ALTINOLUK, Ege’nin karakteristik özelliğini yansıtan, en mütevazi, en güzel denizli beldelerden biri. Yıllardır ailesi yazları Altınoluk’ta yaşayan samimi bir arkadaşım aradı. “Bahar, burada her Salı ‘neredeyse plaja’ pazar kurulmaya başlandı. Ardında bıraktığı manzaraya inanamazsın.” E atladım, gittim tabii. (Bu arada 2.5 ayda araba ile 7 bin kilometreyi bir ilaç röprezantları yapıyor, bir de ben).
Vardım geldim Altınoluk’a. Çıktım pazarı rahatça gören bir apartmanın terasına. Semt pazarları hayatta en desteklediğim lokal oluşumlardan biri. Ama burada durum biraz farklı. Çünkü semt pazarı; bu sene belediye tarafından kimseye sorulmadan (en azından bölge sakinlerine) Mehmet Peker Caddesi’nden başlayıp plaja kadar inen bulvara kurulmaya başlamış.
Semt sakinleri soruyor
Civarda oturan Altınoluklu pazara karşı değil; dertleri bulvarın ortasına kurulan, oradan da mavi bayraklı plaja kadar ulaşan pazarın öncesinde ve sonrasında yarattığı gürültü ile görüntü kirliliği. Bir dertleri daha var; bulvardaki apartman ve yazlıklardan toplanan daire başı 600 TL’lik kaldırım taşı döşeme parasına karşılık, o taşlara saplanan şemsiye ve direkler sebebi ile tüm sokak taşlarının kırıldığından dem vuruyorlar. Pazarın plaja kadar uzanması ise ayrı bir üzüntü kaynakları.
Çözüm ne?
GEÇEN ay “sahile vuran kitapları” yazdım da “şezlongda ne okuyacağız biz bakalım” sorularından kurtuldum. İlk yazının bu kadar çok ilgi görmesinin sebebi ise, sanırım seçtiğim kitapların bizzat, tek tek okunmuş olması.
Tuhaf bir merak ve açlıkla, daha çok Türk yazar okuyorum son 2 senedir. Tabii, bunun içine totomu kaldırıp halen bir kitap yazamamış olmam sebebiyle tırnak kemirten kıskançlığımı da ilave etmek gerek. Neyse, insanın kendini bilmesi bile en azından bir şey.
Gelelim ağustos ayı için seçtiğim kitaplara. Kitapçılarda hali hazırda çok satanlar listesinin dışında bir liste göreceksiniz burada. Tamamen kişisel. Tamamen kaygısız. Beni alan, sürükleyen, onlarca elimi sürdüğüm kitap arasından damağımda iz bırakanlar. Okuyabildiklerim. Okumaya doyamadıklarım. Ya da seyahatlerimde yanımdan ayırmadıklarımdan bazıları. Tabii ki, arasında çok satanlar da var, hiç duymadıklarınız da. Ben öncü kuvvet eylülün kitaplarına dalıyorum, siz arkamdan okuya okuya gelin.
Genel Hayat Hikayeleri
(Kafe Kültür Yayınları)
Bu kitapta 14 kadın yazar hayatlarında ilk kez “genel” kadınların hikâyelerini yazmak için özel olarak bir araya geldi. Çok sarsıcı, çok naif, çok derbeder hikayeler var aralarında. Aslında pek çoğu bildik bir hikaye. Ancak her bir yazar öyle betimlemeler yapmış, gözden kaçan öyle ara hikayeler yakalamış ki, vay be diyor okuyucu. Bir Türkiye gerçeği. Yanıbaşından başımızı çevirerek geçtiğimiz kadınların aslında nasıl bizim gibi bir “insan” oldukları gerçeğini yapıştırıyor insanın yüzüne. Beni peşinden sürükleyen cümle:
“Ara beni! İstanbul’da bu paranın çok daha fazlasını kazanabilirsin.”
Yazarlar: Alana Beril, Anuşka Şahiner, Candan Selman, Çiğdem Keskinbıçak, Eda Geven, Elif Karaca, Emine Ebru, Melis Olçum, Münire Özgencan, Özlem, Tüm, Özlem Ulusoy, Nurcan Onaran, Sedef Kandemir, Suna Baykam, Zuhal Alkan. Fiyatı: 15 TL.
EY tatilci kardeşim.
Bütün kış çalıştın. İnsan kaynakları departmanında 500 kişinin ayrı ayrı derdini dinledin. Ya da yazılım yaptın bilgi işlem departmanında, şirketi trilyon kara geçirecek bir proce geliştirdin.
Mimarsan, dünyanın en akıllı kulelerini diktin. İhalelere girdin çıktın eğer iyi kötü bir şirket sahibiysen. Ya da bütün sezon 11 adam bir topun peşinde, dilin dışarda koşturdun. Ve sonunda o uzun kış bitti, tüm tatil planlarını yaptın, geldin Çeşme’nin orta yerine düştün. Hem de bile isteye.
