÜZEYİNİZİ ÖLÇMEK İÇİN

Geniş çapta bir analiz sunan test için kitabı almak gerekiyor. Ama yazarlar, kendinizi tartmanız için küçük ipuçları da vermişler. En azından güçlü ve zayıf yanlarınızı ölçmek için aşağıdaki sorulara 1’den 5’e kadar puanlayarak cevap verin. 1 hiç katılmıyorum, 5 kesinlikle katılıyorum anlamına gelsin. Bakalım kendiniz hakkında bir şeyler bulabilecek misiniz?
1. Kariyerim için asla ailem, arkadaşların ve sevdiğim diğer kişilerle ilişkilerimi feda etmem.
2. Arkadaşlarımın başarılarını asla kıskanmam.
3. Ailem, arkadaşlarım ve sevdiklerimle ilişkilerimde koşulsuz şartsız, karşılık beklemeden veririm.
4. Nereden alışveriş yapacağıma karar verirken fiyattan çok pozitif ilişkilere önem veririm.
5. Sadakat hissettiğim insanlarla zaman geçirmek için her hafta özellikle zaman ayırırım.
6. Açık veya örtülü, verdiğim tüm sözleri tutarım.
7. Şu andaki işverenime son derece bağlıyım.
8. Son bir yıldır, aileme, arkadaşlarıma, sevdiklerime karşı sorumluluklarımı yerine getirmek için önemli fedakârlıklar yaptım.
9. Arkadaşlarım tereddüt etmeden kendilerine ne kadar bağlı olduğumu teyit edeceklerdir.

Sadeleştirme gününüz kutlu olsun

Bir sigorta şirketinden gelmiş mektup. Biz dört senedir kendi kendimize sadeleştirme günü kutluyoruz, siz de deneyin diyorlar. Her sene bahar ayının bir cuması, (tarihin en ufak bir önemi yok), önlükleri takıp ofisteki fazlalıklardan kurtuluyor, temizlik yapıyorlarmış.
Amaç, hem zihinsel hem fiziksel açıdan daha huzurlu ve rahat çalışmaya zemin oluşturacak bir ortam yaratmak. Yaratıcı fikirlerin ancak bu şekilde ortaya çıkacağına inanıyorlarmış (sadece bu kısmına katılmıyorum, masamın üstünü boşaltırsam beynim de boşalır benim).
Ben bu yazıyı perşembe günü yazıyorum, yarın cuma. Bir önlük bulup deneyeceğim. Masa, çekmece, dolap; ne kadar fazlalık varsa atayım diyorum. Üzerimden yük kalkar belki. En azından çevreye verdiğim rahatsızlık biter.
Sadece çalışma ortamını değil, tüm hayatı sadeleştirmek ruha iyi gelen bir şey. Bu konuda ortalıkta dönüp dolaşan pek çok reçete var. Biraz araştırdıktan sonra hem güvenilir hem de bu sayfanın sınırlarını zorlamayan bir tane buldum. Sadece 7 basamaklı bir formül.
1. Geri verin. Yani zamanınızın bir kısmını gönüllülük işlerine ayırın. Zaman ayıramıyorsanız para ayırın, bağışta bulunun. Önemli olan, karşılıksız olarak birilerinin hayatına katkıda bulunmak.
2. Fazlalıklardan kurtulun. Bu madde ilk öneriye de çözüm getirebilir. Evde ihtiyacınız olmayan her şeyden kurtulun, ihtiyacı olanlara verin.
3. Hareket edin. Otomobil olmadan bir hafta sonu planlayın. Elbette evde kalmak bir seçenek değil.
4. Beslenmenizi hafifletin. Daha sade, işlenmemiş gıdalar tüketmeye çalışın. Vücudunuz rahat bir nefes alsın.
5. Su için. Açıklamaya gerek yok sanırım.
6. Nefes alın. Yani gerçekten farkında olarak nefes alın. Sanılanın aksine pek çok kişi doğru nefes almayı bilmiyor. Örneğin gerildiğimizde, farkında olmadan nefesimizi tutuyoruz. Ya da heyecanlanınca daha hızlı soluyoruz. Bu da gerilmemize neden oluyor. Düzenli nefes alırsanız, duygularınızı da kontrol edebildiğinizi göreceksiniz. Kalbinize, beyninize ve uykunuza iyi gelecek.
7. Her gün bir an durup, o anın tadını çıkarmaya çalışın. Biliyorum çok havada kalan bir cümle. Şöyle söyleyeyim, hani kendinizi işe ya da her ne ise ona kaptırıp kendinizi bile unuttuğunuz zamanlar vardır ya, işte öyle zamanlarda bir an için bile olsa durun. Kendinizi karmaşanın dışına çekin. Ne yaptığınızın, varlığınızın farkına varın. Sokakta yürürken gözünüz bir kuşa, çiçeğe, binaya takılırsa geçip gitmeyin, ona gerçekten bakın mesela.
Yazının Devamını Oku

