Paylaş
Özlem Kaymaz... Sen bir kahramansın. Koşulsuz sevgiyi bize senden daha iyi kimse anlatamaz...
- Teşekkür ederim.
Hadi en başa dönelim. Senin hikâyen ne? Nasıl bir ailede doğdun?
- Mutlu bir ailede. Bir kız kardeşim var. Dört kişilik çekirdek bir aile. Yazları Avşa Adası. Özgür bir çocukluk. Denizin, doğanın içinde büyüdüm. Kendinden iki boy büyük bisiklete binmeye çalışan, oynayan, koşturan, zıplayan bir çocuktum. Biraz da erkek Fatma’ydım. Bir ara baleye merak sardım, sonra saçlarımı kısacık kestirip yüzücü oldum. Haftada altı gün antrenman, sonra Türkiye şampiyonlukları. Yıllarca kırılmamış rekorlar kırdım.
Vay be!
- Evet, spora yatkındım. Dört-beş sene yüzdükten sonra sörf girdi hayatıma. Bir sene sonra rüzgâr sörfünde Türkiye şampiyonu oldum. Arkasından 16 yaşındayken Hollanda’ya, Dünya Şampiyonası’na gittim.
Türkiye güzelleri eskiden ülkeyi temsil ederdi
Peki bu kadar spordan sonra Türkiye güzelliği işi ne alaka?
- (Gülüyor) Kel alaka değil mi? Dünya Şampiyonası’ndan dönünce, rahmetli Özal’ın elinden kupa alacaktım. 10 günlük şampiyonada virüs kapmışım, düşüp bayıldım. Bütün bağışıklık sistemimin çöktüğü ortaya çıktı. Profesyonel spor hayatım bitti. Yoksa ben olimpiyat takımındaki tek Türk yelkenci kızdım. İtalyan Lisesi’ndeki son senemi bunalım içinde geçirdim. Miss Turkey yarışmalarını düzenleyen rahmetli Özcan Sandıkçıoğlu aile dostumuzdu. “Hadi bu kızı yarışmaya sokalım!” dedi. Üzerinde Türkiye yazan bir yarışma ya, “Neden olmasın?” dedim.
Türkiye güzeli olduğunda ne hissettin?
- Çok mutlu oldum tabii. Elime asa gibi bir şey vermişlerdi, hiç unutmam, ben onu kupa gibi kaldırıp salladım. Zannedersin bir spor müsabakası kazanmıştım. Diğer güzeller gibi elegan bir görüntüm de yoktu.
Sonra nasıl bir süreç başladı?
- Ertesi gün vücut ölçülerime kadar her şey yazıldı çizildi. Bu da hoşuma gitmedi. Ama yine de ufak tefek defilelere çıkmaya başladım. Arzum Onan’la birlikte çok açılış, davet, bürokratik gezi yaptık. O yıllarda Türkiye güzelleri gerçekten ülkeyi temsil ediyordu.
Ve 20’lerinin başında, beyaz atlı prens seni Hollanda’ya götürdü...
- Aynen öyle oldu!
Nasıl tanıştınız peki?
- Elimi açıp dua etmiştim. “Beni kafamdaki pırıtılı tacım için değil, ben olduğum için sevecek bir aşk çıksın karşıma!” diye. Ve Hollandalı bir işadamı çıktı karşıma. İlk görüşte aşk!
24 yaşında buralardan gittin, Hollanda’ya yerleştin. Her şeyi elinin tersiyle iterek...
- Aşkın büyüklüğünden ziyade, elimde tuttuğum şeylere çok fazla değer vermeyişimle ilgili bence. Tüm o yaşadıklarımın ‘yalan bir dünya’ olduğunu bilinçaltım biliyordu herhalde. Özümde daha gerçek şeylere sahip çıkmak isteyen bir şeyler vardı. Sevdiğim adamın peşinden gittim. Başlangıçta peri masalı gibiydi her şey...
Kızınız Tara doğdu...
- Anne olmaya bayıldım. Amsterdam da çocuk büyütmek için şahane bir yer. Al bebek arabanı ya da bisikletini, arkasına koy çocuğunu, parka git. Rüya gibi bir şehir. Çikolatadan gibi evler. Masalsı bir yaşam...
