Bahar Çuhadar

Şehir Tiyatroları'na çağrı! Lefkoşa Belediye Tiyatrosu turneye gelsin

13 Nisan 2019
‘Hayalet Kumpanya’sı; tiyatronun özünü, ‘ensemble’ ruhunu, kumpanya tadını anımsatan bir oyun. Bu eğlenceli oyunu, Şehir Tiyatroları sahnelerinde görmek isteriz!

İçten. Komik. Zekice. Kalpten. Akılda tatlı bir gülümsemeyle kalacak; Çehov denince zihne düşecek olan. Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nun ‘Hayalet Kumpanya’sına duyduğum heyecanı; oyunu, Nilüfer Tiyatro Festivali’nde izlerken, daha 10’uncu dakikada, yan koltuğumdaki tiyatro profesörü Tülin Sağlam’a dönüp, “Hocam, ne tatlı iş değil mi?” diye fısıldayarak paylaşmıştım. Oyunun ardından düşündüğümü de buraya not edeyim: Lefkoşa’nın 40 senelik belediye tiyatrosunun bu eğlenceli; insana, tiyatronun özüyle buluştuğunu hissettiren oyunu neden Türkiye’ye, misal İstanbul Şehir Tiyatrosu sahnelerine gelmesin ki?

‘Hayalet Kumpanya’; Kıbrıslı bir kumpanyanın, 45 sene önce tiyatroya düşen bir bombayla yarım kalmış oyunlarının (kurmaca) öyküsü. Geriye kalan tek kişi olan suflör, her sene o günün yıldönümünde tiyatroya gidip oyunun genel provasını hayalinde yaşatıyor. Ve yaşlı kadının anımsadıklarıyla, kumpanya canlanıveriyor. Sahneyi kaplayan basamaklı dekorun üstünden, arkasından, içinden girip çıkıyor ‘hayaletler’. Orkestranın müzikleri eşliğinde; Çehov’un beş kısa oyununun bir kolajını sahneliyorlar. Yönetmenliğini Yiğit Sertdemir’in, dramaturgisinde Aliye Ummanel’in imzası olan oyun; Çehov’un zamansız mizah dilini günümüze taşıyor. ‘Hayalet Kumpanya’ klasiklerin ‘müzelik’ olmadığını da ispatlıyor, Çehov’un komik olduğunu da... Kıbrıs’ın yakın tarihine zarif bir selam yollamayı da ihmal etmiyor.


Beş üzerinden dört buçuk yıldız

Kumpanya ekibi; kısa Çehov oyunları ‘Tütünün Zararları’, ‘Bir Evlenme Teklifi’, ‘Ayı’, ‘Sayfiyede Yaz’ ve ‘Düğün’ü, bölümler arasında organik şekilde yerleştirilmiş şarkılarla bağlıyor birbirine. ‘Tütünün Zararları’, oyunun tamamına, zekice buluşlarla parça parça yerleştirilmiş. Dekor/aksesuar kullanımındaki parlak fikirler seyir zevkini iyice yukarı taşıyor. ‘Ayı’ parçasında; evdeki ‘canlı tablolar’ ya da ‘Sayfiyede Yaz’daki kutuların koreografik kullanımı gibi detaylar akıldan kolay çıkmayacak cinsten...

Oyunun tek ‘fazlası’ uzunluğu. 100 dakikalık süre, sondaki ‘Düğün’ bölümünden yahut suflörün vedalaşma sahnesinden vazgeçilerek dengelenebilir.

 

 

Yazının Devamını Oku

Fobilere meydan okuyan bir oyun

16 Mart 2019
Seyhan Arman’ın kaleme alıp oynadığı ‘Küründen Kabare’ transfobisi olan seyircinin dahi translara dair duygusunu tepetaklak etmeye aday, eğlenceli bir oyun.