Maya ile aramıza kara kedi girdi

22 Mayıs 2010
Üç gündür aç dolaşıyorum. Midem sırtıma yapıştı resmen. Hayır hayır, ölümcül ve mevsimsel bikini diyetinde değilim. İştahtan filan da kesilmedim. Bilakis, nerede bir tabak yemek, yemek fotoğrafı veya ekmek fırını görsem hasretle gözlerim doluyor. Ben York Testi mağduruyum...

Kendimi kobay olarak kullanma saplantım bir gün başıma iş açacak ama ne zaman? Bu sefer de York Testi’ne kobay ettim kendimi.
Bu test bizde yeni yeni duyulan bir şey. Hangi gıdaları vücudunuzun tolere edemediğini öğreniyorsunuz. Parmak ucundan azıcık kan örneği alınarak yapılıyor. Diyetisyenler, çıkan sonuca göre size özel bir beslenme planı hazırlıyor. Söylendiğine göre sonuçların isabet oranı yüzde 98.
Şahsen üç gün öncesine kadar gıdalarla aramızda karşılıklı tolerasyona, iyi niyete, sevgi ve saygıya dayalı bir ilişki vardı. Birbirimizi çekememezliğimiz yoktu.
Sonra bu test insanları ile karşılaştım. Tutturdular size de yapalım diye. İstemem dedim, benim midem deve kuşununkine eş değerdir (deve kuşlarının midesi var mıydı?), taş yutsam sindirir, hem hiç bir şikayetim yok, dedim. Azıcık şişkinliğim var ama anneden genetik yadigar.
Gözlerini kısıp kaşlarını çattılar ve önüme gıda intoleransı nedeniyle ortaya çıkan sağlık sorunlarının listesini koydular. Baktım üç tanesi bende var ama ciddiye almadım. Liste aşağıda, göreceksiniz, herkeste bu şikayetlerden bir kaçı vardır. Fakat yine de testi yaptırdım. O kadar eminim ki, herhangi bir şey çıkmayacağına...
Bir hafta sonra, yani üç gün önce sonuçlar geldi. Üç ayrı renkte üç sütun var sonuç kağıdında: Kırmızı, sarı ve yeşil. Aynı trafik ışıkları gibi. Kırmızı gruptakilerden kesinlikle uzak durulacak, sarılar azaltılacak, yeşillere ağırlık verilecek. Ayrıca aynı sütundaki besinler arasında da bir derecelendirme var. 1 ile 4 arasında. 1 en düşük, 4 en yüksek. Yani kırmızı sütundaki 4. dereceden gıda çok fena bir şey demek oluyor.
Peki benim raporda, kırmızı sütunun 3. derecesinde ne var? Mayalılar! Yani ekmek, pizza, bira, şarap, sirkeli her şey, turşu, peynir, yoğurt, poğaça...
Bu arada mercimek, havuç, mısır, buğday, patlıcan ve biber de benim raporun kırmızı sütununda.
Rica ederim elinizi vicdanınıza koyun, bunlar olmadan beden sağlığını korusa da akıl sağlığını koruyabilir mi insan?
Diyeceksiniz ki, madem bir şikayetin yok, ne takıyorsun York testiymiş mork testiymiş... Haklısınız, ben de öyle yapacaktım. Ama konuştuğum beslenme uzmanı, bir deneyin, örneğin cildiniz o kadar düzelecek ki, kullandığınız kremlere bile gerek kalmayabilir dedi. Eh haliyle bir şans vermeye karar verdim.
Bu kararın üzerinden üç gün geçti, zafiyet geçirme noktasındayım.
İlk gün gazetede yemeğe indim, mönüde mercimek çorbası, peynirli börek, havuç ve buğday salatası var. Buyrunuz buradan yakınız. Çaresiz yeşil salataya talim ettim.
Akşam arkadaşlarla bir kafede buluştuk, ağzıma atacak tek lokma yok: Havuçlu kek, cheesecake çeşitleri (bunlar adı üzerinde peynirden yapılan şeyler), kruvasanlar...
Ertesi gün yemeğe anneme gittim, biber dolması yanına patlıcan salatası yapmış.
O gün bugündür kahvaltı da edemiyorum. Ekmek ve peynirsiz kahvaltı olur mu? Zaten zeytini de sınırda tolere ediyormuş benim bünye. Daha dün, marketteki ekmek reyonunda 15 dakikamı harcadım, mayasız tek bir hamurlu mahsul bulamadım. Lavaş ekmekleri bile mayalı. Birkaç gün sonra tatile gideceğim, ama biraya dokunmak yok! Hiç gitmem daha iyi.
Tek bir tesellim var, maya intoleransı 3 ay diyet yapınca geçiyormuş.
Yaktın beni York Test, duyuyor musun yaktın beni...

