Dünya, Çin’in sporculara küçük yaşta uyguladığı özel eğitimleri konuşurken, ABD de 2035’te Mars’a göndereceği astronotları şimdiden seçip yetiştirmeye başladı. NASA’nın 7 yaşından bu yana özel programına aldığı Alyssa Carson geçen hafta İzmir’deydi. ABD’deki uzay kamplarına yedi kez katılarak rekor kıran küçük kız, altı gün Ege Serbest Bölge’deki Uzay Kampı Türkiye’deki programlarda yer aldı. NASA’nın en genç üyesi, yaklaşık 34 yaşında Mars’a gönderilecek. Önümüzdeki 20 yıl boyunca NASA’nın tüm eğitimlerini planladığı 11 yaşındaki Alyssa’nın, Mars’ta nüfusu artırma projesi kapsamında dünyaya dönmeme olasılığı da bulunuyor. Bu yüzden de bademcikleri ve apandisti alınacak,
13 yaşında dalış, 14’ünde pilot, 15’inde ise paraşüt ehliyetlerini alacak Alyssa, İngilizce, Fransızca, Çince ve İspanyolca dillerini akıcı konuşuyor ve kültürlerini de öğreniyor. Yakında Rusça da öğrenmeye başlayacak. Dersleri de bu dillerde alarak tam entegre olması sağlanıyor. Yaşıtları bilgisayar oyunları oynarken o, uzay kamplarında simülasyon eğitimleriyle vakit geçiriyor, astronotlardan uzayla ilgili yaşamt dersleri alıyor.
NASA onu fark etti
Alyssa uzaya 3 yaşında ilgi duymaya başladığını anlatarak başlıyor sözlerine: “3 yaşımdayken yıldızlar, gezegenler, kısaca gökyüzündeki her şeyle ilgilenmeye başladım. Daha sonra babama mars yüzeyinde bugüne kadar yürüyen bir insan olup olmadığını sordum. Babam da olmadığını söyleyince ilk olmak istediğimi söyledim ben de.”
Küçük kız, NASA’yla nasıl iletişime geçtiği sorusunu şöyle yanıtlıyor:
“Aslında ben değil, NASA benimle ilgilendi. Uzay kamplarına yedi kere katıldım. Dolayısıyla beni fark ettiler. Gazeteciler de fark etti. Televizyonlarda röportajlarım yayınlandı. Ondan sonra da NASA benimle görüşmeye, ilgilenmeye başladı. İlk uzay kampına katıldığımda 7 yaşındaydım. Önümüzdeki yaz da Kanada’daki uzay kampına gideceğim. Böylece dünyadaki tüm uzay kamplarına katılan tek kişi olacağım. Astronot eğitimi verilen bir kursa da katıldım. Sadece kız öğrencilerin alındığı Sally Ride Bilim Kampı’nda da yer aldım. Üç kere uzay mekiği fırlatılmasını izledim. NASA merkezini de özel davet üzerine gidip gezdim.”
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım’la AK Parti İzmir İl Teşkilatı’nın verdiği iftardan önce buluştuk. Yemeğin ismi “Gönül Sofrası”ydı. Bu iftar, adına uygun biçimde, farklı düşüncelere sahip de olsa tüm İzmir’i bir sofrada buluşturdu. Yıldırım’ın o akşam yaptığı konuşmada dile getirdiği Necip Fazıl’ın, “Eğer tadını bilirseniz, ekmeği paylaşmak ekmekten daha lezzetlidir” sözlerine benzer mesajlar çıktı bizim sohbetimizden de. Bakan Yıldırım’la İzmir’in kimyasından projelere, eleştirilerden Büyükşehir adayı olup olmayacağına kadar her şeyi konuştuk. Yıldırım, seçime kadarki süreçte İzmirlilerin ve siyasetçilerin iyi okuması gereken, önemli değerlendirmeler yaptı.