Bir dönmenin merak uyandıran dehşetengiz hikâyesi: Çiççuuuuvvvv
“Nasıl döndüm?”
Tanıtım cümlesi, nasıl bir oyunla karşılaşacağımızın ipucunu da veriyor. Tam da bu ironik ifadede vaat edildiği gibi bir oyun, Seyhan Arman’ın kaleme alıp, tek başına sahneye taşıdığı ‘Küründen Kabare’. Türkiye’de trans birey olarak yaşamayı olabildiğince dalgacı bir üslupla ve içeriden bir gözle anlatıyor Arman. ‘Dış gözlerin’ tüm önyargılarını alıp, onlara tatlı sert yanıtlar veriyor ve bir dolu klişe yaklaşımı tersine çeviriyor.
Açıkçası oyuna kafamda “Daha önce izlediğimiz trans öykülerinden farklı ne olacak acaba?” sorusuyla girdim. İlk birkaç dakikada Arman’ın yakaladığı ve tüm oyuna yaydığı bakış açısının içine yerleşmiş buldum kendimi. Daracık elbisesi ve kırmızı stilettolarına ek olarak; kostümlerinin canlı kırmızısıyla yarışan bir enerjiyi de üzerine geçirmiş Seyhan Arman. Ve ilk andan itibaren bizi kendi dünyasına çekiyor. Bu dünyada çocukluk travmaları, ergenlik çağında aileyi terk etmek, sokaklar, erkek şiddeti, seks işçiliği, yok sayılma, parasızlık, umutsuzluk da var; hayaller, aşk, mutluluk, kimliğini bulma, iş denemeleri, toplumun sıradan bir parçası olma çabaları da... Tıpkı izlediğimiz, okuduğumuz başka trans öykülerinde olduğu gibi. Arman’ın farkı; bunları bir kurmacanın içine yerleştirirken ironiyi çok dozunda kullanmasında. İnsanın acıma duygusuna dair duyduğu içgüdüsel ihtiyacı adeta tatmin edip, bir tür vicdan silkinmesi yaşatıp, seyircinin içini boşaltıp salondan öyle yollamayı tercih etmiyor Arman. ‘Küründen Kabare’ seyircisini; transların eğitim, barınma, çalışma, sosyalleşme gibi temel haklarına dair dürtüyor ama bunu ajite ederek değil, ironinin gücünü kullanarak yapıyor. Bir noktada hele; seyirciye bir ters köşe yaparak iyice kırıyor o ajitasyon damarını...
Kendini ‘Diyarbakırlı deli Serpil’ olarak tanıtan ve ömrü bir dizi mücadeleyle geçmiş ama eğlencesinden bir şey kaybetmemiş bir trans kadının hayatından parçaları seriyor önümüze oyun. Temel vurgu ise Serpil’in, hayatına kadın olarak devam ederken dahi ‘erkekleşmek’ zorunda kalması...
Kendisi de trans bir birey olan Arman, tüm oyunu ‘lubunya terimleriyle’ bezemiş. Oyunda seyirciyi ‘laço’dan ‘koli’ye, LGBTİ+ dünyasının küçük bir sözlüğü bekliyor. Aslı Ersüzer’in sahne tasarımı anlatıya kâh dekor, kâh yan karakter olarak hizmet eden bir dizi koliden oluşuyor. Bu da hem işlevsel hem de kolinin Lubunca dilindeki kelime anlamı sebebiyle (cinsel ilişki/partner) yaratıcı bir tercih olmuş.
‘Küründen Kabare’yi görün; kuvvetle muhtemel, oyundan sonra ‘Travesti dehşeti!’ başlıklı haberlere başka bir gözle bakacaksınız...

Yazının Devamını Oku

Ölüm kolay, diva zor!

23 Şubat 2019
Dışarıdan bakınca sıradan görünen kadınlar, memlekete mal olmuş bir diva ve taşrada bir devlet hastanesi... Kuşaklarının iki yetkin ismini; oyuncu Selen Uçer ile oyun yazarı Firuze Engin’i buluşturan ‘Güle Güle Diva!’yı ikiliden dinledik.

 iyaretçi Refiye, hasta Fatma, kocasına refakat eden Serpil, başhemşire Zuhal, çamaşırcı Hediye ve ‘sırasını’ bekleyen Günseli... Olaylar ‘herkesin birbirini bir şekilde tanıdığı küçük kasaba’ Sefaeli’nde geçiyor. Şuradan geçen ‘nemrut’ başhemşire, oyunun anlatıcısı Günseli’nin görümcesinin eltisinin ablası mesela... Ama hastaneye yolu düşecek biri var ki, onu tüm Türkiye tanıyor! ‘Diva’, 20 sene sonra çıktığı büyük turneye, memleketi Sefaeli’nden başlıyor. Ve Sefaeli Devlet Hastanesi koridorlarına, iç içe geçmiş bir dizi kadın hikâyesi saçılıyor...

