Ayaküstü atıştırmalığın hayatımıza girdiği ilk dönemler. 60’lı yıllarda başlayıp, 80’li yılların ortalarına kadar süren tost ve sandviç akımını da hatırlarsınız mutlaka. Neredeyse her sokağın veya caddenin köşesine kurulan küçük büfelerde, başta gazete ve mecmua olmak üzere, atıştırmalık sandviç, tostlar, meşrubat çeşitleri ile ciklet ve bisküvi reyonları olurdu. Sosislinin, tost kaşarının, ekmeğin üzerine sürülen tereyağının kokusu sokağa yayılırdı. Ne güzel kokardı o yıllar değil mi? Bu büfeler daha sonra sokak araları ya da cadde üstlerindeki minik dükkânlara girince ‘piknik’ denmeye başlandı. Masa sandalye yoktu, mekân genişlesin diye duvara döşenen aynalar ile önlerine yüksek taburelerle oturulan yüksek yeme tezgâhları olurdu. Dükkânın vitrininde taze meyve suları sıkılır, hemen yanı başına kurulan tost makinesinde yengen, sosisli, sucuklu kaşarlı tostlar, sandviçler hazırlanırdı. Sandviçleri kimisi patatesten püre, kimisi Amerikan salatası ile soslardı. Her şey öylesine doğaldı ki... Ah... Ah... Ne güzel günlerdi...
‘VİTAMİN PİKNİK’ TUNALI
Piknik akımının en eskilerinden Tunalı Hilmi Caddesi 84/C numarada Kavaklıdere, Ayrancı, Küçükesat civarında yaşayanlarla benim de müdavimi olduğum ‘Tunalı Vitamin.’ Ankara’da onlarca vitamin isminde büfeye rastlayacaksınız ancak gerçek ‘vitamin’le alakaları yok. Vitaminsiz vitamin diyorum bunlara. Eski gençlerin çok iyi tanıdığı Zeki (Abi) İlhan’ın 1971 yılında kurduğu şimdilerde oğlu Erhan İlhan’ın işlettiği Tunalı Vitamin, biz Ankaralıların vazgeçemediği klasikleşen mekânlardan birisi. Şimdilerde dördüncü kuşak müdavimlerin oluşmaya başladığı ‘vitamin’in tüm tost ve sandviçlerini gönül rahatlığıyla deneyebilirsiniz. Emekli olan Zeki Abi’nin çırağı ve otuz yıllık tost ustası ‘Mehmet Usta’nın ellerinden yiyeceğiniz sandviç veya içeceğiniz taze sıkılmış havuç-portakalın lezzeti başka.
‘DEDEM PİKNİK’ DEMİRTEPE
“Korkarım ki bir gün teknoloji, insan iletişiminin ve yakınlaşmasının önüne geçecek ve aptal bir nesil ortaya çıkacak.” (Albert Einstein)
PASTANE VEYA PASTA DÜKKÂNI
Teknoloji ilerlerken nesiller arasında oluşmaya başlayan farklı düşünce biçimi ve yaşam tarzının eski ve yeninin birbirleriyle iletişimini kopma noktasına getirdiği bir dönemden geçtiğimizin farkında olduğunuzu düşünüyorum. Bu farkındalığın artması ve nesiller arasında oluşan bakış açısı değişimini kınamak, eleştirmek ya da küsmek yerine birbirini anlamak gayesiyle ortak yollar bulmaya çalışmanın daha faydalı olacağı kanaatindeyim. Farklı içerik ve şekillerdeki keklerden oluşturulan, görseli ve lezzeti göz kamaştıran tatlı çeşitlerine ‘pasta’ deniyor. İtalyanca' da ‘hamur bulamacı’ anlamına gelen ‘pasta’ kelimesi ile Farsça’da ev manasındaki ‘hane’ kelimesi birleştirilince elde edilen ‘pastane’ye hem ‘pasta dükkânı’ hem de ‘pasta evi’ de denebiliyor.
LOKANTA MI PASTANE Mİ?
