Şahaneydi TOG BAZAAR.
Bu yıl 12’ncisi düzenlendi.
Yine Toplum Gönüllüleri Vakfı tarafından.
Şu son yıllarda, beni geleceğe dair en çok umutlandıran kurumların başında geliyor...
GENÇLİĞİN GÜCÜ ADINA
TOG BAZAAR’ı anlatmadan ‘Toplum Gönüllüsü’ gençlerden bahsetmek istiyorum.
Çünkü fark ediyorum ki, TOG deyince herkes bilmiyor.
Ben bilsin istiyorum.
Bize de diyor ki: “Tutmak mı, bırakmak mı? Bırakmazsanız yeni bir şey tutamaz, ilerleyemezsiniz. Her zaman başarılı olacaksınız diye bir şey de yok. Nasılsa, doğduk öleceğiz, arada anlatacak hikâyeleriniz olsun...” Son derece derin, alçakgönüllü, sade ve bilge bir kadın. Eşi Fatih Portakal’la çok yakışıyorlar. Kitabı, “Doğma Yavrum Dünya Çok Kalabalık” da 4. baskıyı yaptı...
- Siz, çoğumuzun hayal ettiği bir hayatı yaşıyorsunuz. Seferihisar’da bir çiftliğiniz var. Zeytine hayransınız, zeytinciliği öğreniyorsunuz. Enginar olayına giriyorsunuz. Güneşte pişirilen doğal reçeller yapıyorsunuz. Sizi kıskanmayalım da ne yapalım... Şimdi soruyorum: Bu hikâye nasıl başladı?
Benim öyle büyük, özel bir hikâyem yok. Birkaç sene önce Seferihisar’da bir arazi aldık. İçinde de şahane zeytinler vardı. “Burası atıl kalmasın. Üreten bir yer olsun, toprağın bereketini küstürmeyelim, öncelikle kendimiz sağlıklı yaşayalım, sağlıklı beslenelim” dedik ve kolları sıvadık. Tencere boyu başladık. Hikâyemiz bu...
- Adı bile güzel...
(Gülüyor) Adını, Torlak koyduk, “genç, acemi ama güçlü” anlamında. Beni de yansıtıyor aslında. Bu yaştan sonra çiftçiliği öğreniyorum çünkü...
- Peki şehirde yaşayan bir mühendisken, doğaya dönme kararını nasıl verdiniz?
Üretimin gücüne, emeğe inanan bir tipim. Her gün bir tutam alın teri ve emek, kemikleri güçlendirir, insanı dik tutar! Mühendisim ama mesleğimi yapamadım, pazarlama kariyerim oldu. Sonunda da “Artık yetti” dedim. Galiba bana ait somut bir üretimim olsun istedim. O yüzden her şeyi bıraktım, çiftçi olmaya karar verdim. Bugüne kadar taşıdığım unvanların içinde en değerlisi bu! Hatta nirvanası! Ama “oldum” demekle de olunmuyor, öğreniyorum...
Özlem Kaymaz... Sen bir kahramansın. Koşulsuz sevgiyi bize senden daha iyi kimse anlatamaz...
- Teşekkür ederim.
Hadi en başa dönelim. Senin hikâyen ne? Nasıl bir ailede doğdun?
- Mutlu bir ailede. Bir kız kardeşim var. Dört kişilik çekirdek bir aile. Yazları Avşa Adası. Özgür bir çocukluk. Denizin, doğanın içinde büyüdüm. Kendinden iki boy büyük bisiklete binmeye çalışan, oynayan, koşturan, zıplayan bir çocuktum. Biraz da erkek Fatma’ydım. Bir ara baleye merak sardım, sonra saçlarımı kısacık kestirip yüzücü oldum. Haftada altı gün antrenman, sonra Türkiye şampiyonlukları. Yıllarca kırılmamış rekorlar kırdım.
Vay be!
- Evet, spora yatkındım. Dört-beş sene yüzdükten sonra sörf girdi hayatıma. Bir sene sonra rüzgâr sörfünde Türkiye şampiyonu oldum. Arkasından 16 yaşındayken Hollanda’ya, Dünya Şampiyonası’na gittim.
Yürünmeyen yollarda yürüyen cesur, girişimci kadınların günü...
Onlardan biri de Özlem Öztürk.
Nam-ı diğer ‘Sütlü Mutfak’.
Sosyal medyada 1.2 milyon takipçisi olan bir anne. Aslında biyoloji öğretmeni. Oğlu doğunca mesleğine ara veriyor. Evde hiçbir şey yapmadan oturmak da ona göre değil. O dönem bir de lohusa. Sütüm geldi, gelemedi... Kendi deyimiyle kafayı sütle yiyor, “Bari kendime bir Instagram sayfası açıp, sütlü-unlu tarifler paylaşayım” diyor. Ve gerisi geliyooor. Müthiş bir fenomene dönüşüyor. Bu tatlı kadın sonra kendine bir prodüksiyon şirketi kuruyor. Çok çalışkan ve kendi gibi insanlardan. Numarası yok yani, rol yapmıyor. Çektiği videolar da öyle. Derken Youtuber oluyor. Onu insanlar tombik ellerinden tanıyor. Kilolu olmaktan da hiçbir rahatsızlığı yok. 80 kiloda kalmaya özellikle gayret ediyor...