İkinci bebeğin Daniel’e hamileliğin nasıl geçti?
- Yine sorunsuz geçti. Yaşım 28’di. Sigara içmiyoruz, içki kullanmıyoruz. Karı-koca gayet sağlıklıyız. Kimse bizi herhangi bir şeyle ilgili uyarmadı.
Tüm kontrollerine gittin mi?
- Elbette. Hem Hollanda’da hem Türkiye’de. Ama doktorlar ultrasonda, hele benim gibi genç ve sağlıklıysan sadece belli parametrelere bakıyor. Meğer cenin genetik bir sendromla döllenmiş. Nager sendromuyla doğacakmış. El parmakları olmayan, alt çenesi gelişmemiş ve bir sürü organında sorun olan bir bebek gelişiyormuş karnımda.
Siz ne zaman anladınız?
- Gebeliğin yedinci ayında. Neredeyse çenesi hiç olmadığı için ürettiğim suyu içemiyor. İçemediği için de vücut, rahimde su üretmeye devam ediyor. Ben de böyle, sanki ağzımın içine su hortumu sokmuşlar gibi günbe gün şişmeye başladım. Tabii inanılmaz bir ağrıya da sebep oluyordu. Ama bebeği sürekli kontrol ettikleri halde, bebeğin iki dudağının birbirinden çok ayrı olduğunu, çenesizliğini filan göremediler. Bu arada bu sendromda zekâ problemi yok. O yüzden baş çevresi, omurilik, kalp atışı, bunların hepsi normal. “Doğum için çok erken, sıkın dişinizi!” dediler.
Sonra?
- 10 gün hastanede tuttular, sonra yolladılar. Eve geldiğimin ikinci gecesi, karnım patlama noktasındaydı. “Foşşşşş” diye suyum boşaldı. Apar topar hastaneye gittik.
Aman Allahım...
- Daniel, gebeliğimin sekizinci ayında dünyaya geldi ama bir tuhaflık vardı. Ameliyathanede çıt çıkmıyordu! Bebek ağlaması bekliyorum, yok. Eşimin suratına bakıyorum. Bir dehşet ifadesi var yüzünde. Üniversitede iki kurs bitirmiştim, çat pat Hollandaca anlıyorum. “Başparmakları yok” diyor biri, “Çenesi yok” diyor diğeri, “Nefes almıyor. Pompayı ver” diyor bir öteki...
Tam olarak hangi organlarında sorun vardı?
- Dil kökü, boğazını kapatmıştı. Geçiş yoktu yani akciğerlere. Bu da en önemli üç hayati fonksiyonu bloke ediyordu: Nefes alamıyordu, yemek yiyemiyordu ve ses çıkaramıyordu! Hiçbir hava geçişi olmadığı için doğduğu andan itibaren onu el pompasıyla hayatta tuttular.
Sen peki n’apıyorsun bu arada?
- Bir terslik olduğunu hissediyorum ama nedir bilemiyorum. Gözyaşları içerisindeyim.
Eşin bir şey diyor mu?
- Onun bir gecede şakakları beyazladı! Gerçekten de insanın saçları üzüntüden beyazlarmış, gördüm.
Bu arada sen bebeğini hâlâ görmedin, değil mi?
- Hayır. Ne göreceğimi bilmediğim için de korkuyordum. Ya hilkat garibesi gibi bir şeyse? Hemşire geldi o sırada, dedi ki, “Bebeğinize burada yardım edemiyoruz. Bir üniversite hastanesine gitmesi gerekiyor. Ama gitmeden onunla tanışmanız ve vedalaşmanız gerekiyor. Yolda kaybetme riskimiz çok büyük!” Ben bu cümleyi duyunca kendimi kaybettim. Tarif edemeyeceğim kadar büyük acı yaşadım. O benim yavrum, canım. Hem görmek istiyorum. Hem görmeye korkuyorum, korktuğum için kendimden utanıyorum. Sonra şöyle bir cümle duydum: “Sadece üç saniyeniz var tanışmak için.”
Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU
Daniel’in ambulansta iki kez kalbi durdu
Ay çok fena...