Günümüz pastanelerinin her türlü müşteri grubunu yakalamak amacıyla hazırladıkları menülerinde et, balık, tavuk ve tencere yemekleri dahi bulundurarak seçenekleri zenginleştirdiklerini düşünmeleri hem pastaneyi hem de müşterisini yozlaştırmaktan öteye gidemediği aşikâr. Ticari çıkarları uğruna geleneksel ve etik yemek kültürünü, popüler kültüre feda eden bu davranış biçimi gelecek kuşaklar açısından bir başka vizyonsuzluk göstergesi olarak üzücü. Günümüzde, pasta ve çörek ürünlerinin pişirilip satıldığı yerler olarak bildiğimiz pastanelerde, pasta ile birlikte lokanta ürünü sayılabilecek sofralık ve doyumluk yiyecek ve içecek satılarak anlamından uzaklaştırılmasının hoş karşılanmaması gerektiğini belirtmeliyim.
PASTANE ÜRÜNLERİ
Yaşları 15-20 civarı olan yeni nesil çocuk ve gençler, pastanede satılan ürünleri yukarıda bahsettiğim lokanta menüsü ile ilişkilendiriyor. O yüzden pastane ürünlerini hatırlatmakta fayda var. “Sütlü tatlılar, kurabiyeler, mini atıştırmalıklar, poğaçalar, börek çeşitleri, baklavalar, yaş pastalar, kekler, makaron ve şekerlemeler, çikolata ve çeşitleri, çay ve kahve, salep, boza, ıhlamur ve benzeri bitki çayları...” Genel olarak bir pastanenin üç aşağı beş yukarı hazırlayıp, pişirip, sıcak ve taze olarak tezgâhına koyması gereken ürünleri yazdım, eksiği var fazlası yok diyebilirim. İyi bir pastane ve pasta ustasının A’dan Z’ye kadar tüm pasta ve benzeri ürünlerde kullanılan malzemeyi kendi elleri ve kendi bünyesinde üretmesi gerektiğini bilir. Üzülerek belirtmeliyim ki bazı pastaneler tüm malzemesini dışarıdan elde ederek butik imalat olması gereken pastacılığı bir endüstriyel üretim kıskacına sokmaktan çekinmiyorlar.
Kasımda aşkın yanına kahve de alır mıydınız? Özellikle sonbaharda kahvenin aşkla ya da tam tersi aşkın kahveyle bir ilintisi olmalı. Kahve mi aşkla yoksa aşk mı kahveyle lezzetleniyor, emin değilim ancak ikisinin birbirine fazlasıyla yakıştıklarını söyleyebilirim. Sonbaharın büyülü renklerine bulanmış bir günün başlangıç ya da sonunda sevdiğinizle paylaşacağınız aşkla demlenmiş bir kahveye hayır demeyeceğinizi biliyorum. Ben de demem ve hatta mümkünse nitelikli kahve pişiren bir dükkânın sıcak atmosferinde kahve ve kitap kokusu soluyarak gözlerdeki anlamı okumaya çalışmak nasıl keyif verir? Bir düşünün isterseniz...
NOT: Nitelikli kahve ile ilgili çok fazla detaya girmeyeceğim. Merakınızı gidermek için aşağıdaki kahvecilerin herhangi birine gittiğinizde size bayıla bayıla anlatacaklarına eminim.
1) RISPETTO COFFEE CO.
NİTELİKLİ KADIN NİTELİKLİ KAHVE
Nihan Aytar... Ankara’nın en eski yeni nesil ve nitelikli kahve dükkânını açan kadın olarak biliniyor. 2016 yılında Bahçelievler 59. Sokak’ta kurduğu “Rispetto”da hayallerini gerçekleştirmiş olmanın huzurunu yakalamış. El ve yürek lezzetini huzuruyla birlikte olduğu gibi aktardığından olsa gerek, demlediği kahvelere tutkun olmamak mümkün değil. Her gittiğimde kalkmak istemediğim keyifli dükkânın büyüsünü doyasıya içime çekiyorum. Erikli cheesecake’in mevsimi bitti ancak klasik browni’yi mutlaka denemelisiniz. Son gittiğimde “Kenya Nyeri, Rui Ruiru” çekirdeklerinden V60’la demlediği kahvenin tadı da sevgili Nihan’ın sohbeti de şahaneydi...
2) RUBBER SOUL COFFEE
Sosyal medyaya girdiğimde hep karşılaşıyorum... 90’lı yıllara has makyaj ve saç tasarımı, vatkalı giysiler, eşyalar. 90’lı yıllarda popüler olmuş sanatçı ve şarkılar... O yıllarda çekilmiş sinema filmleri, TV dizileri vs... Yeni nesil bunların hepsine aşırı bir tutku ile bağlanırken, o dönemleri birebir yaşayan bizler de hasret ve özlemle anar hale gelmişiz. ‘Birdenbire nereden aklımıza geldi de yeniden o yılların yaşanmışlıklarını ya da ruhunu ortaya çıkarma gereksinimi doğdu?’ sorusuna verilecek ‘Nostalji’ cevabını yeterli bulmuyorum. Muhtemelen ‘2020’li yılların aşırı ruhsuz, soğuk ve yapmacık kurgusu; bizi en yakınlarda yaşamı dolu dolu soluduğumuz 90’lı yılların lezzetini yeniden hatırlatıp, iç çektiriyor...’ Bu tespitime katılacağınızı biliyorum.