İzmir çekişmeleri artık bir tarafa bırakmalıİzmir’e sık geliyorsunuz ama hep sıkıştırılmış zamanlarda geliyorsunuz. Kendinize kalan vakitlerde yapmaktan hoşlandığınız şeyler var mı?Öyle bir zaman şu ana kadar pek bulamadık. Hemen hemen 15 günde bir geliyorum İzmir’e. Ancak yoğunlaştırılmış programlarla gün bitiyor. Bazen de programlara gün yetmemiş oluyor. Biz ancak onun methiyesini her seferinde İzmirliler’den duyuyoruz. Boyoz, gevrek, Kordon...
İzmir’le ilgili hoşunuza giden, “Ah şimdi İzmir’de olsak da yapsak” dediğiniz şeyler yok mu?Mutlaka var... Şehirleri birbiriyle kıyaslamak, karşılaştırmak bazen yanlış anlaşılabiliyor. Her şehrin kendine göre özellikleri var. Ama İzmir bir deniz şehri. Ben de bir denizci olduğuma göre, deniz şehrinin tabiatıyla diğer kentlerden çok önemli farkı var. İzmir esasen imkanları, potansiyeli çok zengin bir şehir. İzmir aslında kendi zenginliğini, potansiyelini kullanamıyor. Bunu açık yüreklilikle söylemek isterim. Böyle bir coğrafyaya, böyle bereketli topraklara sahip, bu kadar güzel tarihe, kültürel değerlere sahip bir şehrin bu konumda olmaması gerekir. Çok daha iyi olabilir.
Sizce en büyük eksikler neler? Niye İzmir’de işsizlik çok üst oranlarda çıkıyor? Türkiye’de yüzde 8.2’ye geriledi. Ama İzmir’e baktığınız zaman ortalamanın çok üzerinde seyrediyor. İşsizlik oranının çok yüksek olduğu şehirlerin neredeyse başında geliyor. Bu, İzmir’in imkanlarıyla örtüşmüyor. Burada bir yerde bir yanlış var. Onu görmemiz lazım. İzmir artık çekişmeleri bir tarafa bırakmalı. Kaynaklarını, potansiyelini harekete geçirmeli. Bunu mutlaka başarmamız gerekiyor.
İzmir sol ağırlıklı değil milliyetçi bir kent İzmir’in hep farklı bir şehir olduğu, farklı bir kimyası olduğu konuşulur. Olaylara verdiği tepkiler farklı, seçimde sandıkta verdiği mesaj farklı. Bu yorumlarla ilgili siz ne düşünüyorsunuz?
Bana anlattıkları kadar; vazgeçmeyeceği, kendine özgü birtakım düşünceleri olan bir şehir gibi görmedim ben İzmir’i. İzmir’i makul, her türlü teklifi, düşünceyi kabul eden bir şehir olarak görüyorum. İzmir’de milletvekili adayı olmadan önce bunlar bana hep anlatıldı. “İzmir farklı şehir, İzmir kendi değerlerini çok önemser” diye... Ama doğrusu İzmirlilerle hiç öyle bir zorlukla karşılaşmadık. Özellikle bizim siyaset anlayışımıza ters düşecek, öyle bir kabullenmeme gibi bir durumla karşılaşmadım. İzmir’in bazı hassasiyetleri var. İzmir, milliyetçi bir şehir. Sosyal demokrat, sol ağırlıklı bir şehir değil. Bakın mesela terör olaylarında en hassas tepkiyi, en hızlı tepkiyi İzmir veriyor. Esasında bu yönüyle farklı bir şehir. Ülkenin birliği, bütünlüğü, beraberliği, bayrağımız, değerlerimiz ve bağımsızlığımız noktasında İzmir çok duyarlı ve çok hızlı tepki veriyor. Bunları takdirle karşılıyoruz ama tabii bunun ölçüsünü de iyi yapmak lazım. Bu bir ayrışmaya, bölgelerarası bir kırılmaya sebep olursa o zaman amacının dışına çıkmış olur. O ayrıntıya da dikkat etmek lazım.