Cebinde paran. Altında araban. Yanında manitan. Veya pür neşe arkadaş grubun. O plaj senin, bu beach benim. O restoran senin, bu gece kulübü benim. Her şey şahane. Ancak bağışla, bir sorum var.
Sen buraya eğlenmeye gelmedin mi? Çeşme dediğin, eninde sonunda İzmir’in batıya doğru uzanan bir yarımadası. Çeşme, Urla ve Karaburun ilçelerini kapsıyor. Yol üzerinde geçilen Urla, Çeşmealtı ve Mordoğan İzmirlilerin orta halli yazlıklarının mekanları.
ÇOCUKLUĞUM geçti Foça’da. Bir taş evde değil, ama bir sitede. Bütün sabahlarım ve akşam üstlerimse bisiklet tepesinde, o yıkık dökük virane taş evlerin arasında.
Oysa şimdi her gittiğimde; daha hoş, daha bakımlı, daha alımlı bir Foça buluyorum karşımda. Evet, ruhu hiç değişmiyor. Çılgınlığın, gece hayatının yakınından pek öyle fazlaca geçmiyor (Mambo ve bu yaz açılan Bueno; Foça’nın yegane 2 gece kulübü). Ama Sertab’ın şarkısındaki gibi... öyle de güzel, böyle de güzel.
İskeleler yenileniyor. Çöpler çoğu zaman, zamanında toplanıyor. Herkes kendi halinde şehrin içindeki plajlarda veya çevre koylarda takılıyor. İsteyen iftarını açıyor. İsteyen balığını yiyor denizin üzerinde.
Ama beni asıl şaşırtan, hem Eski, hem de Yeni Foça’daki inanılmaz taş ev restorasyonu. Çocukluğumdan beri viran bir halde duran yaklaşık 180 adetten 140’ı son iki yıl içinde renove olmuş. Gerçekten şaşırtıcı. Bu gayretteki en büyük pay; başta Kültür Bakanlığı, sonrasında Anıtlar Yüksek Kurulu ve tüm yenileme, ayağa kaldırma projeleri için yol gösterici olan Belediye Başkanı Gökhan Demirağ.
OLDUM olası severim Urla’yı. Özellikle de eski tip cumbalı evlerin olduğu, marangozu, fırını, bakkalı, mahallelisi ile halen tipik bir Ege kasabası formunda olan Merkezi’ni. Geçen yıl o mahallelerden bildirmiştim, bu kez yolum İskele civarına düştü. Yeni restoranlar, oteller, renove edilen binaları ile her zamankinden daha güzel göründü gözüme Urla İskele Mahallesi. Bakalım, sokaklarında neler olup bitiyor.
Batis Inn
BAHAR AKINCI’NIN 21 TEMMUZ YAZISI
GEÇEN hafta bir soru sormuştum... “Ecnebi bebekler neden ağlamaz?” diye. Minicik bir kutunun içinde: Demiştim ki, “Alaçatı Port’a tepeden bakan Kapari isminde, sessiz sakin, kimsenin hava atmadığı, kocaman bahçeli, cumbalı güzel bir otelde kalıyorum. Dün resimdeki hanımefendi (Liz) ve Danimarkalı annesi (Libs) ile tanıştım. Hayatım boyunca konakladığım tüm otellerde şahit olduğum gibi bu Avrupalı bebek de hiç ağlamıyor. Ortadoğu ve Türk bebeklerinin avaz avaz ağlayıp, kendini yerden yere attığı, Kuzey Avrupalı bebeklerin ise sadece gülücük attığı yönündeki tezim, Liz bebekle yeniden alevlendi dün itibarıyle. Bir bilen varsa içinizde bu tezi çürütecek; elbette ki, mailini beklerim. Sebepleri ile birlikte.”
Aman allahım! Bildiğin mail yağdı. Ne Gezi ile ilgili yazılarıma, ne başka bir şeye bu kadar mail aldım ben. Amerika’dan, İsviçre’den, Adana’dan, Üsküdar’dan, İzmir’den, Güzelbahçe’den, Marmaris’ten yazdınız. Kimisinde bilgilendim, kimisinde kıkırdadım. Ve bir gün bir bebek yaparsam; babasının mümkünse ecnebi olmasına karar verdim. Belki babadan kurtarırız da bizimki de ağlamaz. Bakın neden?
Merhaba... Ağlayan bebekler tezim şu şekildedir:
Bu örgüt çoğunlukla anne, baba, anneanne ve babaanne ile dedelerden oluşur. Çocuk masaya çarpar masa suçludur. Pis masa. Çocuk yere düşer, azıcık canı yansa aman yavrum, canım yavrum deyip ortalığı ayağa kaldırırız. Oysa ki, Avrupalı çocuğunun üstüne bu kadar düşmez uzaktan bakar. Bu sayede de çocuklar kendi ayaklarının üstünde durmayı daha kolay öğrenirler. 90’lı yıllarda San Diego’da 4 sene kaldım. Bu ağlama tezini orda fark ettim. Tamamen şark kültürü. Saygılarımla. Sait Havuz
Ecnebi bebekler neden ağlamaz? Ağlamazlar! Zira o bebeklerin anne, babaları büyükanne ve büyükbabaları da ağlamazlardı bebekliklerinde. Yani genetik olarak şımarık değiller bizimkiler gibi... Selamlar. Şahin Erkenez, Marmaris
Geçen hafta Çeşme’nin dertleri döküldü bir bir ortalığa. Bugünse pastanın kremalı tarafı var sosyalleşmeyi seven canım okur. Her mekana şöyle bir kafasını uzatıp “görünmez kadın” misali oradan oraya sekilmiş 5 gün ve 5 gecenin sonunda, işte Çeşme radarıma takılanlar...