YENİ FORMAT
Yazıya başlamadan önce altıncı yılını tamamlamak üzere olduğum köşemde uygulayacağım yeni formata kısaca değinmek istiyorum. Yemek, sanat, doğa ve insanla ilgili yazdığım yazıların yanına son üç aydır sevgili Ekin Hazal Doğruyusever ile birlikte ‘Kuşaktan Kuşağa Ankara Hikâyeleri’ isimli yazı dizisine başlamıştık. Bu hafta insan, zaman, mekân ve yemek incelemesini birlikte ele aldığım ‘Leziz Mekânlar’ isimli yazı dizisinin ilkini yayınlıyoruz. Önümüzdeki hafta farklı mekân ve yemeklerin ‘Ankara’nın En İyi Beşi’ni, bir sonraki hafta da Ankara içi ve dışı geleneksel yemekleri yazdığım ‘Dere Tepe Tencere’yi bulacaksınız. Hürriyet Ankara Haber Koordinatörü’müz Fatih Tekeci, editör Murat Yılmaz, muhabirimiz Ekin Hazal Doğruyusever ile sayfamızın usta tasarımcıları İsmet Şahin ve Kemal Kızılaslan’a katkılarından dolayı teşekkür ediyorum.
KENDİNİ 90’LARDA UNUTMUŞ BİR YER... ‘PIZZA HOUSE’
Geçtiğimiz günlerde ‘Mesa Koru Sitesi’nde zarif eşi Hülya ile birlikte ‘Mezzra’ isminde doğal bakkal işleten eski arkadaşım Muammer’e uğramıştım. Öğle vakti geldiğinde “Çok yakında bir pizzacı var biraz eski ama yemekler şahane” dedi. Eski demesine bir anlam verememiş ‘salaş’ demek istedi galiba diye düşünmüştüm. Neyse Muammer’in peşine takıldım... Bir iki ara sokak geçtik, sonra yüksek ağaçların arasından geçen bir patika yola girdik. Ormanda gibiydik ve halen pizzacı yoktu, bir anda belirdi. Ağaçların arasına gizlenmiş mekânın bahçesine girince nefesim kesildi. Ben neredeyim ikilemine düştüm... 90’lı yıllardaki gençliğimde bayılmış ve geleceğe seyahate mi çıkmıştım? Şimdi de uyandırıldım ve kaldığım yerden devam mı ediyorum? Çevreme baktıkça emin olmak üzereyim... Salata barı ve pizza fırını 90’ların en revaçta tarzı... Kahve makinesi ve kokular, duvardaki resimler, biblolar... Bahçedeki çardak, renkler, masa ve sandalyeler... Pizzacının sevgili işletmecilerinden Ulvi Uzundede’yi gördüm üzerindeki giysiler ve davranışları, etraftaki kediler bile aynı 90’lar... Evet evet ben bayılmıştım şimdi ayıldım ve Muammer’le karnımızı doyurmaya geldik... Fakat... Muammer’in saçlar bembeyaz... Ben hâlâ genç miyim, ayna olsa da baksam? “Off ya” derken yemek yiyen müşterilerin akıllı telefonları ve zil sesleriyle gerçeğe ve günümüze aniden ışınlanmıştım. Biz 2023 yılındaydık ancak pizzacı kendini 90’larda unutmuş gibiydi.
...NURHAYAT ...VE ULVİ ...VE EMRE
“Her seher besmele ile açılır dükkânımız, Selman-ı Farisidir pirimiz, üstadımız.” (Anonim)
Yukarıdaki deyim bir dönem Anadolu ve İstanbul’da neredeyse tüm berberlerin duvarına asılıyken Hz. Peygamber’i tıraş ettiği rivayet edilen zat’a duyulan minneti, saygıyı belirtmenin ve aynı zamanda dini bütün olduğunu duyurmanın da bir yoluydu. Osmanlı döneminde berberler çoğunlukla seyyar ve gezgin bir şekilde kahvehanelerde, kent meydanlarında çalışır, çağrıldıklarında evlere veya iş yerlerine de tıraşa giderlermiş. Saç-sakal tıraşının yanı sıra sünnet, hacamat, diş çekimi ve pansuman konusunda da mahir olan berberlerin cerrahiye yatkın olmaları, yıllarca mahallenin acil sıhhiye ihtiyacını da gidermeye yaramış.
