Paylaş
Ağır bir kayıpla baş etmenin kaç yolu vardır? Ya da baş edememenin? Aynı acıyı paylaşan iki insan, başlarına gelenden sonra yola aynı tarifle devam edebilir mi? Ya da etmek zorunda mı? Peki evlat kaybı gibi tarifsiz bir acıdan sonra yeni bir sayfa açmak mümkün mü? Ya da bu, şart mı?
Hollandalı yazar Lot Vekemans’ın 2010’da ülkesinde Taalunie Toneelschrijfprijs Ödülü’nü alarak ‘en iyi oyun’ seçilen eseri ‘Zehir’, tek çocuklarını, Jacob’u kaybeden bir çiftin, seneler sonra bir araya geldiği bir buçuk saati kurguluyor.
20 dakika gerilimle geçiyor
Trajik olaydan bir süre sonra adam bir yılbaşı akşamı evden çıkıp gitmiş, kadın ve adam yıllarca görüşmemiştir. Adam Hollanda’dan Fransa’ya taşınıp yeni bir hayat kurmuşken, kadın eski hayatının içinde, acısının yangını neredeyse hiç sönmeden, söndürmek için pek çaba da harcamadan yaşamaya devam etmektedir…
Oğullarının da yattığı mezarlığın toprağına bir zehir karışması hasebiyle 200 mezarın taşınması söz konusu olunca, mezarlıkta yapılacak bir görüşmede bulunmak üzere burada buluşur ikili. Ve seyirciyi, aralarında oyun boyu sürecek ‘kabullenmek/kabullenememek, hayata devam etmek/etmemek’ uçlarında salınacak gerilimli bir tartışmaya ortak ederler.
Bir mezarlık şapelinde geçen görüşmenin ilk 20 dakikası gerilimle, birbirini tekrarlayan diyaloglar ve karakterlerin kararsız hareketlerinden oluşan bir mizansenle geçiyor. İkilinin arasındaki huzursuzluğu yansıtmak açısından gerçekçi belki ama seyircinin oyuna dahil olmasını zorlaştıran bir açılış. Pandemi koşulları sebebiyle oyuncuların dönüşümlü rol aldığı, Şaban Ol yönetimindeki ‘Zehir’i Sevinç Erbulak ve Ahmet Saraçoğlu’nun performanslarıyla izledim. (Eraslan Sağlam ve Aslıhan Kandemir de oyunun ikinci kadrosu.) Ne yazık ki çok fazla yerde şu fena, ‘çeviri kokan oyun’ izliyor hissinde buldum kendimi. Özellikle de Saraçoğlu’nun bastıra bastıra vurguladığı nidalarında… İlk yarıda içine girmek için kendimi hayli zorladığım oyun; hikâyenin açılmasıyla, yaşananların -daha doğrusu kadınla erkeğin duygularının- detaylarına hâkim olmaya başlamamızla ayağa kalkar, koşmasa da yürür hale geldi.
Kıyıya vurmuş iki yetişkin
Mezarlık tasarımı içinde ‘kıyıya vurmuş’ iki yetişkinin bir araya gelip acıları üzerine ilk defa gerçekten konuşmasını izlerken, böyle bir kayıptan sonra hayatın nasıl devam edebileceği, hangisinin gittiği yolun daha anlaşılır olabileceği üzerine biraz düşünmek isterdim. Ama oyunun bizzat kendisi müsaade etmedi buna. Kadınla adamın arasındaki didişme, gerilim, karşılıklı çözülme, duygu itirafları, kabullenişler ve uzlaşma hattında yazarın anlatmak istediği derdi, evet, anlıyorum ama Şehir Tiyatroları yapımı ‘Zehir’ ne yazık ki hayata dair, yaşayan, kanlı canlı bir anlatı izlediğim hissi yaratmakta zorlanıyor. Belki de oyunculuk biçimini, rejiyi ve tasarımı bu kadar gerçekçi bir yaklaşımla kurmak yerine tam tersi bir yol seçip karakterlere ve metne daha soğukkanlı bir mesafeden bakılsa, aynı metinden bambaşka bir oyun görmüş olurduk.
Mezarlığa karışacağı söylenen ve oyuna da adını veren ‘zehir’, karakterlerin içinden atamadığı duygunun metaforu... İçinde çocuk kaybı meselesi olan her türlü hikâyeye ürkerek yaklaşan biri olarak oyuna korka korka gitmiştim. Çıktığımdaysa, oyunun metaforunu ödünç alırsam ‘zehir’ kanıma değmemişti bile. Eh, en azından ruh halim için böylesi daha iyiydi.
Paylaş