İzmir Büyükşehir Belediyesi Davası’nda son tahliye geçen hafta Genel Sekreter Pervin Şenel Genç’le gerçekleşti. Ancak bu tahliye de diğer dört isim Selçuk Savcı, Hilmi Özen, Ali Süha Sabuktay ve Mehmet Sayar gibi konutu terk etmeme koşuluna tabii oldu. Böylece belki belediyecilik tarihinde ilk olabilecek bir durum ortaya çıktı. Bürokratlar, belediyedeki görevlerini evlerinden sürdürmeye başladı. “Bir belediye bürokratı evde nasıl çalışır, neler yapar?” sorusunun yanıtını bulmak için, İZENERJİ Genel Müdürü Ali Süha Sabuktay’ın kapısını çaldık. O, evinin kapı sınırını geçemediği için biz girdik içeri. Bahçede kurduğu ofisinde, incir ve elma ağaçları altında, sevimli köpekleri eşliğinde yarı özgür bir röportaj yaptık.
Bana hapiste ‘Ali Dayı’ diyorlardı İlk duruşmaya dönersek... Tahliye bekliyor muydunuz?
- Genelde herkeste öyle bir beklenti vardı. İlk duruşma bizim için bir hayal kırıklığı oldu. Daha çok tahliye bekleniyordu. Avukatlar da o görüşteydi. Ama ben temkinli olmayı tercih ediyordum. O duyguya girmiyordum. Yine de iki tahliye olunca kös kös döndük cezaevine...
Duruşmalarda da savunmalar sırasında vurgulandı, haberlere de yansıdı. Yaşadıklarınız, koşulların zorluğu...
- Sosyal ilişkiler göründüğü gibi kötü değil. Orada bir racon var ve herkes o racona göre ilişkilerini sürdürmek zorunda. Ciddi bir dayanışma vardı. Ben de o dayanışmayı sürdürmeyi ve geliştirmeyi düşündüm. Ben onları kader arkadaşlarım, koğuş arkadaşlarım olarak görüyorum. Bir hacker’dan cinayet hükümlüsüne kadar hepsiyle bir aradasınız ve sosyal ilişki içindesiniz. İlk gittiğimde biraz tuhaf karşıladılar. Şöyle bir baktılar. Birkaç gün içinde o şey kırıldı. Karşılıklı birbirimizi anladık. Beni büyük ve farklı statüde bir kişi olarak kabul ettiler. Ali Dayı diyorlardı. Ben de onlara o şekilde yaklaştım. Örneğin; Yargıtay’a gidecek dilekçelerini yazıyordum, bazıları okuma-yazma bilmiyordu, mektuplarını yazıyordum. Kitap veriyordum. Koğuşun başvurulan kişisi haline geldim. O benim “dayı”lığımı biraz daha pekiştirdi. Daha içten “Dayı” demeye başladılar. Güzel ilişkilerimiz var. Tahliye olanlar var, arıyorlar. Biri ziyaretime geldi. Sevki çıkanlar var, gittikleri yerden mektup yazıyorlar. İletişimimiz sürüyor.
Bana ‘Dayı’ diyorlardı
Hastaneye gidişler çok inciticiydi Tüm bu süreçte sizi en inciten ne oldu?
Hamza Dağ, İzmir tarihinde seçilmiş en genç milletvekillerinden biri. Meclis’in de en genç vekilleri arasında bulunuyor. Erken yaşta okula başlayan Dağ, siyaset kademelerinde gençlik kolları başkanlığından milletvekilliğine seçilen nadir kişilerden. Hukukçu olan Hamza Dağ ile başkanlığını yürüttüğü alt komisyonun hazırladığı ve Meclis’ten geçen İnsan Hakları Kurumu’nu konuşmak üzere buluşuyoruz. Dağ; işkence ve kötü muameleyle mücadele etmek, şikayetleri incelemek, insan haklarının korunmasına, ihlallerin önlenmesine yönelik çalışmalar yapmak amacıyla kurulan bu özerk kurum ile Türkiye’de insan hakları ihlallerinin sıkı gözetim altına alınacağını ve önleneceğini anlatıyor. Dünya Barış Anıtı altında tüm İzmir’i ardımıza alıp başladığımız sohbette konu yine siyasete geliyor. Ve Hamza Dağ çok konuşulacak açıklamalar yapıyor.
Sizin başkanlığını yürüttüğünüz komisyon kısa bir süre önce İnsan Hakları Kurumu kurulması için bir yasa hazırladı. Bu yasa Meclis’te kabul edildi. Kurumun niteliği önemli. Bu kurumla ne değişecek?