Fotoğraflar: Ekin Hazal DOĞRUYUSEVER
Üçüncüsünü işlediğimiz ‘Kuşaktan Kuşağa Ankara Hikâyeleri’nin bu ayki durağı Keçiören Yükseltepe’de dede, oğul ve torunun birlikte çalıştığı ‘Coşkun Berber’ dükkânı. İşe ‘Sil-süpür’ ile çırak olarak başlayan dede İbrahim Coşkun, çocukları Tamer ve Fatih’i yanına çırak alarak hem berber hem kuaför olarak yetiştirmiş. Tamer ve Fatih de kendi çocuklarına ustalık yaparak bugünlerde dükkânlarının başına geçirmiş.
Günümüz berberleri artık ‘berber’ yerine ‘kuaför’ tanımını kullanmayı uygun görüyor. Kuru tıraş yapan berberlerden ıslak ve her türlü cilt bakımının da yapıldığı çok amaçlı kuaförlere geçiş yeni değil aslında. Fön makinesi, tıraş makinesi ve saç yıkama aparatları ile başta lavabo ve ona bağlı sustalı ya da hareketli duş kollarıyla gelişim gösteren berber dükkânları haliyle ‘kuaför’ ünvanına havalı bir geçiş yapıyor. Yaklaşık 40 yıllık bir süreç içerisinde bu değişimi gerçekleştiren berberler gelecekte tükenmeme konusunda belki de kendini garantiye alan az sayıda geleneksel esnaf tipinin başında geliyor.
Yılın en güzel ayıdır ekim... Hem yazın hem de sonbaharın izlerini taşırken, siz farkında olmadan şarkı bile söyletir.
* Soğuğun soğuk, sıcağın sıcak olmadığı günler...
* Güneşin terletmediği, yağmurun ıslatmadığı, aşkın acı, sevginin hüzün vermediği günler...
* Gün ısınınca annenin nefesi, soğuk ısırınca sevgilinin kolları yetiyor. Kadının daha kadın, erkeğin daha erkek ve aşkın en aşık olduğu en güzel günler...
* Renklerin daha parlak, suların billur, yüreklerin berrak, kuşların şen şakrak olduğu günler...
* Ağaçların rüzgârla dans ederek yaprak döktüğü, insanların dengeye ve hoşgörüye sevdalandığı, tüm canlıların yenilenmek umuduyla hayata sıkıca sarıldığı günler...
* Yağmurla buğdayın tane tane toprakla buluştuğu ekimin zamanı... Yansımanın, yeniden yapılanmanın, iyileşmenin, atlatmanın, yeni başlangıçların, ilerlemenin, mevcudiyet ve huzurun... En önemlisi sabır ve metanetin... Güvende hissetmenin, üretmenin ve tüm bu güzelliklerin zamanı... Kiminin yüreklerde çimlendiği, kiminin yeniden yeşereceği en verimli günler...