Hikâyeler, yeni nesil yerli oyun yazımının etkili isimlerinden Firuze Engin’in leziz ve anlayışlı kaleminden... Engin’in yazıp yönettiği ‘Güle Güle Diva!’da tüm karakterler, oyunculuk skalası geniş bir isim olan Selen Uçer’e emanet. Uçer, kariyerinin ilk tek kişilik (ama bol karakterli) oyunuyla sahnede.

DasDas yapımı ‘Güle Güle Diva!’yı yaratıcıları Firuze Engin ve Selen Uçer’den dinledik.

‘Güle Güle Diva!’ için yola nasıl çıktığınızla başlayalım mı?

Selen Uçer: Bir buçuk sene önceki yaz, zor bir yazdı benim için. Annemle babam aynı dönemde rahatsızlandı. Firuze de doktorlara gidip geliyordu... Bir gün İstinye Devlet Hastanesi’nde bekleme koridorunda oturuyorum. Firuze’yle yazışıyoruz, bana “Ne görüyorsan yazsana” dedi. Aklıma gelenleri yazdım. Ve bir araya geldikçe doğaçlamaya başladık.

O gün ne yazmıştın?

Selen Uçer: Annemin bir hemşiresi vardı, onu yazdım. Firuze o doğaçlamaları yaparken, bildiği, kendi hayatından hikâyeleri anlatmaya başladı.

Firuze Engin: Birtakım karakter kırıntıları çıktı. Selen birbirinden tuhaf ve tatlı kadınlar doğaçlıyordu. İlk fikir şuydu: Bütün hikâye kadınlardan oluşsun, bir tane bile erkek karakter oynamasın. Hastalık dönemim sürüyordu; babam da rahatsızlandı, ona refakat etmeye Çanakkale’ye gittim ve oradan Selen’e “Selen, hastanede mi geçse hikâye?” diye yazdım. Selen’in doğaçladığı karakterleri, hastanenin içine koymaya başladık.

Yazının Devamını Oku

Karakolda karşılaşanlar...

10 Şubat 2019
‘Dünyada Karşılaşmış Gibi’, farklı kurgusu ve seyir düzeni, uzun süre sonra karşımıza çıkan ilk Berkun Oya oyunu oluşu ve yıldız oyuncu kadrosuyla etkiliyor. Ama evvelki Krek oyunlarında karnınızda beliren yumruk hissi bu kez eksik kalabilir.

Berkun Oya&Krek Tiyatro, ‘Babamın Cesetleri’ ve ‘Iska’nın son gösterimlerini yaparak, 2014’te Santral İstanbul’daki mekânlarına veda etmişti. Dört sene sonra yeni bir oyunla, ‘Dünyada Karşılaşmış Gibi’yle Volkswagen Arena’da, Krek Mekân’ı anımsayanların iyi bildiği camla örtülü sahne/kulaklıklı ses sistemiyle tekrar karşımızdalar. Üstelik Öner Erkan, Fatih Artman, Alican Yücesoy, Serkan Keskin, Settar Tanrıöğen ve Defne Kayalar’dan oluşan bir yıldız kadroyla...
Berkun Oya’nın zihin akışı ve kalemi okuyucusu/seyircisini birtakım anlara götürür. Bir cümlenin peşinde, bir meselenin izinde, bazen bir objenin etrafında bir öykü örer. Bu kez İstanbul’un merkez karakollarından birinde bir gecede, bir saatlik zaman diliminde yaşananları gösteriyor. Karakolun iki ayrı odasında yaşananları, sahneyi ve seyir alanını ikiye bölerek ayrı ayrı seyrettiriyor. Seyirci (yerinin hangi blokta olduğuna bağlı olarak) bir yarıda memurlar ve iki tutuklu arasında geçen, enerjisi yüksek sahneyi, diğer yarıdaysa o esnada sorgu odasında yaşananları izliyor. Bu ‘oyuncaklı’ kurguyu sahnenin önünü kaplayan camın arkasından seyretmek; sahnedeki sesleri, en ufak hışırtısına kadar net ileten kulaklıklar aracılığıyla dinlemek, bilhassa ilk kez bir Krek oyunu izleyen seyirci için farklı bir deneyim sunuyor.