- Baktım, bir adam kuvözün içerisine elini sokmuş, pompayla bebeğimi hayatta tutuyor. Bir eli yorulunca, öbür elle devam ediyor. Dedi ki, “Kuvözden çıkaracağız, üç saniye kadar pompayı çekeceğiz. Yüzünü görüp tanışın ve vedalaşın!” Dünya güzeli bir bebek, bembeyaz tenli, yuvarlak kafalı, minicik bir şey! Hiç öyle hilkat garibesi gibi değil. Melek yüzlü bir şey. Acıdan çok ümit doldu içime.
Sonra?
- Ambulansla hastaneye gitti, arkasından da biz. İki kez kalbi durmuş yolda. Hâlâ el pompasıyla yaşatıyorlardı. Doktorlar dedi ki, “Her şeyi denedik, olmuyor. Tek bir şans var. Bir aparat yerleştireceğiz boğazına, o zaman nefes direkt akciğerlerine ulaşacak!” Ama o takılan aparatın içindeki deliğin çapı da bir milimmiş. Onun içinden geçen havayla hayata tutunacak.
Çok zor şey değil mi bu?
- Hem de nasıl! Tükürük orada biriktiği anda tıkanıyor. Eğer aspire etmezsen, 1.5 dakikada spastizme, üç dakikada da ölüme sürüklüyor. Her seferinde biriken tükürüğü aletlerle çekmemiz gerekiyor. O yüzden dediler ki, “Bu aparatı takabiliriz ama çok zor bir hayatı olur. Sadece onun değil, sizin de... Ya da hiç takmayabiliriz!”
O ne demek?
- Türkçesi, bize soruyorlar: “Yaşasın mı? Ölsün mü? Zaten kalbi defalarca durdu. Bu gece de durabilir. Kalbi durursa masajla hayatta tutalım mı, yoksa bırakalım gitsin mi?” Bunu sormakla yükümlülermiş.
Ne dediniz?
- Ben “Tabii ki devam!” dedim. Allah’ın verdiği canı almak, “Bırakın ölsün!” demek bana düşmez. Eşimse farklı bir kültürden geliyor. O “Bırakın” dedi, “Kalbi durursa, yapmayın masaj!” Ama kötü niyetle bunu söylemedi. Erkekler daha radikal yaklaşabiliyorlar. Yargılamamaya çalıştım eşimi. Ama neyse ki anneyi dinlediler.
Bebeğimi her gece başka insanların eline bırakıyordum, “Umarım iyi bakarlar!” diyordum. Sabah gittiğimde, “İnşallah yaşarken bulurum!” diye dua ediyordum.
365 gün yoğun bakımda kaldı
Sonradan iyi bir baba oldu mu?
- Çoook. Avrupalı bir adamdan söz ediyoruz. Çok genç yaşta gömleğini ütüleyip yemeğini pişiren, yalnız yaşamasını bilen biri. O yüzden böyle bir babalığın da üstesinden geldi. Belki de hastanedeki yanlış tepkisiyle yüzleşip bu kadar iyi bir baba oldu.
Peki devam kararının bir ömür mücadele anlamına geldiğini biliyor muydun?
- Hayır. Hiçbir fikrim yoktu. Gerçekten de çok büyük bir mücadeleydi. Bebeğin dünyayla ilk iletişimi ağlamaktır. Karnı acıktığında, altı kirlendiğinde, her şeyde... Bizde o yoktu. Yardım çağırma şansı yoktu. Zaten ilk 365 gece yoğun bakımda kaldı.
Şaka mı bu?
- Doğduğu andan itibaren eve getirilemeyen bir bebek. Her gece başka insanların eline bırakıyordum, “Umarım ona iyi bakarlar!” diyordum. Sabah gittiğimde, “İnşallah yaşarken bulurum!” diye dua ediyordum. Bir yıl sonra eve geldiğinde, hâlâ pamuk ipliğine bağlı bir yaşamdı. Ses yok. Sürekli bakıma muhtaç.
Nasıl besleniyordu?