‘Okumak’ eskiden sadece ‘Okula gitmek’ olarak algılanırdı. Şimdilerde bu algı, çeşitlilik olarak bir nebze değişmiş olsa da her anlamda okumanın gerekliliğini ise henüz kavramış değiliz. Okumanın cinsiyetinin olmadığını, bir etnik kökene veya inanca bağlı olmayı gerektirmediğini... Okumanın özgür ve tarafsız düşünceyi de oluşturduğunun farkındalığıyla kavramak gerekiyor. Roman, öykü, şiir gibi her türden kitaplar okumak. Dergi, gazete, vs. Makaleler, kronikler, günlükler, seyahat notları, yemek tarifleri... Atasözleri, deyimler, arzuhaller... Uyarı levhaları dahi okunabilecek nitelikte eğitici ve öğretici özellikler taşıyorlar... Toplum olarak yukarıda saydığım okumalara rağbet etmeyerek ‘Niyet okumayı’ tercih etsek bile... Ben gerçek anlamda okumanın insanı her yönüyle geliştirdiğini söylemek istiyorum. Sağır sultan bile duymuştur mutlaka... Ve hatta... Sağır sultan, okumanın insana sorgulama alışkanlığı kazandırarak düşünmeye teşvik ettiğini duymuş olsa bile... Aha buraya da yazıyorum. İnanın bana sevgili dostlar okudukça küçüleceksiniz... Yanlış anlamayın lütfen... ‘Ben her şeyi biliyorum zaten... Okumaya ne gerek var?’ kibrinden okudukça ‘Pek de bir şey bilmiyormuşum, bildiklerim de eksikmiş’ alçak gönüllülüğüne terfi edeceksiniz... Her şeyden önce düşünmeyi öğrenmek için düşünceli olmayı, duyarlılığı, eşitliği, adaletli olmayı, emeğe saygıyı, doğayı, evreni öğrenmek için okumalı... Ve tabii ki okuduklarımızı da anlamalıyız... Bu yazıyı okuyup okumayacağınızdan emin değilim ama olur da gözünüze ilişir ve üşenmezseniz... Köşenin tamamını 3 dakikada okuyabiliyorsunuz. Gerçi pek fazla fotoğraf olmuyor ama fotoğraflara bakıp niyet okumaya çalışmayın lütfen... O-ku-yun...
‘BANA İYİ GELEN DUYGULARI TAŞIYORSUN...’ TARIK TUFAN
Tarık Tufan-Aziz Devrimci
Söze okumakla girdik, okumanın altını kalın kalemle çizen bir etkinlikten bahsetmeden geçemeyeceğim. Geçtiğimiz salı günü Başkent Kültür Yolu Festivali kapsamında Kültür ve Turizm Bakanlığı, ‘Kütüphane ve Yayımlar Genel Müdürlüğü’nün düzenlediği edebiyat söyleşisine katılmak üzere Ankara’ya gelen yazar ‘Tarık Tufan’ı dinleme ve tanışma fırsatım oldu. Milli Kütüphane’deki Konferans Salonu’nda düzenlenen söyleşinin, gerek yazar Tarık Tufan’ın radyo ve televizyonculuktan kaynaklanan salon ve sohbet hâkimiyeti, gerekse yazarı dinlemeye gelen edebiyatsever okur kitlesinin donanımlı oluşu, salonda şahane bir atmosfer oluşmasına sebepti, dinleyen herkesi mest etti diyebilirim. Yazarlığının yanında senaristliğinde de başarılı ve ödül sahibi Tarık Tufan’ın ülkemizde de var olan ‘Best seller’ yani çok okunanlar listesindeki yerini pekiştirdiği Doğan Kitap’tan çıkan ‘Aşıklara yer yok’ isimli son kitabından vurucu bir anekdotu başlıkta da okudunuz. Yineliyorum...Okuyun.
ÜZÜMLÜ KRUVASAN (MINI PAIN AUX RAISINS)
Portakal Çiçeği, Ansera Çarşısı’ndaki ‘Sezgice’yi biliyorsunuz... Birkaç ay önce nefis ekmeklerini yazmıştım. Hani şu keçi peynirli, köy biberli, ekşi mayalı ekmeğini unutamadığım fırın. Sevgili Sezgi resmen kendini ekmeğe ve ekmeğini sevenlere adamış desem abartmış olmam. Son uğradığımda kimse ekmeksiz kalmasın diye salı günleri yaptığı izni bile kaldırdığını söyleyince şok oldum. ‘Rengi benzi solmuş bir insan ne kadar dayanabilir?’ sorusuna cevap veremedi. Neyse ki rica minnet tatilini geri koymuş... Sevindim. Son yıllarda popüler hale gelen kruvasanlar endüstriyel üretilmeye başlandığından beri hiçbir yerde yemiyorum. Sevgili Sezgi, sosyal medyası @sezgice sayfasında paylaşınca dayanamayıp gittim. Kendi elleriyle açarak ürettiği ‘Üzümlü kruvasan’ mutlaka efsaneleşecek, lezzetinden anladım. Hafta sonları saat 11.00 gibi tezgâha çıkıyor, geç kalırsanız bitiyor... Erken gidin tadı damağınızda kalmasın.