Zıt kesimler
arasındaki farklar
Üç polis memuru, bir komiser, gözaltındaki iki tutuklu ve bir şikâyetçiyi buluşturan gece; kesişen bir hikâyeden çok karakterlerin hayatlarından kısa öyküler anlatıyor. ‘Şopar torbacı’ Öner Erkan’ın dilindeki Ferdi Tayfur şarkısı (‘Sanma ki Yaşıyorum’); yaşadığı ağır kaybın etkisinden kurtulamamış polis memuru Naci’de de sorgu odasında ayrılık acısını komiserle paylaşan şehirli genç adamda da karşılık buluyor. Torbacının, polis memurları Sadık ve Naci’nin, komiserin ve genç adamın dertlerine kısa kısa dahil oluyoruz.
Berkun Oya, ‘Bayrak’ta ve ‘Babamın Cesetleri’nde temas ettiği ‘baba’ meselesini ‘Dünyada Karşılaşmış Gibi’deki küçük hikâyelerin de merkezine yerleştirmiş. Bir yandan da bu, Oya’nın -tıpkı ‘Güzel Şeyler Bizim Tarafta’da yaptığı gibi- toplumun taban tabana zıt kesimleri arasındaki farkları zarifçe önümüze serdiği iki karşıt ‘oyun’ esasında...

Yazının Devamını Oku

Kader Can’ın hayat şarkısı

2 Şubat 2019
Murat Mahmutyazıcıoğlu yine hayatın içinden, sıradan bir karakteri alıp, onu seyircinin içine işleyecek bir hikâyeye dönüştürüyor. Kader Can uzakta, Kader Can kışlada, Kader Can rap’iyle birlikte karşımızda!



Murat Mahmutyazıcıoğlu hayatın içinden şarkılar yazan tiyatro insanlarından. Sıradan kadınlar çıkar onun oyunlarında karşımıza; şehrin bildik sokaklarından, yaşlı, genç, mutlu, yorgun, üzgün, heyecanlı, hayal kuran, hayal kırıklığına uğramış kadınlar... O kadınların etrafındaki kocalar, sevgililer, oğullar... Murat Mahmutyazıcıoğlu o sıradan hikâyelerin içindeki şarkıyı çıkarır koyar önümüze her yeni oyununda. Tuhaf bir hüzünle, neşeyle, öfkeyle çıkar insan oyunlarından. ‘Fü’de, ‘Aynur Hanımın Bebeği’nde, ‘Sevmekten Öldü Desinler’de, ‘Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’de hep olduğu gibi...

60 benzemez erkeğin ortak yaşamı

Bu kez sıradan bir erkek var oyununun odağında. Kışlada bir erkek. Uzun dönem askerlik için Ankara, Mamak’ın yolunu tutan Kader Can. Biz onunla biraz daha ileriki bir yaşında karşılaşacağız, o bizi alıp şarkılarıyla birlikte askerlik günlerine götürecek. 21 yaşına. Hayalbaz, çabuk parlayan, annesine düşkün, annesine kızgın, babasına hasret, sevgi arayan, hep bir şeyler arayan o genç adama. Hayatının baharına...

Boş sahnede; bir platform etrafında, hikâyenin kişileri arasında dans eden şahane bir oyuncu var: Deniz Karaoğlu. Rol aldığı herhangi bir oyuna gözü kapalı gidebileceğiniz oyunculardan biri. Deniz Karaoğlu sadece Kader Can değil, Kader Can’ın hayatındaki bir dolu kişiyle karşımızda bu kez. Kâh içeride çorba karıştıran annesi, kâh cebindeki son parayla latte’sini ısmarladığı kız arkadaşı, yeri geldi mi onu kışlaya teslim eden ‘Angaralı’ taksici ve oyunun büyük bölümünde de koca kışladaki birbirinden alakasız askerleri canlandırıyor. 60 benzemez erkeğin zorunlu olarak ortak bir yaşam kurdukları kışladaki kültürü abartmadan, seyirciyi diri tutacak ve sıkça güldürecek bir dille aktarıyor seyirciye.

Bağcılar’dan İstanbul’a

Mahmutyazıcıoğlu, bu kez bir ‘erkeklik’ öyküsü anlatır gibi yapıyor ama yine bir kadın var gizli başrolde.

Yazının Devamını Oku

Ya beni sararsa memleket hasreti….

31 Ocak 2019
Ahmet Kaya şarkıları, Kardeş Türküler’in canlı yorumu ve bir sürgün öyküsü... ‘Hep Sonradan’ güçlü müziğiyle, ülkenin yakın geçmişini hem anımsatması hem de olan bitenin bugünle bağını hissettirmesiyle ciğer delen bir oyun...