Gıda intoleransı neden olur

Besinler, yenmeleri ile vücuttan atılmaları arasındaki süreçte sürekli bir parçalanmadan geçer. Önce ağızda parçalanırlar. Sonra mide asitleri ve hareketleri ile belli bir kıvama gelir ve bağırsağa geçerler. Bağırsaktaki çeşitli enzimlerin etkisiyle bu besinler en küçük parçalara kadar ayrıştırılır. Yediğiniz şeyin içindeki proteinler de bu ayrışma esnasında daha küçük parçalara, yani amino asitlere bölünür ve kana karışarak vücutta gerekli yerlerde kullanılmak üzere yolculuğa çıkar.
Ama vücutta bazı enzimler yoksa, bağırsak florasında bozukluklar veya geçici bağırsak sendromu gibi hastalıklar varsa, besinler bağırsakta düzgün aminoasitleri oluşturacak şekilde parçalanmaz. Gıdalar kana parçalanamadan geçer. Savunma sistemi de bunlara yabancı madde muamelesi yapar ve aynı bir bakteriye veya virüse saldırdığı gibi savunma sistemini harekete geçirir.
Bu saldırının neticesinde vücutta yan etkiler belirmeye başlar. Yükselen CRP değerleri en başta halsizlik, metabolizma yavaşlaması, bağırsak problemleri gibi semptomlara yol açar. Hastanın aynı gıdayı, farkında olmadan düzenli tüketmesi durumunda daha birçok kronik hastalık gelişmeye başlar.

Gıda intoleransı nelere yol açar:

Şişmanlık, kilo verememe, migren, akne, nedeni bilinmeyen ödem, gaz, şişkinlik, kronik yorgunluk, kabızlık, cilt problemleri (sivilceler, kaşıntı nörodermatit, kronik egzema vs.), romatizmal hastalıklar, astım, ishal, mide krampları, depresyon, uyku bozuklukları, solunum yolu hastalıkları, kronik farenjit, sürekli nezle olma, ağızda yara, epigastrik ağrılar, crohn hastalığı, huzursuz bağırsak sendromu, sık gribe yakalanma, kronik burun akıntısı, OSB (otistik spektrum bozukluğu), sedef hastalığı, nörodermatit ve ürtiker.