Dikkat ederseniz duyu ve duygularınızın uyuyup uyumadıklarını sormadım, çünkü uyuduklarını biliyorum. Hem de görmediğiniz rüyaları uyduracak kadar çok derinde bir uykudalar... Elinizdeki telefona bakarken kaydırdığınız görüntüler önce gerçek hayatla ilginizi, ardından da yaşamla alakalı duyularınızı bloke ederek gerçek ve doğal yaşamdan uzaklaştırmış... Üzgünüm ama farkında bile değilsiniz. Her şeyin doğallığını unuttuğunuz gibi kendi doğallığınızı da yaşayamıyorsunuz. “Aaa... Olur mu hiç... Biz organik besleniyoruz... Hem de ne dolu yaşıyoruz bir görseniz...” diyeceksiniz ama nafile ikna olmam... İçinizden geldiğinde sevginizi haykırmıyorsunuz mesela... İşinize geldiğinde haykırmaya başladınız... Yalan söylediğinizde doğal tepkimeyle kızaran yüzünüz, şimdilerde doğruyu söylediğinizde alarm verir halde... Öpüştüğünüz dudaklarla öptüğünüz beden plastikten olunca dokunduğunuzda doğal olarak kendiliğinden oluşan enerji alışverişi de güme gidiyor... Sadece naylon tadı damağınızda... Koku hafızası da kalmadı ki. Ve hatta anne kokusu bile yok oldu, ucuz ve suni aromatik kokular her şeye engel... Bedenleri güzel koksun diye insanlar eskiden kurutulmuş kokulu gül yaprakları yerlermiş... Şimdi ne yerseniz yiyin, inanın tatsızsınız... Bedeniniz ilaç, ruhunuz yalan olmuş... Önceden doğanın şarkısıydı mest olduğunuz, şimdilerde suni bir uğultuyla ATM’den inen paranın sesine vurgunsunuz... Alışverişlerde kartınız için sorulan ‘Temassız mı?’ sorusunu öylesine içselleştirdiniz ki kendinizle bile teması kestiniz... Eskiden olduğu gibi sevdiğiniz de olmuyor, çünkü anlamını değiştirdiniz... Gönül sevdiğine meyletmiyor artık, zira gözleriniz sadece görüntüye meyilli...
BİR FİLİSTİN HİKÂYESİ ‘JAFRA’
Arapça’da ‘Dişi Ceylan’ anlamına gelen ‘Jafra’ya Filistin topraklarında, özellikle de Batı Şeria bölgesinde yoğun olarak rastlanıyor. Aslında bildiğinizin dışında bir Filistin hikâyesi ‘Jafra...’ Nour adında Filistinli bir kadının, kendi vatanının binlerce yıldır zaten var olan kültürünü herkese haykırma, tanıtma ve hatta tüm dünyaya göstermek için kurduğu bir restoran ve daha fazlası. Restoranın logosunda da kullandığı 5000 yaşındaki zeytin ağacı ve doğal yaşamla birlikte sembolleşmiş coğrafyası ile Filistin ve Filistinlilerin de bir yaşamı, insani özellikleri, kendine has bir mutfağı, kültürü ve geleneksel yaşam tarzı olduğunun da anlatıldığı samimi, içten ve duygulu bir hikâye.
MUSAKHAN, MANAKİŞ, FATTOUSH...
Jafra’da henüz yapımına başlanmamış ama hepimizin yakından bildiği coğrafi işaretli Hatay künefesinin de anavatanının ‘Filistin’ ve ‘Nablus’ olduğunu belirtmeliyim. Akdeniz kıyılarına has mutfakların lezzetine ilaveten Filistin’in bozulmamış doğallığı da ilave edildiğinde bildiğiniz Akdeniz tatlarından daha lezzetli ve aromatik halini koruduğunu söyleyebilirim. Akdeniz salatası ‘Fattoush’ yediğinizde bunu fark edeceksiniz. Kuru zahter, susam, yerel peynir ve yerel zeytinyağı ile taş fırında pişirilen ve mutlaka tadılması gereken ‘Zahterli Pide’nin (Manakiş) zahteri (Dağ kekiği), Batı Şeria’nın kuzey bölgesi ‘Tulkarim’ şehrinden geliyor. Bayılacağınızı garanti edeceğim ‘Musakhan’ ise sumak ve soğanla pişirilen kemiksiz tavuk eti, yufkaların içine konularak rulo halde üzerine zeytinyağı serpiştirilerek fırınlanıyor, tadı efsane oluyor. Herkesin mutlaka tatması, dinlemesi ve öğrenmesi gereken efsaneye ulaşmak için, Hilal Mahallesi, Rabindranth Tagore Caddesi (eski 4. Cadde) 727.Sokak’a gidin. ‘Jafra’da restorandan fazlası var.
ANKARA MI? ANGARA MI?