- Seni tanıyalım...
Ben Özlem Öztürk. 1990 İstanbul doğumluyum. 5 yıllık evliyim, 4 yaşında bir oğlum var. “Sütlü Mutfak” olarak 3 yıldır sosyal medya üzerinden yemek yazarlığı yapıyorum...
- Nasıl bir hikâye seninki?
Marmara Üniversitesi Biyoloji Öğretmenliği mezunuyum. Bir sene öğretmenlik yaptıktan sonra evlendim ve oğlumuz doğunca mesleğe ara verdim. Hep çalışan ve dışarda olan biri olarak, evde oturmak pek bana göre değildi. Üniversite yıllarında, belediyenin ücretsiz yemek kurslarına gidip pastacılık ve aşçılık eğitimi almıştım. Bu altyapımı da kullanarak, kendime “Sütlü Mutfak” diye bir Instagram sayfası açtım.
Ne var ki artık mesleğini yapmıyor. Ama güzel kitaplar yazıyor. Bir tane daha yazdı. Okuması insana iyi geliyor benden söylemesi... Yakında çok âşık olduğu karısı Doğa Rutkay Kamal ikiz bebek dünyaya getirecek. Çok heyecanlılar. Allah tamamına erdirsin. Zaten güzeldiler, daha da güzel bir aile olacaklar. Ben de sordum...
- Ooo tebrikler, bir kitap daha... Geçen seferki “güzel kaybetmek”ti. Bu seferki “karşı olmak”... Kafadan giriyorum: Neye karşısın? Kime karşısın? Ve neden...
Neye mi karşıyım? Her şeye karşıyım! Dolar’a karşıyım. Hayatlarımızı, dolar sahiplerinin belirlemesine karşıyım. Kapitalizme karşıyım. Devletlerin büyüyüp, biz gerçek insanların küçülmesine karşıyım. Herkesin birbirinden nefret eder hale gelmesine karşıyım. Yeşile hasret kalmaya karşıyım. Ancak parası olanların zengin sitelerde bahçe keyfi sürerken, şehirlerin betona boğulmasına karşıyım. Sırf bizde değil, dünyanın bu zalim düzenine de karşıyım. Mesela bir yanda, “Kudüs’ü başkent yaptık” diye şarkılar söylenirken, öbür yanda çocukları öldürenlere karşıyım. Tüm adaletsizliklere karşıyım... Tecavüz sanıklarına iyi hal indirimi verilmesini anlayabiliyor muyuz? Hayvanlara işkence yapanların salıverilmesini sindirebiliyor muyuz? Daha devam edeyim mi? Vicdanıma ters gelen her şeye karşıyım!
YÜZDE 100 BİR İTİRAZ KİTABI
- Bu bir “itiraz kitabı” mı? Yani senin insanı, doğayı, ağacı, yeşili, gökyüzünü, bulutu yok sayan düzenlere itirazın var. Vicdansızlara, çıkarcılara, ikiyüzlülere... Ama zaman da böyle bir zaman! Yoksa senin “zamanın ruhu”na da mı itirazın var?
Evet öyle! Bu kitap, yüzde 100 bir itiraz kitabı! Doğru söylüyorsun, zamanın ruhu da yüzde 100 böyle! Ve evet ben, insanı insandan saymayan böyle zamanın ruhuna nokta nokta nokta!
-
Manzaraya baktığımızda yine sırf erkek...“Bu ülkede kadınlar yok mu yahu” dedirtiyor!
Bugünkü konuğum Türkiye İş Kadınları Derneği Başkanı Nilüfer Bulut’un da söylediği gibi, madem hayatın yarısını kadınlar oluşturuyor, karar mercilerinin yarısında da kadınlar olmalı.
Ama Meclis’in hali ortada.
Listeler de açıklandı biliyorsunuz. AK Parti’nin kadın aday oranı yüzde 28, CHP’nin yüzde 23 olduğu söyleniyor. Biz bu oranları yüzde 50’lilerde görmek istiyoruz. Ama bunda sadece erkeklerin suçu yok, biz kadınlar da cezalıyız. Daha fazla gayret etmeliyiz, daha fazla yönetimin kademeleri için mücadele etmeliyiz...
Geçtiğimiz günlerde TOBB’un içler acısı bir fotoğrafı yayınladı. 15 erkek yan yana dizilmiş vaziyette, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ni temsil ediyor. Kadınları yok sayan bir fotoğraf. Ertesi gün de Türkiye İş Kadınları Derneği tam sayfa ilan verdi, ‘mecliste ve yönetim kademelerinde eşit temsil hakkı istiyoruz’ dedi. Ben de bunun üzerine teybimi TİKAD Başkanı Nilüfer Bulut’a tuttum...
