ÇEŞME’de 2. gün. Hafta içi olması sebebiyle ortalık nispeten sakin. Birazdan yenilere dair notlar okuyacaksınız. Kimi pahalı, kimi sakin. Yavaş yavaş her bütçeye uygun veriler oluşuyor bölgede. Zaten başından beri yazdığımda o. Her işin alıcısı farklı. Fine dining retoranından kumrucu fiyatı, kumrucudan fine dining hizmeti beklemeyi biraz bırakalım artık. Özenti duruyor çokça. Ve de komik. Mönüyü dikkatlice inceleyip yazan fiyatları toplayarak ilerlerseniz nispeten daha az bir sürprizle karşılaşırsınız. Şikayet edenlerin bir çoğuna bakıyorum masalarda çaktırmadan; kimsenin mönüde yazan fiyatları okuduğu bile yok. Sonra bu restoran neden pahalı? Tamam pahalı da sen de kontrol bile etmeden dünyayı söyledin be kardeşim.
Otto geri döndü
Neyse... Güzel olan şey, “iyi yemek, iyi müzik” motto’lu Otto’nun; Alaçatı’ya geri dönmüş olması. Bu kez Alaçatı Beach Resort’un olduğu koyun en ucundalar. Ben diyeyim Babylon’un ilk yerinde, siz deyin Bubi’nın geçen seneki yerinde. Yine iddiasızlar. Yine iyi chillout yapıyor adamlar. İlk bir kaç gün giriş ücretsizdi; ancak koy başka bir işletmenin hakimiyetinde olduğundan dolayı hafta içi 30, hafta sonu 40 TL adam başı şezlong, şemsiye, tesis, ıvır zıvır parası var. Kaçış yok. Ancak güzel haber: Vadofone Red’liyseniz giriş %50 indirimli!
Favori yemek: Odun ateşinde Otto Pizzası veya pidesi! Favori içecek: Taze sıkma gerçek meyvelerden sodalı–buzlu serinleticiler. Gün sabahın erken saatlerinde başlayıp geceye dönüyor. Her saatin ayrı bir müdavimi var. Surf plajlarından girip Alaçatı beach resort tabelesından sapınca yolun sonuna kadar gidip otomobilinizi orada bırakın (otopark ücretsiz). İşte yeni / eski Otto orada.
Agrilia yeni adresinde
AN itibariyle Kuzey Ege turlamalarını bitirip Çeşme’ye kavuştum.
Ey benim temmuz sıcağından kavruk, Gezi olaylarından bağrı yanık; hassas okur kardeşim.
Bir yandan diyorum ki, millet Anadolu’nun dört bir yanında canı ile uğraşıyor, sen burada ne yapıyorsun? Sonra diyorum ki, seyahat bir yaşam kültürü.
Medeni hallerin en önemli göstergesi. Sen görmekten, farklı olanı, ruhu olanı yazmaktan vazgeçersen; beriki senin yazılarından okuduklarını keşfetmekten vazgeçecek, öbürü görmeyecek, koklamayacak, dokunmayacak.
Elimizdeki en önemli şey, yaşam gustomuz da böyle böyle körelip gidecek.
O yüzden; herkes en iyi bildiği işi yapmaya devam.
ÇOCUKLUĞUNUN bir günü bile geçti mi, bir Ege kasabasında?
Düşün ki, Çeşme’nin Reisdere Köyü’nde, Karaburun’un Mordoğan beldesinde veya Küçükkuyu’da ya da Foça’nın Kozbeyli Köyü’nde doğdun.
Bir an için sadece düşün. Reddetme.
Bizim buralarda denize doğar çocuklar. Deniz yoksa sokağa.
40 gün, 40 gece şenlik olur doğumları. Her bir ‘can’ın dünyaya gelişi şenliktir bu topraklarda; ayrı ayrı. Bebek yatağı gelir salonun baş köşesine kurulur. Müslümanı, Yahudisi, Rumu; koşar gelir dört bir yandan. Elinde hediyesi, altını.
Gelin misafirleri ipekli bir kıyafetle karşılar. Misafirlere kahve, çay pasta börek yanında özel yapılmış baharatlı tarçınlı karanfilli sıcak loğusa şerbeti ikram edilir. Doğum yatağı 40 gün boyunca ziyaret edilir.