Alerji ile aynı şey değilmiş

Dediğim gibi, testi yaptırmadan önce, yediklerimle ilgili en ufak bir şikayetim olmadığı konusunda epey ısrar ettim. Şişkinlik anneden kalma, solunum yolu hastalıkları alerjik sinüzit kaynaklı, kronik yorgunluk da kaçınılmaz plaza şikayeti, sivilceler aşırı stresten...
Testi yapan uzmanlar, metabolizmam böyle diye kabul ettiğim pek çok şeyin aslında gıda intoleransından kaynaklanıyor olabileceğini söyledi. Yani benim bünye normali kabul ettiğim şeyler, aslında bir sonuç olabilirmiş. Ya da bugün hiç şikayetimin olmaması, bundan 5 yıl sonra da olmayacak anlamına gelmezmiş.
Ben bir de tabii bunun alerji gibi bir şey olduğunu düşünüyordum. Yani vücut bir reaksiyon verirse, gözden kaçmayacak kadar şiddetli verir. Ama öyle değil.
Gıda alerjisi daha az rastlanan bir şey. Kısa sürede öldürücü etkilere kadar varan sonuçlar doğurabiliyor. Örneğin fındığa veya deniz mahsullerine alerjisi olan biri yedikten sonra en fazla 1 saat içinde şoka girerek nefes alamaz hale gelebiliyorlar.
Gıda intoleransında ise yediğimiz yiyeceklerin olumsuz etkisi 3-24 saat arasında çıkmaya başlıyor. Dolayısıyla yaşadığınız sorunun hangi yemekten kaynaklandığını bile anlamanız mümkün değil. Diyelim çikolatayı tolere edemiyorsunuz. Haberiniz yok, sabah bir tane attınız ağzınıza. Sonra üzerine öğle yemeği, 5 çayı, akşam yemeği yendi. Yatmadan evvel de süt içtiniz. Gece ortaya çıkan bağırsak sorununu siz muhtemelen süte yoracaksınız.
Yazının Devamını Oku

Bir lütuftur öğle uykusu

15 Mayıs 2010
Öğle uykusu uyuma ayrıcalığına hatta zorunluluğuna sahip olduğunuz yılları hatırlıyor musunuz?

Çocukluğun en güzel yanlarından biridir öğle uykusu. Hele de güneşli öğleden sonralarında...
Sirenlerin denizcileri kayalıklara çektiği gibi sizi kucağına çeker. Akşam uykusu gibi değildir, sanki yuvarlanarak düşersiniz içine, karşı koymak neredeyse imkansızdır.
Uyandığınızda hissettiğiniz şey de sabahki gibi sersemlik değil, berraklıktır. Afyonun patlamasını beklemeye gerek yoktur. Günün kalanı cilalanıp parlatılmış ve kocaman kırmızı bir kurdele ile önünüze konmuştur sanki.
Büyüdükçe bu ayrıcalığı kaybedersiniz. Öğrencilik yılları sona erip de çalışmaya başladığınızda hepten elinizden alınır. Harikalar Diyarındaki Alice’in karşılaştığı tavşan gibi sürekli saatinize bakar, “Ne çok iş ve az zaman” diyerek koşturup durursunuz. Öğle uykusu ayıplanacak bir şey haline gelir. Çocukça ve tembel işidir.  
Öğle uykusu fikri benim için hâlâ mutluluk veren bir şey ve sadece yaz tatillerine has bir ayrıcalık. Kış boyunca güneş, deniz, kum kadar özlemi çekilen bir imtiyaz…
Bunları söylüyorum ama öğle uykusunun ne kadar kıymetli olduğu üzerine, çocuklukla birlikte kaybedilen bu hazine üzerine fazla da kafa yormamıştım şimdiye kadar aslına bakarsanız. 
Ta ki, Can Yayınları’ndan çıkan Bir Sanattır Öğle Uykusu isimli kitabı görüp okuyuncaya kadar…

Yazının Devamını Oku