Devlet Tiyatroları
◊ ‘Reis Bey’ isimli İstanbul DT yapımı, 27 Mart Cuma akşamı saat 20.30’da; İzmir DT eseri ‘Kantocu’, 7 Nisan Salı akşamı 20.30’da; İstanbul DT yapımı ‘Uçmak’, 14 Nisan Salı saat 20.30’da TRT 2’de canlı yayımlanacak.
◊ Çocuk oyunları ‘Tembel Memiş’ (müzikal), 31 Mart Salı; ‘Turta Girmemiş Orman’, 21 Nisan Salı; ‘Kuzu Maydanozun Maceraları’ ise 28 Nisan Salı akşamı 20.30’da TRT2’de.
◊ Devlet Opera ve Balesi yapımlarından ‘La Boheme’, 28 Mart Cumartesi; ‘Aida’, 4 Nisan Cumartesi; ‘Troya’,
11 Nisan Cumartesi TRT2’de...
Nilüfer Belediyesi
NARİN NAPALM - BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ YILDIZ
KUSURLU İŞLER & İKİNCİ KAT
Yazan: Philip Ridley
Yöneten: Eyüp Emre Uçaray
Oyuncular: Fulya Peker, Mehmet Bilge Aslan
Ne zaman, nerede: 23 Mart Pazartesi, Kadıköy Theatron Yeldeğirmeni’nde.
Süre: 90 dakika
Bu saatten sonra belki de hiçbir sanat eserinin yeterince etkili anlatmasının mümkün olmadığı görüntülere ‘seyirci kalıyoruz’ günlerdir. Mültecilerin ‘yeni yaşam umuduyla’ yaşadıklarını canlı yayında izlemeyi kanıksamışken; çağın insanının çelişkilerini kim, nasıl anlatsın, yazsın? Almanya’nın; üretken yazarlarından Moritz Rinke’nin Türkiye’de sahnelenen ikinci oyunu ‘Westend’i yazmaya otururken, günlerdir önümüze düşen görüntüler aktı gözümün önünden tekrar. Rinke güncel, ironik ve sözünü sakınmayan kalemiyle insanlığın utanç noktalarına dokunur hep. DasDas yapımı ‘Westend/Batının Sonunda’da Avrupa’nın göbeğinden üst orta sınıf karakterlerin katı çelişkilerini ortaya saçıyor. Oyun, Berlin’in zengin muhiti Westend’den alıyor adını. ‘Batının Sonu’ ifadesiyle de Rinke, bir ‘çözülme’ öyküsü anlattığının sinyallerini veriyor. Batı medeniyetinin, insanlığın çözüldüğü noktaları, farklı katmanlarla kurguladığı oyununda ‘işaretliyor’.
Bu havalı semtte ‘saray gibi’ bir eve taşınan genç çift -estetik cerrahı Eduard ve opera şarkıcısı Charlotte- ile tanıştırır bizi oyun önce. Çiftin hayata bakışlarındaki farklılığı, ‘ev’ mefhumuna bakışlarından başlarız sezmeye. Sınır Tanımayan Doktorlar ile Afrika ve Afganistan’daki çatışma bölgelerinde bulunan cerrah arkadaşları Michael’ın gelmesiyle üç arkadaş arasındaki gündelik, ideolojik ve özel ilişkilerine dair gerilim artacaktır. Genç çiftin; zengin film yapımcısı komşuları ile onun oyuncu Rus sevgilisi ve yapımcının kızı Lily de kilit detaylar taşıyan diğer üç karakter. Rinke bu altı karakteri, fona Hayn’in ‘Yaradılış’ eserini yerleştirerek buluşturuyor. Tuğsal Moğul yönetimindeki yorumda, bomboş, bembeyaz bir ev dekorunda (gösterişli avize ve tablolar, elegan çiçekler ve Michael’ın tüm bu ihtişamın ortasına birer kazık gibi dikeceği iki tabut eşliğinde) sürekli bir hareket ve diyalog halinde karakterler. Bu yerinde mekân tasarımı tercihiyle ‘zenginlik/konfor/umursamazlık’ hissini net bir şekilde veriyor oyun.