İKİ gün boyunca Ayvalık günlüklerini okudunuz. Sıra; Alibeyköy Adası, yani Cunda’da. Oldum olası severim Cunda’yı. Gerçekten kafa dinlemek isteyenlerin ve gastronomi severlerin buluşma noktasıdır yaz-kış. Bir de şu sahilde her yeri kaplamış kötü kumru, lokma, turşu fotoğraflarının dijital baskıları ile bezeli lokantalar, kendini bu alışkanlıktan kurtarabilse... O fotoğrafları internetten alıyorsunuz, dijitalde bastırıyorsunuz, fotoğraf kötü, malzeme kötü, çözünürlük kötü... En iyi restorana bile üçüncü sınıf yaftasını yapıştıracak nitelikte o plastik dijital çıktılar. Üstelik bu kez Taş Kahve ve birkaç restoran hariç sahilinde her zamankinden daha fazla plastik sandalye görünüyor Cunda’nın. Foça, Seferihisar, Karaburun bile arınmaya başladı bu plastik sandalye illetinden. Bari siz yapmayın. Sahile çıkmadığınız sürece Ada’nın içi yine canımın içi. Birkaç küçük zeytinyağlı lokantası eklenmiş, ufak tefek bireysel tasarım dükkanları açılmaya başlamış. İlk ve hep göz ağrım Moshinos Otel’in arka sokağındaki cumbalı zarif evler, bir bir renove olmuş; Siyah Lale, Latife Hanım Konağı gibi yeni oteller açılmış. Taksiyarhis Kilisesi’ne çıkan bu bir iki yokuş sokak gerçekten de adanın en güzel ve korunmuş sokakları. Cunda’da radarıma pek çok detay takıldı. Lafı uzatmadan başlayalım...
Restorasyon: Taksiyarhis bitmek üzere
Ayvalık’ta iki büyük Tarsiyarhis Kilisesi var. İkisi de yıllar yılı atıl bir haldeyken, Ayvalık’takinin restorasyonu Kültür Bakanlığı’nca tamamlandı ve dün gece bir klasik müzik konseri ile müze olarak ziyarete açıldı. Diğer büyük Taksiyarhis Kilisesi ise Cunda’da. Senelerce define arayan ruh hastaları tarafından adeta talan edilen kilise, Rahmi M. Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı’nca müze olarak düzenlenmek amacıyla 49 yıllığına kiralandı. 9 milyon lira bütçe ile restore edilen kilise, kültürel ve sanatsal etkinliklerde kullanılacak.
Tasarım dükkanı: Matruşka adaya çok yakışmış
Tasarımcı bir anne ve iki kızı tarafından bu yaz başı açılan dükkan, inanılmaz. El yapımı hediyelik eşyayla dolu... İç ve dış mekânlar için duvar rölyefleri, el yapımı seramikler, hiç görmediğim kapı numaraları, irili ufaklı mobilyalar, aydınlatmalar var. Bir şey almayacak olsanız bile mutlaka uğramanızı öneririm. Cumhuriyet Caddesi No: 32 Cunda; (0266) 327 30 35; www.matruskatasarim.com
AYVALIK notlarına dün kaldığımız yerden devam...
Ayvalık’ta en sevdiğim sokaklar İsmet Paşa Mahallesi’nde... İrili ufaklı cumbalı evler, eski Fransız, Rus ve İtalyan seferathaneleri, ufak antikacılar, bozulmamış mahalle kahvehaneleri ile tipik bir Ege mahallesi İsmet Paşa... En güzel tarafı da bir sokaktan diğerine döndüğünüz anda karşınıza çıkan çan kulesi ile yanyana duran camii minaresi.
Dünyada bu kardeşlik hissini yaşatan pek çok şehir var hala... Ürdün’de Amman, Lübnan’da Beyrut neyse bu konuda; Ege’de de Ayvalık o benim gözümde. Ezan sesine kilise çanının karışması kadar barışçıl bir ezgi var mı dünya üzerinde?