Türkiye’de insan hakları ihlali ile alakalı bir durum söz konusu olduğunda artık üç tane ciddi kurum oluştu. Biri Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu, diğeri Kamu Denetçileri (Meclis’e bağlı ama milletvekillerinden oluşmuyor), bir diğeri de Başbakanla ilişkili olan ve bizim kanun tasarısını hazırladığımız, İnsan Hakları Kurumu... Bu kurum, işkence ve kötü muameleyle mücadele etmek, şikayetleri incelemek, insan haklarının korunmasına, ihlallerin önlenmesine yönelik çalışmalar yapmak amacıyla kuruluyor. Kanun tasarısı TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi ve yasalaştı. Kanuna göre, Kurum; kamu tüzel kişiliğine, idari ve mali özerkliğe sahip, özel bütçeli olacak.
Nasıl bir çalışma yürüttünüz?
Normalde 1993’te Paris Prensipleri adı altında BM’nin almış olduğu bir karar var. Tüm ülkelere zorunlu, ancak bizim ülkemizde tam bir çalışma yapılamamış. 2004’te Başbakanlık İnsan Hakları bünyesinde çalışmalar başlamış. Bir türlü yasallaşamamış. En son 2009’da Bakanlık tasarı göndermiş. Bize de aynı tasarıyı gönderdiler. Anayasa Komisyonu’nda görüşülmüş, ancak kadük kalmış. İnsan Hakları Komisyonu ilk defa bir kanun hazırlığı yaptı. Alt komisyon oluşturuldu. Başkanlığını da ben yürüttüm. Önce bu konuda tanınan bilinen sivil toplum kuruluşlarından görüş aldık.
Bağımsız bir kurumHangileri? Kimlerden görüş aldınız?
Her havranın, her kilisenin bahçesinden bir minare görünür İzmir’de... Kilise çanıyla minarenin şerefeleri birbirine bakan bir hoşgörü kentidir. Geçmişinde ve halen üç semavi dinin barış duygusuyla buluştuğu bir şehirdir. İslam’ın yayılmasında önemli rolü olmuş, tasavvufun izlerini hep taşımış, Ortaçağ’da Türkiye’ye göç eden Musevilere ev sahipliği yapmış, Hıristiyanlık’ın yayılmasında önemli işlev üstlenmiş bir barış kentidir. Yaşadığımız dünyada bu kadar iç ve dış çatışma varken, tam da Birleşmiş Milletler’in yaratmak istediği ama başarılı olamadığı medeniyetler buluşması önceki gün İzmir’de gerçekleşti. Alevi, Sünni, Katolik, Protestan ve Musevi cemaati temsilcilerinden farklı görüşteki siyasilere kadar onlarca insan, Buca Baptist Kilisesi’nin bahçesindeki iftarda buluştu.
Ramazan; bağışlanmanın, yardımlaşmanın ve ibadetin doruğa çıktığı bir ay. İslam’da özel bir yeri var. Buca Baptist Kilisesi cemaati de, bu kutsal ayın anlamına yakışan, tüm dünyaya örnek olması gereken bir davranış gösterdi. Kilise cemaati, tüm farklı inanışları, siyasi görüşleri kilisenin bahçesinde, mütevazı bir iftar yemeğinde buluşturdu. İnsanın tüylerini diken diken eden o sofrada ben de vardım. Belki de ömrü hayatımda çok da fazla yaşayamayacağım, kendi tarihime de geçen o sofrada bölüşülenleri paylaşmasam olmazdı...