Müziğiyle memleketin her kesimine değen, gelgelim ki çok sevdiği memleketinde kendine bir köşe bulamayan ve sürgünde henüz 43 yaşında hayattan ayrılan bir isim Ahmet Kaya. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu ile An Yapım’ın ortak üretimi olan, Kaya’nın ezgilerini Kardeş Türküler’in emanet aldığı ‘Hep Sonradan’; kolektif hafızamızın biriciklerinden Ahmet Kaya’yı ‘müzikli oyun’ formunda karşımıza çıkarıyor.

‘Hep Sonradan’, bir ‘Ahmet Kaya müzikali’ değil. BGST’den Metin Göksel’in rejisörlüğünde; Funda Alp, Didem Kaplan ve Cüneyt Yalaz’ın kaleme aldığı metin ve Kardeş Türküler’in canlı yorumladığı Ahmet Kaya şarkıları eşliğinde Türkiye’nin yaralarına ama en çok da sürgünlüğe ve memleket hasretine dair bir çalışma. Karma bir ekibin elinden, son derece sıkı bir yüzleşme çabası.

Ahmet Kaya’nın Malatya’dan çocukluk arkadaşı, Kaya ile Paris’te sürgünde ortaklaşan Salih’in evindeyiz. Bir mülteci olan yardımcısı Pınar ile birlikte heyecanla; yirmi sene sonra göreceği çocukları Feride, Yusuf ve Serhat’ı bekliyor Salih. Unutmamak için yüzlerce sayfaya döktüğü her şeyi anlatacak onlara. Açlık grevinden ‘yadigar’ korsakoff sendromu artık aklını karıştırıyor çünkü. Ahmet Kaya’nın şarkılarıysa anımsamasına yardımcı... Çocuklar babaya öfkeli; anlamıyorlar. Sonradan anlayacaklar... Baba Salih ‘en baştan!’ anlatacak, çünkü hep ‘en baştan başlamak lazım’...

‘Hep Sonradan’ çok güçlü bir iş; Kardeş Türküler Salih’in hikâyelerine usulca yerleşen şarkılarla (Arka Mahalle, Büyüdün Bebeğim, Memleket Hasreti, Giderim, İçimde Ölen Biri Var, Fosso Necdat, Beni Bul Anne, Öyle Bir Yerdeyim ki...) ‘ciğer delme’ etkisi yapıyor. Ama bir de Salih’in kendi yaşamını anlatırken aslında memleketin unuttuklarını çocuklarına aktardığı kısımlar var ki oyun asıl gücünü oralarda topluyor. Salih ve Ahmet Kaya şarkıları, bu ülkeden gitmek zorunda kalmayı, memleket ve evlat hasretini anlatırken; oyun bugüne de dokunmayı başarıyor. Öte yandan Ermeni sürgünler de var ‘Hep Sonradan’ın öyküsünde, 90’ların ‘kayıp çocukları’ da... Seyircinin tüylerini pek çok anda diken diken edecek, etkisi –hele ki Kardeş Türküler’in enfes performasıyla- derinlerde hissedilecek bir oyun...

Yazının Devamını Oku

Kalbinizi işgal edecek: Nihayet Makamı

26 Ocak 2019
Kadınların kalbinden, kadınların elinden çıkan bir oyun. Şaire Şehvar Hanım ile Sabriye’nin yanına, 1918’in İstanbul’una gidin... Yirminci senesine giren AltıdanSonra Tiyatro’nun, son zamanların en incelikli, en içli oyununu nasıl ilmek ilmek ördüğünü görün. İyi gelecek.

Türk şiirinin zarif sesi, güzeller güzeli Şaire Şehvar Hanım. Tütüncüzade Akif Bey’in kızı, şiirleri en şöhretli tanburilerin bestelerine güfte olan Şehvar Hanım. Erkek şairlerin “Kadından şair olmaz” çıkışlarıyla kıvrak diliyle dalga geçen Şehvar Hanım. Hayranı, hizmet edeni eksik olmayan Şehvar Hanım. Ama bunlar biraz eskide kaldı. Biz şimdi köhnemiş bir köşkün içinde lekeli hummayla baş başa kalmış bir Şehvar ile tanışacağız.