- Sizi tanıyalım...
Ben Nilüfer Bulut. Ekonomi eğitimi aldım. Çalışma hayatına finans sektöründe başladım. Sonra girişimci olarak devam ettim. Pek çok marka ve siyasi kampanya yönettim. Şu anda da, Bulut Holding Yönetim Kurulu Başkanıyım. Aynı zamanda Türkiye İş Kadınları Derneği Başkanlığı’nı yürütüyorum. En çok inandığım şey, iş hayatında kadınların güçlenmesi ve örgütlenmesi. O yüzden de 2004’te sermaye sahibi başarılı bir grup iş kadınını bir araya getirerek, TİKAD’ı kurduk.
Araştırma sorusu: “Kim size dostane bir biçimde ter kokuyorsun dese alınmazsınız?” Cevap: Orhan Gencebay!
O, hepimizin Orhan Babası... Yıllar geçiyor, o hiç değişmiyor. Nasıl oluyor bilmiyorum ama öyle. Kilosu da değişmiyor, hali, tavrı da. Hep aynı zariflikte, hep aynı tatlılıkta...
Orhan Gencebay’ın varlığı bana güven veriyor. “Her şey yolunda hissi” veriyor. Kendisi bu ülkenin demirbaşlarından. Aynı zamanda bana deli hallerimi hatırlatıyor, içip içip, “Batsın bu dünya!” diye bağırdığımız yılları... Ki eminim pek çok insan için geçerlidir bu. Tüm zamanların sanatçısı o, zamana meydan okuyan bir müzisyen o, bir kült...
Bu aralar Rexona reklamıyla gündemde. “Daha güzel, daha mutlu, daha adil, sevgi dolu bir dünya için, barış için, insanlık için, burunların selameti için, hiçbirimizin ter kokmaması gerekiyor!” diyor...
Önce bir şoke oluyor insan. Sonra gülümsüyor. Kabul edelim böyle bir sorun var. “Temiziz” diye geçiniyoruz ama ter kokuyoruz, sadece toplu taşımada değil, asansörlerde de burunların selameti için duş almalı ve deodorant kullanmalı! Ben faydalı buldum reklamı. Gerisini Orhan Baba’nın ağzından dinleyelim...
Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU
AŞKIN DA BİR KOKUSU VAR
Ben çözdüm işi, “emekli astronot” diye bir şey yok; bir astronot her zaman astronot! Chris Hadfield aynı zamanda savaş pilotu, test pilotu. Üstüne çocuklar için yazdığı olağanüstü bir hikâye kitabı da var. Çok yönlü biri. Arkeolojiyle de ilgili, tarihle de ilgili... Uzaya gitarını götürüyor ve David Bowie’nin en zor parçalarından birini söyleyebiliyor, sesi gayet iyi ve 40 milyon insan onu nefessiz izliyor. Arkadaş şahane yani! İlk önce fit fiziği dikkatimi çekti, hayatı boyunca spor yapmış. Astronotlar hımbıl ve göbekli olamıyormuş!
Hadfield tam 166 gün uzayda kaldı. Dünyanın yörüngesinde 2 bin 650 tur attı. Çok renkli bir adam. Stand up’çı gibi. Bazı astronotlar bildiklerini kendine saklarmış, uzaydaki deneyimlerini paylaşmaktan hoşlanmazmış. Ama Chris müthiş anlatıyor. Türkiye’de iki etkinlik yaptı, gidemediyseniz üzülmeyin, National Geographic kanalında “Sıra dışı bir kaya” belgeselinde Hadfield’ın deneyimlerini izleyebilirsiniz. Mutlaka TED konuşmasını da izleyin, çocuğunuza da izletin. Tanımaktan büyük keyif aldığım biriydi...
- Uzayda ne yiyordunuz?
Buzdolabı, dondurucu, mikrodalga fırın, ocak gibi şeyler yok. Çok basit yiyecekler var, kamp yiyecekleri gibi... Daha çok paketli gıda... Sağlıklı bir diyet olduğu için de kas kazandım, yağ kaybettim...
- Uzayda çok zor olan şey nedir?
Hiç ayakkabı giymiyorsunuz, çünkü egzersiz yapmanın dışında ayakta durmuyorsunuz. Egzersiz malzemesi kullanacağımız zaman da, koşu ayakkabısı giyiyorduk. İşte en zor şey! Yerçekimi olmadan o ayakkabıları giymek çok zor! Tek ayakkabımı giyebildiğim zaman ters dönmüş ve diğer ayakkabının tekini kaybetmiş oluyordum. Ama birçok şey yer çekimsiz daha kolay. Süzülüyorsunuz, uçuyorsunuz, müthiş bir his...
-