Kendi elleriyle
Aynı zamanda tarihi bir hazine niteliğindeki kilisenin bahçesine girer girmez güleryüz ve sıcacık bir “Merhaba”yla karşılanıyoruz. Protestan Baptist Kiliseleri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Ertan Çevik, tüm konuklarıyla tek tek ilgileniyor. Gecenin anlamına uygun biçimde herkes, dilediği yere karışık oturuyor. Bizim oturduğumuz masada Işık Kilisesi ve Alsancak St. John Kilisesi’nin rahipleri var. Ülkemizi, insanlarını ne kadar sevdiklerini anlatıyorlar. Uzun yıllardır İzmir’de yaşıyorlar. Öğreniyoruz ki yemekleri, Buca Belediyesi’nin iftar çadırından katkı teklifi olmasına rağmen cemaat kendi imkanlarıyla hazırlamış. Masalara servisi yine kendi elleriyle yapıyorlar. Kilisenin bahçesi dolu. Yaklaşık 100 kişi var. Bunlar arasında her görüş ve dinden temsilciler bulunuyor. AK Parti İzmir Milletvekili Rıfat Sait, eşi Sevilay Sait’le katılmış. CHP’li Buca Belediye Başkanı Ercan Tatı, İzmir Kültürler Arası Diyalog Merkezi (İZDİM) Başkanı Şemsettin Ayyıldız, Buca Müftüsü Adem Gülmek, CHP İlçe Başkanı Bektaş Gül, AK Parti İlçe Başkanı Mustafa Solmaz, AK Parti Gaziemir İlçe Başkanı Sabır Telingün, Buca Belediyesi meclis üyeleri, sivil toplum temsilcileri ve her cemaatten vatandaşlar bu hoşgörü sofrasının etrafındakiler...
İftardan önce Çevik, kısa bir konuşma yapıyor ve sözü her iki dinin temsilcisine bırakıyor. Önce kilisenin din görevlisi Türkçe dua ediyor. Sonra Buca Müftüsü Adem Gülmek’in duasınının ardından iftar yapılıyor. Herkes ellerini açıp insanlık için dua ediyor. İftar sonrası belki bir ilk daha gerçekleşiyor. Kilisede, müftü Gülmek cemaate namaz kıldırıyor. Asırlık ağaçların altında, ağustos böceği sesleri ve tatlı bir esinti eşliğinde garip bir huzur yayılıyor. Bu iftar sofrası, dinlerin hoşgörü, barış ve dayanışma mesajını bir kez daha anımsatıyor.
Diyaloğa katkı
Birsen İnan... 1937 Bursa doğumlu. Baba mesleğini seçerek Hava Harp Okulu’na girmiş. 1959’da teğmen rütbesiyle Muhsin Batur Paşa’nın emir subayı olarak göreve başlamış. Annesinin rahatsızlanması sonrası, 23 yıllık askerlik hayatına, Hava Kıdemli Binbaşı rütbesiyle veda edip emekliye ayrılmış. 1988’de bir arkadaşının tavsiyesiyle katıldığı İzmir Masterler Atletizm Kulübü’nün hem sporcusu hem de yöneticisi olmuş. Tam 24 yıldır durmadan koşuyor. Onu herkes “Pistlerin Komutanı” diye tanıyor. İnan ile pistin kenarında 50 yaşından sonra gelen şampiyonluklarını konuşuyoruz...
Sizin döneminizde kadınların pek de tercihi olmayan havacılığı nasıl seçtiniz?
Havacılığa ilgim babamdan kaynaklanıyor. Babam pilottu. Ancak ben boy yüzünden refüse edildim. O zamanlar seni uçuracağız dediler, muayeneye çok gittim. Olmadı.
Zorluklarını yaşadınız mı?
O dönemlerde kadın olarak askeriyede olmak çok güçtü. Çoğunluğun içinde kadın olarak kendini kanıtlaması güçtü. Bize kızardı erkek arkadaşlarımız. Selam vermez, hatta sert davranırlardı. “Mesleğe dahil oldunuz, daha çok erkek arkadaşımız yararlanabilecekken, siz geldiniz” derlerdi. Tabii bu 50 sene önce. Şimdi hiç öyle olduğunu sanmıyorum.
Bu kadar zorluklarla girdiğiniz mesleğe neden erken veda ettiniz?
Her şey 20 yıl önce başladı... Ayayorgi gibi Çeşme’nin cennet koylarında beach club ve eğlence mekanları açılmaya başlayınca yani... Çelebioğlu ailesi de, sessiz, sakin, kafa dinleyip tatil yaptıkları evleri müziğin ortasında kalınca ilginç bir yöntem buldu. Eğlence mekanlarına aynı şekilde yanıt verdi. Diktikleri dev kolonları beach club’lara çevirip, kısaca, “Siz bizi müzikle rahatsız ederseniz biz de sizi aynı şekilde rahatsız ederiz” demek istedi.
İnatlaşmaya döküldü
Başladı bir yandan İbrahim Tatlıses, bir yandan Mehter Marşı çalmaya. Bu husumet böyle gitti geldi. Aile kimi zaman düdüklerle, pankartlarla eğlence mekanlarını protesto etti, kimi zaman kolonların sesini daha çok açtı. Taa ki bu sezon başına kadar.
Evlerinin tam karşısındaki, İzmir eğlence sektörünün yakında tanıdığı Mehmet Özener’in Marrakech adlı kulübüyle iş iyice inatlaşmaya döküldü. Hatta olanlar Haliç-Alaçatı arası tarifeli seferlere başlayacak olan deniz uçağıyla haziran sonunda Çeşme’ye gelen Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım’a kadar yansıdı.
Bakan araya girdi
Bakan Yıldırım, temasları sırasında, Marrakech’te beach volley oynayan milli futbolcular Arda Turan, Selçuk İnan, Gökhan Gönül, Burak Yılmaz, Selçuk Şahin, Oğulcan Engin ve Güven Varol, teknik direktörler Tayfur Havutçu ve Yılmaz Vural’la karşılaştı. Bu arada işletmenin sahibi Mehmet Özener, Bakan Binali Yıldırım’a, komşuları olan Çelebioğlu ailesinin evinden gelen müzik sesleri için çözüm istedi. Özener’e, Arda Turan ve Burak Yılmaz da destek verdi. Bakan Yıldırım, problemle ilgileneceğini söyledi, aileye telefonla ulaşarak ses problemine çözüm getirdi. Bakan Binali Yıldırım’ın girişiminin ardından, o gece, ailenin kurdurduğu dev hoparlörlerden müzik sesi yükselmedi.
Herkes sahillere koşup plajlarda tatil yaparken, İzmir’i beklemek de bize kaldı. 50 derece sıcakta gazete, haber, röportaj arasında koşunca çareler üretiyor insan. Sıcak haberi yaparken hortumla kendini ıslatanların arasına karışıyor, imkan varsa sulak yerlerde dolaşıyor, kendinizi de serinletecek haberler arıyorsunuz. Ben de bu hafta düşündüm, düşündüm, düşündüm... Ve İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin tur otobüslerinin adeta para bastığı, 1.5 milyon lira gelir getirdiği haberleri üzerine, “İzmir’i bir turist gibi üstü açık otobüsten, yabancı gözüyle turlayayım. Gördüklerimi; eksikleri, fazlaları yazayım” dedim. İyi ki de demişim. Hem çok sevdim bu geziyi hem de birkaç itirazım var.
“Welcome to İzmir”
Limana yanaşan ilk gemiden ilk inen turistlerle atladım otobüse. 10 Euro yani 25 lira ücreti ödedikten sonra binilen İzmir’e özel bu tipik otobüste en çok dikkatimi çeken, turistleri güleryüz ve “Welcome to İzmir” diye karşılayan belediye görevlileri. Tarihin en sıcak günlerinden birini bu gezi için seçmekle hata etsem de bana tüyoyu da veriyorlar: “Önlere doğru oturun, gölge oluyor.” Vee İzmir turumuz başlıyor. Takıyorum kulaklığı, 19. Yüzyıl İzmir’ini anımsatan müzik eşliğinde Kordon’dan başlıyoruz yolculuğa.
1 saatte 17 durakGüzergah aslında çok uzun değil. Alsancak Limanı, Gündoğdu Meydanı, Cumhuriyet Meydanı, Montrö, Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi, Kemeraltı,
Agora, Ümran Baradan Oyuncak Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Konak Pier, Hisarönü, Basmane Tren Garı, Lozan Meydanı, Plevne Bulvarı-Dominik Caddesi, Talatpaşa, Alsancak Tren Garı ve Tarihi Havagazı Fabrikası’ndan oluşan tam 17 durak