1918’in, işgal altındaki İstanbul’undayız. Sabriye ile köşkün kapısından girip, Şehvar’la ikisinin yaşadığı bir hikâyenin, efsunlu bir rüyanın, bir musikinin içinde 90 dakika geçireceğiz. Sabriye? Sekiz yaşından beri Şehvar’ın kendisini görmesini, onun şiirleriyle yaptığı şarkıları duymasını bekleyen, Şehvar’ın hizmetçisi Sabriye. 

Burçak Çöllü’nün hem metnini yazıp yönettiği hem de şarkılarını yazıp bestelediği ve sahnede tanburuyla icra ettiği, AltıdanSonra Tiyatro’nun yeni oyunu bu: ‘Nihayet Makamı’. Bugüne dek onlarca oyun için müzik üreten Çöllü bu kez, tamburunun zarif sesi kadar incelikli ve içli bir oyun yaratmış. Şehvar Hanım’ı Gülhan Kadim, Sabriye’yi Ayşegül Uraz geçirivermiş üstüne. Dolunay Pircioğlu ise farklı zaman dilimlerinde hareket eden bu hikâyenin şarkılarına ses verirken, hem bedeni hem de sesiyle tüy gibi dolaşıyor sahnede. Başlarda mekân/zaman karmaşası hissi veren bu sahne üstü kesişmeler, oyunun bir noktasında kendini açıklıyor. Ki Çöllü’nün rejisi, oyunun bütününde de zorlu bir metnin üstesinden sakince gelen bir yaklaşıma sahip.

Sabriye ile Şehvar’ın benzersiz ilişkisi, ikilinin ortak tarihi, ikisinin de gözünden katman katman açıldıkça oyun da benzersizleşiyor. Şarkılar seyircinin kalbini de işgal eder oluyor. İnsan, bir diğerine nasıl olur da “Sevmek değil de canımı teslim etmek benimkisi” der; bir ömür dizinin dibinde ona sesini, kalbini teslim etmek üzere nasıl ‘fare gibi’ bekler... Öyle içten anlatıyor ki... Dahası, bunu bize iki kadının da kalbinin aydınlık ve karanlık taraflarını aralayarak yapıyor. Şehvar’ın bir kadın şair olarak verdiği mücadeleyi ve yeteneğini aktarırken; aynı Şehvar’ın Anadolu’yu, ‘İstanbul’u dolduran ayaktakımını’ sınıfsal bir kibirle hor görüşünü de es geçmiyor. Keza hamuru şefkat ve sebatla yoğrulmuş Sabriye’nin kıskançlığı, küskünlüğü ve öfkeyi içeren tutkusunu da... (Bunları tek bir kılçık hissi vermeden sahneye taşıyan dramaturjide Sinem Özlek’in adını görüyoruz.)

Yazının Devamını Oku

Ömürlük bir lezzet: Şener Şenli ‘Zengin Mutfağı’

5 Ocak 2019
Vasıf Öngören’in kült eseri, Türkiye işçi hareketinin en önemli günlerine bir köşkün mutfağından baktığı ‘Zengin Mutfağı’nı Şener Şen’in enerjik, seyirciyi her an diri tutan oyunculuğuyla izlemenin tarifi yok!

Sezonun en heyecan verici havadisiydi: Şener Şen 40 sene sonra ‘sahalara’ dönüyordu, hem de ismiyle özdeşleşen bir Vasıf Öngören harikası, ‘Zengin Mutfağı’ ile... Şener Şen; tarihimizin bu en öğretici mutfağının aşçısı Lütfü Usta’yı 1978’de tiyatroda, 1988’de beyazperdede canlandırmıştı. Temsilin ilk halini görememiş kuşak için Şen’i bu oyunla sahnede görmek en basit ifadeyle ömürlük bir lezzet.