Yeni restorasyon:
Taksiyarhis Kilisesi yeniden açılıyor
1844’te inşa edilen, Osmanlı’dan sonra uzun yıllar Tekel deposu olarak kullanılan 170 yıllık Taksiyarhis Kilisesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yoğun gayretleri sonucunda restore edilerek inanç turizmine kazandırıldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca 2011’de başlatılan restorasyon çalışmaları tamamlanmış. Özel izinle gezdiğim kilisenin özenli renovasyonu ve bana yardımcı olan sanat tarihçilerinin bilgisi beni çok etkiledi. Yaklaşık 3 milyon liraya mal olan restorasyonla inanç turizmi için hazır hale getirilen Taksiyarhis Kilisesi’nin restorasyon sürecinin başlamasında eski Bakan Ertuğrul Günay’ın büyük emeği var. Bu akşam kilise, 100 küsur yıl sonra ilk kez, Ayvalık Klasik Müzik Festivali’nin açılış konserine de ev sahipliği yapacak.
Bozcaada’dan İzmir’e dönerken, benim için bir hayli uzun olan yolu ikiye bölmekte fayda var. Bu durumda da önünüze iki seçenek çıkıyor. Burhaniye ya da Ayvalık. Giderken Burhaniye’de bir gece konakladığım için dönüşte bu hakkımı Ayvalık ve Cunda’dan yana kullanıyorum.
Bugün ve yarın Ayvalık ile terennüm ederken, salı sabahı ise Cunda notları ile uyanacaksınız. Çünkü Ayvalık bir başka gelir kurulur gönlün başköşesine. Her şeyden önce, yüzyıllardır ayakta kalmayı başarmış bir liman şehridir. Bakmayın siz şimdilerde ilçe olduğuna.
Paşa fermanı
Osmanlı kaynaklarında Ayvalık adına ilk kez 1772’de yayınlanan bir fermanla rastlanır. Bu fermanın, 1770’de Çeşme önlerinde Rus donanmasıyla yapılan savaştan dönerken Ayvalık’a uğrayan, daha sonra sadrazam olan Cezayirli Hasan Paşa’nın çıkardığı düşünülmektedir. Çünkü yaralı olan Hasan Paşa’yı dönemin Ayvalık Papazı İkonomou’nun iyileştirmiştir. Paşa ayrılırken ondan hiç bir şey talep etmeyen Papaz’ın, günü gelince kentin özerkliğini istemesiyle (kendim için bir şey istiyorsam namerdim) Ayvalık, Osmanlı’dan tarihin ilk özerkliğini kapar. Böylece, vergilerden muafiyet ve ticari ayrıcalıklarla Ayvalık dönemin en gelişmiş ticaret limanlarından biri haline gelir.
Daracık sokakları kesen zarif cumbalı evler, kilise çanıyla yan yana duran cami minaresi demek benim için Ayvalık. Zeytinyağı. Ve bolca rüzgar. Serin deniz. Kumlu parmak arası terlik. Osmanlı’dan özerklik hakkı kazanan tek liman kenti. Bu nedenle çok köklü bir tarihe ve birbirinden güzel kiliseler camilere sahip. Geçtiğimiz yazdan bu yana, Ayvalık’ta ardı ardına açılan otel, pansiyon ve iştah kabartan kafeler, benim de radarıma takıldı.
BU hikayeyi kimse bilmez bak, yaz sıcağından bunalıp kendini sahillere atan okur. Anlatayım... Yıl 2011. Henüz hayatına Hürriyet girmemiş bir reklam yazarıyım. Tasarımcı ve bi hayli ‘renkli’ arkadaşım Selin (Kurtbilek) aradı.
“Bahar Alaçatı’da Ege Giyim Sanayicileri Derneği yararına moda ve tasarım festivali yapıyoruz. İsim bulamadık. Senin işin bu ve bize yardım et.” Yaklaşık bir saat sonra Millfest ismi çıkmış, Selin’e mail atılmış, kurul tarafından onaylanmıştı bile. Mill, İngilizce değirmen demek. Alaçatı’nın tarihi değirmenlerini ve dolayısıyla Alaçatı’yı simgeliyor. Fest ise zaten festivalin kısaltılmışı.
Sonuç olarak Alaçatı Millfest bu günlerde, 3. yaşını kutluyor. Sevildi. Tutuldu. Bu yıl Uğurhan Akdeniz ve ekibinin organizasyonu ile bir basamak daha atlayacağı kesin.