* İlginçtir ki Çeşme; Ramazan ayının ilk değil, ikinci hafta içini sakin geçirdi. Perşembenin gelişi ile araba ve klakson sesine boğuldu. Bugün Cumartesi, Çeşme’de arabayla sokağa çıkmak ile cinnet geçirmek arasında ince bir çizgi var. Bu arada Gülengül Uslu’nun yazısında okudum; yaz sezonu boyunca Çeşme’de; Ilıca’da 9, Alaçatı’da toplam 5 taksi çalışıyormuş! Şaka gibi.
* Alaçatı’nın “topuklu abla” popülasyonunda azalma var. Geçen yıllara oranla, yeni doğmuş teke yavrusu gibi titreye titreye yürüyen kadınlar ve küçük kadınlar; yerini hızlı hızlı yürüyen sandaletli amazonlara bırakmış. Topuklu giyenler ise kalın topuk modası sebebiyle hallice daha rahat yürüyor sokaklarda.
* Bu yaz benim kişisel tercihim ev yapımı Ege yemekleri yapan, küçük, temiz, iddiasız, ancak lezzetli lokantalardan yana. En sık uğradıklarım Köşe Kahve’nin sokağına açılan Kedili Ev ve yanındaki Godi. Kemalpaşa Caddesi’nin sonundaki Alkoçlar Otel’in bahçesine açılan ve öğle servisi de veren Radika.
* Kedili Ev demişken; Yeni Asır’daki ilk yazı gününden beri takip ettiğim, şimdilerde yazıları tüm ülkede okunan Öncel Öziçer’in Ev-Otel’i. Yemek yemeniz için otelde kalmanız gerekmiyor. Bütün yemekleri şaşırtıcı bir biçimde kendi yapıyor Öncel. Fiyatlar makul. Ortam; kendi kapının önüne sofra kurmuş komşularınla yemek yiyormuşsun gibi. Samimi.
* Gece Alaçatı’da yemek yedikten sonra bir iki mekana uğrayıp nerede bu insanlar, her yer neden sakin derseniz; bilin ki herkes Fogo’da. Fogo, bu yaz başı açılan Alavya Otel’in arka bahçesi. Hafta içi dahil kalabalık. Yemek üzeri kimse gitmiyor. Uzun, beyaz bara tüneme ve muhabbete devam etme durumu söz konusu. Bahçeden yükselen diller; İngilizce, Türkçe, İtalyanca. Şimdilik. Bu, gecelerin yeni fenomeni İtalyan bahçesindeki en kilolu kadınlar ise; muhtemelen sadece 39 kilo!
PAZAR günü yayınlanan Alaçatı nereye yazısına o kadar çok mail ve geri dönüş oldu ki, filmi tutan yönetmenler gibi 2’ncisini çekmek farz oldu.
İlk arayanlardan biri Şevki Figen’di örneğin... Ki, 80’lerde Alaçatı’ya ilk yerleşen, ilk cafeyi açarak buradaki ilk romantik dokunuşu başlatan, bu küçücük Ege köyünden, Ege motifli bir Provance yaratan kadının, yani rahmetli Leyla Figen’in eşi olur kendisi. Ne beyefendidir. Ne tatlıdır. Ve ne üzülür için için Alaçatı’nın şimdilerdeki haline. (İlerleyen günlerde bir de Şevki Figen buluşması okuyacaksın romantik okur... Aşk romanı gibi ikisinin hikayesi...)
Aslında Yeni Alaçatı için “%100 tukaka” demek abartılı. Sadece temmuz ve ağustos aylarında hasıl eden, gözle görülür bir deformasyon yaşandığı su götürmez. Ha, her şey formasyona uygun, yani formal mi olmalı? Tabii ki, hayır. Sıkıcı olandansa renkli olanı tercih ederiz. Ama hayatımıza renk katacak diye Miami’nin güneyindeki yüzlerce yıllık Retro malikanelere benzeyen, bahçesi-havuzu-peyzajı ve odaları ile Alaçatı’ya Provancal küçük otel ruhunu ilk taşıyan O Ev’i mahvedip içine ismiyle, havuza atılmış tuhaf vosvosuyla, bangır müziğiyle kötü bir motel açmak neyin nesi; işte onu anlamış değilim.
İnce estetik zevkimi, popülizmle körelten tuhaflıkları sevmiyorum, evet.
Gelelim Çeşme’ye...
Dün gelen maillerden sadece bir tanesinden bir paragraf okuyun: