Demiştim ki, “Alaçatı Port’a tepeden bakan Kapari isminde, sessiz sakin, kimsenin hava atmadığı, kocaman bahçeli, cumbalı güzel bir otelde kalıyorum.
Dün resimdeki hanımefendi (Liz) ve Danimarkalı annesi (Libs) ile tanıştım. Hayatım boyunca konakladığım tüm otellerde şahit olduğum gibi bu Avrupalı bebek de hiç ağlamıyor. Ortadoğu ve Türk bebeklerinin avaz avaz ağlayıp, kendini yerden yere attığı, Kuzey Avrupalı bebeklerin ise sadece gülücük attığı yönündeki tezim, Liz bebekle yeniden alevlendi dün itibarıyle. Bir bilen varsa içinizde bu tezi çürütecek; elbette ki, mailini beklerim. Sebepleri ile birlikte.”
Aman allahım! Bildiğin mail yağdı. Ne Gezi yazılarıma, ne seyahat yazılarıma bu kadar mail aldım ben. Amerika’dan, İsviçre’den, Adana’dan, Üsküdar’dan, İzmir’den, Güzelbahçe’den, Marmaris’ten yazdınız.
Kimisinde bilgilendim, kimisinde kıkırdadım. Ve bir gün bir bebek yaparsam; babasının mümkünse ecnebi olmasına karar verdim. Belki babadan kurtarırız da bizimki de ağlamaz. Bakın neden?
Merhaba... Ağlayan bebekler tezim şu şekildedir: Bu örgüt çoğunlukla anne, baba, anneanne ve babaanne ile dedelerden oluşur. Çocuk masaya çarpar masa suçludur. Pis masa. Çocuk yere düşer, azıcık canı yansa aman yavrum, canım yavrum deyip ortalığı ayağa kaldırırız. Oysa ki, Avrupalı çocuğunun üstüne bu kadar düşmez uzaktan bakar. Bu sayede de çocuklar kendi ayaklarının üstünde durmayı daha kolay öğrenirler. 90’lı yıllarda San Diego’da 4 sene kaldım. Bu ağlama tezini orda fark ettim. Tamamen şark kültürü. Saygılarımla. Sait Havuz
Ecnebi bebekler neden ağlamaz?
Aslında bilir misin, kadınlar sadece kahramanları sever.
Bazen işten yorgun düşüp eve gelip uyuyakalırsın.
Üşürsün de hani, uykuyla uyanıklık arasındaki o tatlı geçişte, üzerine bir battaniye almaya kalkamazsın. İşte tam o anda, üzerine örtülen bir yelek bile olsa; o adam senin kahramanındır.
Bazen dünyanın yükü ağır gelir, kaldıramazsın.
Gözün ne yemek, ne çocuk görmek ister. İşte tam o anda, kapıdan içeri girip hiç söylenmeden dolaptaki tavuğu nefis bir yemek haline getiren adam, senin kahramanındır.
Bazen dünyanın tüm denizlerindeki, tüm gemilerin aynı anda batar.
Ailenden biri ölür. Evin yanar. Ya da ne bileyim pişmiş tavuğun bile hak etmediği her şey senin başına geliverir. İşte tam o anda, bin ton ağırlığındaki başını yasladığın o sağlam omuz, senin kahramanındır.
Bu yüzden deme bana “ah o eski bayramlar nerede?”
Sen istersen her yer bayram olur.
Sen istersen bayram tatil olur.
Sen istersen hem bayram, hem tatil olur.
Başa ziyaret konur, kuyruğuna tatil eklenir.
Herkesin gönlü olur.
Dersen ki, ben gecemi gündüzüme kattım da çalıştım, tatil benim hem hayalim, hem helalimdir.
Dünyada bize bahşedilmiş en güzel şey meme. Bir tek biz yavrulayabiliyoruz. Bir tek biz emzirebiliyoruz. Bir tek biz, Allah’ın bahşettiği bu mucizeye sahibiz. E, görsel şahaneliği de cabası.
Ama bu dünyada yine bir tek biz, sahip olduğumuz ve çok sevdiğimiz
parçamızdan ölesiye korkuyoruz. Mememizden.
Ben korkuyorum mesela. Korktuğum için de uzak duruyorum.
Şu satırları yazarken bile böğrümde bir ağrı.
Ailemde meme kanseri geçmişi yok.
Ama asıl bunun ecele faydası olmadığını
Ben sıcacık Marmaris kumlarından fersah fersah uzakta ama bir o kadar da baştan çıkarıcı
Hamburg sokaklarında, dilim dışarıda, o çekimden bu çekime koşturuyorken; ,
sana Ege kıyılarından haber etmeye devam edeyim güzel okur! (Pegasus Havayolları’nın seyahat topluluğu Çok Gezenler Kulübü için Hamburg yollarındayız. Yeni açılan bu hatta sıkı bir Hambur hazırlamak üzere... İzlenimle pek yakında canlar.)
Ne diyorduk? Marmaris. Sanata gönül vermiş, Egeli sanatçılar ve sanatseverler tarafından oluşan MarmariSANart Topluluğu, Marmaris'te ilk kez bir proje gerçekleştiriyor.
''1.Marmaris Uluslararası Kısa Film Festivali'', 24-27 eylul tarihlerinde,Marmaris Belediyesi ve MARTAB' ın katkılarıyla MARTI OTEL, MAGİAD, GETOB, SKAL, MARMARİS LİONS,TÜRSAB ve Deniz Ticaret Odası sponsorluğunda gerçekleşecek.
Festival Başkanı Şeref ÖZTÜRK. Türkiye’den 50'ye yakın yönetmen, senarist, oyuncu, yazar ve film eleştirmeni katılıyor. Festival danışmanlığını Ahmet Mümtaz İDİL'in üstleniyor ama daha da önemlisi; festivale çok sayıda değerli sanatçı,yönetmen ve oyuncular davet edildi.
Festival, Ulusal ve Uluslararası alanlarda genç yönetmenlerin çalışmalarını seyirciyle buluşturmak ve seslerini duyurmalarına ortam hazırlamayı amaçlıyor. Festival kapsamında dereceye giren yönetmenlere Marmaris'te çekecekleri filmlerde teşvik ve imkan sağlanacak.
GEÇTİĞİMİZ günlerde, hani o deli yağmurun birdenbire indirdiği sabah, evden çıktım, hızlı hızlı yürüyorum. Yağmurun altında gördüm onu. Şemsiyesiz. Akülü arabasını park etmiş, koltuk değneklerini iki eline almış, tek bacağı ile eczaneden içeri girmeye çalışıyordu. Dengesini bozuyordu yağmur. Düştü, düşecek. Yardım etmek için karşıdan karşıya geçiyordum ki, durağımızın şoförleri benden önce davrandı.
Hepiniz gibi aynı şeyi düşündüm sonra... “Allah’ım iyi ki, iki bacağım birden var.”
Aradan 1 hafta geçti. Bu kez, kader onu yapış yapış güneşin alnında karşıma çıkarıyor.
Yine karşı kaldırımda. Bu kez aracından inmiş, sağını-solunu kurcalıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyor, ağlamaklı... Hızla varıyorum yanına. “Ne oldu?” diyorum, “Yapabileceğim bir şey var mı?”
“Ne oldu?” sorusunun cevabı o kadar hazin ki.
Koca bir hayat “Ne oldu?”nun cevabı. Eksik kalmış bir hayat.
ÜNLÜ olmadığı zamanlardan beri gidiyorum Selimiye’ye.
Yorgun bünyemi güzel denizine bandırmaya, kalabalıktan ve gürültüden uzak kalmaya en önemlisi de gösterişin fersah fersah uzağından dolanmaya.
Ne kadar ünlenirse ünlensin bunlar hiç bozulmadı Selimiye’de.
Hala sessiz, hala 24:00’ten sonra hayat bitiyor. Hala kimse “bangır müzik” yapmıyor. Hala ne giydiğin, kimsenin umurunda değil.
Ha arada, “kociş”in teknesinden inen topuklu ayakkabılı, mücevherli ablalar boy gösteriyor, ama ertesi akşam bakıyorum onlar da sandalete geçmiş.
TEPETAKLAK gidiyoruz. Bir yandan su bitiyor, bir yandan kovaları kafalarımıza geçiriyoruz (bari çimlerin üzerinde yapın, su geldiği yere dönsün), öte yandan Akyaka’dan Bozcaada’ya ağaçları, zeytinlik arazileri talan edip beton yığını TOKİ’ler için yeni yerler açıyoruz. Sahil şeridine diktiğimiz kazulet beton otelleri, Güvercin Ada’nın üzerindeki hilkat garibesini, Ekincik Koyu’nda yarım bırakılıp 8 senedir kaderine terk edilen denize sıfır otel hayaletini saymıyorum bile... Hürriyet’te yazmaya başlayıp da yolum Ege kıyılarına düştüğünden beri neler gördü bu gözler, neler!
Hal böyle olunca, son 2 yıdır sadece ama sadece çevreye duyarlı otellerde konaklamaya başladım. Kendi ‘biyolojik’ arıtması olan, çöplerini ayrıştıran, otelinin önünü, sağını, solunu sürekli temiz tutan... Mümkünse, küçücük bir bahçesi varsa biberini, domatesini, taze nanesini orada yetiştiren... Yatağının üzerinde illaki ama illaki ‘Gerekli değilse çarşafınızı, yastığınız her gün yıkamayalım’ etiketi bulunan. İster iş için olsun, ister tatil için bundan böyle hayatımın sonuna dek tavrım budur!
Bu yıl size sadece eylül tavsiyeleri yapacağım. Mini bir Ege turu. Çünkü Ege Kuzey’den Güney’e en çok eylülde güzel... Bir de yukarıda saydığım özelliklere sahip küçük oteller keşfettiniz mi, değmeyin keyfinize. Hazırsan ey eylül tutkunu okur, cumartesi günkü yazımda girizgahını yaptığım Güney Ege turumun ilk durağı olan Bördübet’le başlayalım o zaman.
Kim bilir belki önümüzdeki 3 hafta boyunca kaleme alacağım yazılarda, Bördübet’ten Selimiye’ye, Dalyan’dan Symi’ye kendini atacak son bir hafta sonu çalarsın bu yazdan.
***