‘Zengin Mutfağı’, İstanbul’un sahne sanatlarındaki taze ve güçlü nefeslerinden DasDas prodüksiyonu olarak karşımızda. Rejiyi Şener Şen, yeni nesil tiyatro ve sinema dünyasının iyi ‘gözlerinden’ olan Doğu Yaşar Akal ile üstlenmiş. Şen’e eşlik eden kadro ise (seçmelerle kararlaştırılan) genç bir ekipten oluşuyor. Başrol evet, Şener Şen’de ama Barış Dinçel imzalı dekordan da ‘Zengin Mutfağı’nın ikinci başrolü olarak bahsetmeli. Oyunun özü gereği bu mekân, 1970’lerin yerli sermayesini temsil eden bir köşe. Türkiye işçi hareketinin mihenk taşlarından 15-16 Haziran işçi yürüyüşünün fabrikatör Kerim Bey’in köşküne nasıl sirayet ettiğini bu mekân/mutfak üzerinden anlatır Vasıf Öngören. Mutfağın sakinleri; Lütfü Usta, hizmetçi genç kız, şoför Seyfi ve onun, mutfağı sık ziyaret eden, örgütlü bir işçi olan ağabeyi Ahmet ile kızın nişanlısı Selim’dir.

Öngören’in, her anıyla ‘taşı gediğine koyan’ metni sadece Türkiye’nin çalkantılı bir dönemini, işçi sınıfı&sermaye arasındaki çatışmayı ve tarihin en önemli işçi hareketini sahneye taşıdığı için değil, enfes bir epik tiyatro örneği olduğu için de kıymetli. Oyun boyunca kişilerin dönüşümlerini; yaşananların, başlarda etliye sütlüye karışmayan oyun kişilerinde sınıf bilincini nasıl uyandırdığını yahut Selim örneğinde olduğu gibi sermayenin ve iktidarın ihtiyaç duyduğunda faşizan güçleri nasıl sıfırdan yaratıp beslediğini çok akıllıca anlatır Öngören. Şener Şen’in sahneye bu oyunla ve müthiş bir enerjiyle dönmesi en çok bu açıdan çok anlamlı.Oyun, epik tiyatronun da doğası gereği, Lütfü Usta’nın doğrudan seyirciye “Size başımdan geçenleri anlatıp danışacağım” demesiyle açılıyor. Ve tüm sahneyi kaplayan gerçekçi mutfak dekorunun içinde, oyun başlıyor. Yani bu bir ‘oyundur’ ve seyirciden de izlediğinin kurgu olduğunu aklından çıkarmadan, sahnedeki eylemlere dair bir yargıya varmamız beklenir...

‘Zengin Mutfağı’ bu anlamda politik tavrı net olan bir epik tiyatro örneği. DasDas çatısı altında izlediğimiz hali de epiğin ve oyunun özündeki beklentileri karşılayan bir iş olmuş. Lakin karşımızda; Şener Şen’in enerjisi son derece yüksek, seyirciyi her repliğinde, her mimiğinde diri tutan oyunculuğu, devasa bir dekor ve bu iki ‘başrolle’ bir şekilde bütünleşememiş bir başka oyun akıyor. Bahsedeceğim zamanla kıvamını bulacak bir durumdur belki de ama oyunculuk/sahnede duruş açısından bir ortak dil tutturamama sıkıntısı söz konusu. Epik tiyatroda anlatıcının direkt seyirciye konuştuğu ya da yabancılaştırma efektleri anları dışında, izlediğimizin oyun olduğunu bilsek de sahnedekinin yine de ikna edici olup bizi içine almasını bekleriz. 'Zengin Mutfağı’nda sıkıntı, oyunun pek çok anında ikna edicilik noktasında bir tekleme hissi vermesi. Genç oyuncuların “Repliğimi attım, geri çekileyim” ya da “Sahnem bitti, çıkıyorum” haliyle hareket ettiğini görmek, dekorun içinde durmaksızın yorucu bir koşturmacanın yaşanması, arka arkaya açılıp kapanan kapılar, merdivenden koşturarak inip çıkmalar vs. derken oyun; mutfağın içinde yaşanan bir koşuşturmacaya dönüşüyor. Hal böyle olunca da bildiğimiz 'Zengin Mutfağı’nın o bilge ama komik kokusu yükselmiyor havaya. Dekor bir şekilde ‘yaşamıyor’, belki basit dokunuşlarla (Mutfak o kadar da temiz, derli toplu olmasa; oyuncuların giriş çıkışları daha doygun, sakin bir hal alsa...) toparlanabilecek bir durum bu.Oyunun her temsilden sonra yerine oturacağına; böylece mutfağın da anlattığı tarihteki memleketin ve emekçilerin ruh halini, yaşanan çelişkileri ve dönüşümü (ve bugünle bağını) daha akıcı aktaracağına şüphe yok. Ki, ilk yarıdan ikinci yarıya geçişteki fark bile bunun göstergesi.

Yazının Devamını Oku