3 – 7 Temmuz arasında düzenlenen bu yılki festivalde; Özgür Masur, Simay Bülbül, Deniz Berdan, Özlem Kaya, Raisa Vanessa, Eda Güngör, Mavi/Chalayan, Mavi/ Mehry Mu gibi Türkiye’nin önde gelen moda tasarımcılarının Alaçatı’ya özel tasarladıkları koleksiyonlarının bulunduğu yaklaşık 30 stant yer alacak. 3 gün boyunca defile, after party ve söyleşiler birbirini takip edecek. Detaylı bilgiye www.millfest.org sitesinden ulaşabilir, tüm programı takip edebilirsin.
Bugüne dek isim bulduğum, marka kimliği yarattığım onlarca iş var. Ama festival ismi bulmak başka. Çünkü bir süre sonra kimseye değil, insanlara maloluyor. Hele ki iyi bir iş çıkmışsa ortaya, sen mutlu, mesut ve sessizce stantların ve kalabalığın arasından yürüyüp gidiyorsun.
Bütün kışı, yazı yatay olarak geçireceği bir şezlong olarak hayal eden benden başka bir delibozuk var mı içinizde? Üstelik o şezlongu yaz boyu hepi topu görme sürem bir kaç saatle sınırlı kalırken.
Bu kadar yollarda ve bir o kadar da memnunken; aklıma şezlongum ile birlikte hayal ettiğim kitaplarım geldi. Ben bir çoğunu daha baharda tükettim, içinde kayboldum, satır satır çizdim. Ve hemen hepsini bu yaz sahillerde göreceğimiz için buraya almadan edemedim. Hiç dudak bükmeyin, yaz tatilin en ciddiyetli, ama bir yandan da en pembe işidir sahile yayılıp saatlerce kitap okumak. Üzerine bir de kitabı üzerine örtüp uyuyakaldın mı tadından yenmez.
Hep söylerim, bir kez daha söyleyeyim. Zevkler ve renkler ve kitaplar görecelidir. Herkesin okuduğu kendinedir. Buradaki liste benim kendi kişisel listemdir. Dünya para verip de sonra tuğla kadar kitabı kafama atmaya kalkmayın, beni unutun, kitabın keyfine varın.
İşte başlıyoruz.
Onur Baştürk – EV SAHİBİ
Bir nesil onun sosyal hayat ve gece konuşlanmaları yazılarını okuyarak büyüdük. Geriden gelenler de onun cool kritikleri ile büyümeye devam ediyor. Kelebek yazarı Onur Baştürk, beni çok şaşırtacak bir iş daha yaptı. Kalktı, roman yazdı. Bildiğin de iyi yazmış. Dili, kurgusu, hikaye bildiğin iyi. Bir solukta bitirdim kitabı. Buzlu frappe ile iyi gidecek gibi duruyor. Konusu: Sırma ve Selma... Taban tabana zıt karakterde iki hostes. New York-İstanbul uçuşunda bir araya geldiklerinde henüz içine düştükleri tuhaf labirentin farkında değiller... Birden çok çıkış kapısına sahip bu labirentin gizemli mimarını da asla yeterince tanımıyorlar. Ama o, yani ‘Ev Sahibi’ herkesi tanıyor! Kitap Altın Kitaplar’dan çıktı. Fiyatı 12 TL.
Jeremy Dyson – TEKİNSİZ KİTAP
2009 yılında bir gazeteci İngiltere’nin farklı yerlerinden derlediği gerçekten yaşanmış hayalet öykülerini kağıda dökmek için elinizdeki kitabın yazarı Jeremy Dyson ile temasa geçer. Tekinsiz Kitap, o ana dek katı bir şüpheci olan Dysonın bu öykülerin ardında yatan gerçekleri ortaya çıkarmak üzere çıktığı yolculuğu ve kendisinin de zamanla lanetli bir öykünün parçası haline dönüşmesini anlatıyor. İyi bir gerilim romanı ve egzantrik kurgularla dolu. Bir kapı, bir diğerine açılıyor. Kitabın mottosu: Unutma, hayalet diye bir şey yoktur. Her sayfada dur ve kendine bunu hatırlat. Kitap Dominyo Yayınevi’nden çıktı. Fiyatı 20 TL.