Tam olarak ne istediğini de rahatsız olduğu şeyleri nasıl değiştireceğini de bilmeyen/bilmek de istemeyen insanların, bizim öykümüz ‘Westend’. Durmadan güzelleşmek, beğenilmek, refah içinde yaşamak arzusu da var oyunun katmanları arasında, Avrupa’ya sığınan Suriyeliler de bölgesel savaşlarda ziyan olan insanlar da terörizm/İslamizm tartışması da… Hepsinin ortasındaysa basit bir diyalogu bile sürdürmekte zorlanan altı modern insanın çelişkileri…
arkmış memeleri, parlak makyajları, görmüş geçirmiş bakışları ve şen şakrak sesleriyle üç kadın... Bize anlatacakları var, ama ne? Kadın kadına bir muhabbet dönecek belli; biri pek atılgan, biri daha içine dönük, öteki ‘sözü kapsam da anlatsam’ havasında... Afrodit, Hera ve Athena bunlar! Üç tanrıça... Güzellikleri, endamları ve zekâları dillere destan bu üç ölümsüz kadın; çağları, denizleri, mekânları, nice tanrıları, tanrıçaları aşmış gelmiş, biz fanilerle sohbet etmeye hazırlanıyor.
Olası İşler’in ilk işi ‘Altın Elma’... Bu üç tanrıça da -izlerken yer yer inanması güç olsa da- aslında birer kukla. Antik Yunan’ın en şaşaalı günlerini, baştan aşağı altınla kaplı mekânlarda aylarca süren partilerini, bir kıskançlık kıvılcımıyla alev alıp tarihi değiştiren savaşları, dudak uçuklatan lanetleri ve tuhaf kehanetleri görmüş geçirmiş üç tanrıça, şimdi birer kukla olarak karşımızda canlanıyor. Aşkları, irili ufaklı kıskançlıkları, kaprisleri, tatlı didişmeleri, aramaktan yılmadıkları mutluluk ve tabii o kadim mesele; ‘en güzelinin içlerinden hangisi olduğu’, içinden şarkılar geçen, üst üste binen hikâyelerine konu olacak. ‘Nifakçı’ Tanrıça Eris’in, Zeus’un meşhur partisine davet edilmediği için gökten fırlattığı ve üzerinde ‘en güzele’ yazan ‘altın elma’ya gelecek konu en nihayet... Hangisidir bu üç tanrıçanın en güzeli?
***Üzerinde ‘en güzele’ yazan ‘altın elma’ya gelecek konu en nihayet... Hangisidir bu üç tanrıçanın en güzeli?***
Metniyle de beden kuklalarıyla da son derece özgün bir tasarım fikri ve işçiliği Hilal Polat’ın elinden çıkan. Bildiğimiz mitolojik karakterleri ve ilişkileri; bu üç tanrıçanın gözünden, onların bakışı ve yorumuyla, günümüzde olan bitene de dokunarak, bugünden bakarak anlatıyor oyun. Afrodit, Athena ve Hera aralarında ‘kaynatıyor’ adeta. Karakteristik yüz hatlarından beden kıvrımlarına, bakışlarından üstlerini başlarını düzeltişlerine, oturuşlarına kadar kanlı canlı üç bedenden handiyse farksız karşımızdakiler.
Çok güleceğinize şüphe yok
Halihazırda canlı olduklarına bizi sadece durup bakarak bile ikna etmiş olsalar da bu kuklalara ‘hayat veren’ üç kukla oynatıcısı var. Çağıl Kaya, Didem Kırış ve M. Ali Dönmez tanrıçaların birbirinden eğlenceli hikâyelerine hareket ve ses veriyor. Kukla oynatıcılarının maharetli yorumlarıyla kuklaların karakterleri net bir şekilde beliriyor önümüzde.
Afrodit’in arada ‘patlattığı’ şarkılar başta olmak üzere her birinin anıları, nazı niyazı, esprileri, yanlış anlamaları (Bir ara Süleyman Demirel’e bile bağlanıyor mevzu!), 60 dakikalık alışılmadık bir Antik Yunan muhabbetine ustalıkla yerleşiyor. Yer yer dağınıkmış gibi duran bir sohbet bu. Görmüş geçirmiş üç yaşlı tanrıça, kadın kadına, rahat bir muhabbete koyulmuş olsa ortaya dökülecek kıvamda bir dağınıklıkta ama! Çok gülerek izleyeceğinize şüphe yok.
Sahnede bir trans hikâyesi mi anlatmak istiyorsunuz? Gelin kurgulayacağınız karakter için ‘aklımıza ilk anda gelenleri’ sıralayalım: ‘Herkes gibi’ olmadığını fark etmek, aileyle çatışıp İstanbul’a gelmek. İş bulamayıp seks işçiliğine mecbur kalmak. Âşık olup sevgiliyle mutlu günler geçirmek... Sevgiliyle ayrılıp seks işçiliğine dönmek. Depresyon... Finali intihar ya da trans cinayetiyle bağlayabilirsiniz. Araya bir de ‘baba tacizi/tecavüzü’ hikâyesi eklemeli. Hayatın sillesini yemiş ama acılarıyla dalga geçebilen, seyirciyle tatlı tatlı atışan bir trans olarak, oyun boyu bir nevi “Bakın biz de insanız” demeli... Finalde cinayete kurban giden transları anımsatırsanız ‘misyonunuzu’ tamamlamış olursunuz. Kâh gülen kâh ağlamaklı olan seyirci “Translar da insan!” der içinden. ‘Farkındalık yaratma’ süreciniz tamamlandı. Tebrikler!
‘Eylül’ yukarıdaki ‘formülü’ teknik anlamda başarıyla tutturuyor. Kasım’ken Eylül olan bir transı anlatan oyunun yazarı ve oyuncusu Uğur Kanbay rolden role geçebilen, seyirciyi anlatıya kolaylıkla çekebilen, sahne enerjisi çok yüksek bir oyuncu. Bolca güldürüyor, 110 dakika boyunca seyirciyi tek başına sürüklüyor. Akış yer yer “Durun size bir hikâye anlatayım” tadındaki girişlerle teklese ya da askerlik şubesi süreci fazlasıyla uzun anlatılsa da bu pürüzler bütünü bozmuyor. Keza oyun, ikinci yarıda yaptığı köşe hamlelerle iyi kurgu fikirleri de sergiliyor. Bölümlerle uyumlu kullanılan çocukluk manileri de hoş fikir.
Mesajı çok ters yerden veriyor
Lakin tüm bunlar ‘Eylül’ün, -iyi niyetinden şüphe etmesem de- klişelerden ibaret olduğu ve maalesef politik olarak riskli bir yerde durduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu tip bıçak sırtı bir meselenin, konunun öznesi olmayan (ya da mevzuya dair yeterince bilgi, deneyim sahibi olmayan) kalemlerce ele alınması açık riskler barındırıyor. Niyetin, “Transları/LGBTİ+ dünyasını anlamalı, anlatmalıyız” gibi bir heyecan/heves vb. olması riski azaltmıyor.
Sevgilisini anlatırken “Beni bir tek o sevdi, o anladı” türü klişelere düşmek, lince uğrarken “Tamam, normal değilim ama vurmayın artık...” diyen bir trans görmek, transları ‘anlamamız’ konusunda o kadar da yardımcı olmuyor. 2015’te intihar eden Eylül Cansın’dan alıyor oyun adını. Karakterin başından geçenler Cansın’ın hikâyesi üzerinden kurulmadığı halde final, kullanılan gerçek haber anonslarıyla Cansın’ın intiharına bağlanıyor. Bu talihsiz seçimle, transların hikâyelerini tektipleştiren (translara cinayet ya da intihar ‘sonu’ yazan), indirgemeci bir final yapmış oluyor oyun.
KALABALIK DUASI (BEŞ ÜZERİNDEN BEŞ YILDIZ)
FİZİKSEL TİYATRO ARAŞTIRMALARI
◊ Yazan: Volkan Çıkıntıoğlu,
◊ Yöneten: Güray Dinçol,
◊ Oynayan: Tolga İskit
◊ Ne zaman, nerede: 19 Şubat Çarşamba 20.30’da Kumbaracı50’de ve 22 Şubat Cumartesi saat 20.30’da Kadıköy Theatron Yeldeğirmeni’nde.
◊ Süre: 75 dakika
Anne-baba olmadan ‘anlayamaz mıyız’ hakikaten? Altı senelik -iki çocuklu- ebeveynlik deneyiminden bildiriyorum, anne olunca anladığım şudur: Bir çocukla eşit, şefkatli, güven dolu bir ilişki kurmak ebeveynlik yolunun en zorlu yokuşu. Evet, dünyaya getirmeyi seçtiğimiz çocuklardan sorumluyuz. Peki, kendimizden geçmek pahasına mı? Hem hayatını seçtiğin gibi yaşamak hem de çocuğunun mutlu nefesler almasına destek olmak zor. Ama imkânsız mı?
Cem Yiğit Üzümoğlu hayli iddialı
‘Evlat’, Florian Zeller imzalı bir metin. İbrahim Çiçek’in rejisi, Hira Tekindor’un çevirisiyle sahneleniyor. Boşanmış anne-babanın ergen oğlunun, bilhassa babayla ve onun genç eşiyle ilişkisi üzerine kurulmuş bir hikâye...
Kadrosunda Onur Saylak, Sezin Akbaşoğulları gibi sahnede ve sinemada sıkı işlere imza atmış iki ismi, son dönemin dikkat çeken gençlerinden Cem Yiğit Üzümoğlu’nu ve ilk ‘sahne sınavı’nı başarıyla verdiğine tanık olduğumuz Şükran Ovalı’yı barındırıyor.
Çiçek, hikâyenin sadeliğine denk düşen, göz alıcı numaralara başvurmayan bir rejiyle ele almış metni. İki ev ve bir bar alanını temsil eden parçalı dekora eşlik eden ışık ve müzik seçimleriyle hikâyesini duru bir dille anlatan bir reji bu. Kusursuza yakın oyunculukların da etkisiyle dört başı mamur bir yapı kuruluyor. Bilhassa; tüm o beceriksizce oğlunu ‘iyileştirme’ çabalarıyla asabımızı bozan ‘baba’da Onur Saylak, anne-babası tarafından görülmeyişi gibi, seyircinin gözünde de kendini görünmez kılmayı başaran ‘oğul’ Üzümoğlu hayli iddialı. Üç yetişkin-bir ergen arasındaki gerilimi diyaloglarla, müzikle, karakterlerin giriş çıkışıyla bile hissettiriyor reji. Ki oğul Nicolas, başlı başına gerilim unsuru. Büyük aksiyonlar barındırmasa da içindeki doğal komediyi de çıkarabilen bir reji bu...
Peki ‘Evlat’ta ‘olmayan’ ne? Finale doğru seyircinin karnına yumruk atan oyun, başlıktaki soruya dengeli bir yanıt veremiyor. Nicolas’nın annesinin (çok iyi bir oyunculuk yorumu olması bir yana) alkollü, histerik, kontrolsüz resmedilmesiyle başlıyor dramaturjik tekleme. Halihazırda düz bir melodram olan oyun, seyirciyi ‘ayrılan anne-baba travması yaşayan ergen çocuk’ noktasından ileri taşımak, meseleyi boyutlandırmak için çaba harcamıyor. Yazar Zeller hikâyeyle kişisel bir bağı olduğundan bahsediyor, bu açıdan anlaşılabilir belki de. Velhasıl beceriksiz baba, histerik anne ve majör depresyondaki çocukla çizilen bu trajik resmi, didaktik ve hatta muhafazakâr bulduğumu söylemek zorundayım...
KEL ŞARKICI (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)
ARTNİYET
Yazan: Eugène Ionesco Yöneten: Kerem Kurdoğlu
Oyuncular: Aygen Tezcan, Aslıhan Eraltan,
Özden Dilek Karakışla, Hasan Uzma, Aydın Soysal, Aykut Altın.
Ne zaman, nerede: Yarın saat 16.00 ve 20.00’de Moda Sahnesi’nde.