- Göbekten. Yemeği pompayla veriyorduk. Altı yıl yarasa gibi yaşadım. Bu arada ameliyatlar da devam ediyordu. İki yaşında, üç yaşında, beş yaşında... Çok çok ağır ameliyatlar... 42 kez narkoz altı var! Bunlardan 16-17 tanesi çene uzatma ameliyatları. Her ameliyat dört ay sürüyordu. Yani ameliyata girip çıkmıyorsun, çiviler takılıyor. Her gün yarım milim döndürülüyor. Cildi yırtarak, o çene uzatılmaya çalışılıyor. Üç ay kıkırdağın kemikleşme süresi var. Dört ay boyunca yüzündeki o aparatla yaşıyordu.
Kızım çocukluğunu hediye etti kardeşine
O da nasıl acı çekmiştir...
- Çok. Sabah-akşam alkolle temizlenmesi gerekiyordu. Pamuk Prenses, Tom&Jerry maskeleri takarak yapıyordum ki anneyi, kendine acı veren biri gibi hissetmesin.
Bu gücü nereden buldun peki? Sen de 28 yaşındasın o zaman sonuçta. Hiç yıldığın, kendini yenik hissettiğin zamanlar olmadı mı?
- Olmaz mı? Kaç kez... Sözünü ettiğim bütün bu ameliyatlar başarısız geçti. Bir türlü o aparattan kurtulamadık. Her seferinde endoskopiye girdi, “Maalesef, nefes yolu yine açılmamış!” dendi. Birkaç kere çaresizlikten kendimi yere attım. Bu arada bütün bu ameliyatlar Hollanda hastanelerinde yapıldı. Hollanda vatandaşı olduğumuz için ücretsiz. Ama baktık olmuyor, başka ülkeleri araştırmaya başladık. Uzatma işlemini bulan doktor New York’ta çalışıyordu. 2007’nin Şubat’ında New York’a doğru yola çıktık ve üç yıl New York’ta yaşadık anne-oğul.
Kızın Tara peki?
- Tara, hikâyenin esas kahramanı. Bence kardeşine kendi çocukluğunu hediye etti. Müthiş bir kızım var. Onunla gurur duyuyorum. Bütün çocuklarımla duyuyorum. Eşim ve Tara Amsterdam’da kaldı.
Ne dedi Amerikalı doktor peki?
- “Çeneye daha sağlam bir kemik koyup öyle uzatmaya başlamamız lazım!” dedi. Kalçadan kemik aldılar, çenenin iki tarafına, iki ayrı ameliyatla yerleştirdiler. Onlar orada kaynadı, sertleşti. Bütün bunlar üç yıl sürdü. Sonunda dil kökünü öne çekmeyi başardılar ve nefes yolu açıldı!
Sonra birden konuşmaya mı başladı?
- Yok, birden değil. Hiçbir şey birden olmuyor. Daniel’in nefesi içeri alıp sesi çıkarma eylemi bizden farklı zaten. Ve sesinin desibeli çok düşük. Bugün hâlâ bağıramaz. Sesinin çok çıkması mümkün değil, telaffuzu da bozuk. Çene kıpırdamıyor, çenenin içi hâlâ darmaduman. Bizim gibi bir anatomisi yok. Ama yine de bugün üç lisanı konuşuyor. En anlaşılırı da Türkçe. Çünkü Türkçe, ağzın çok ön kısmında konuşulan bir dil. Hollandaca çok gırtlakta, daha zor anlaşılıyor.
‘Wonder’daki hikâye, bizim hikâyemiz
Sonra peki?
- Hayati tehlike ortadan kalktı! Yavaş yavaş zombi hayatımdan çıkmaya başladım. New York’tan evimize döndük.
Yedi yıl normal yemek yiyemedi değil mi?
- Daniel bugün 16 yaşında ve daha hiç normal yemek yemedi! Bugün normal yiyebildiği şeyler limonlu buzlu çay, içinde pütürü olmayan yoğurt ya da dondurma. Nusret’in patatesini yalıyor falan gibi komik şeylerimiz var. Daha çok yalamak ve emmek. Ama dünyanın en komplekssiz çocuğu bizimki.
Nasıl bu kadar kendine güvenli bir çocuk yetiştirebildiniz peki?
- Ona duyduğumuz tamamıyla koşulsuz sevgi. “Anneler koşulsuz sever” diye halk arasında bir laf var ama anneler bile koşul koyuyor. Çocuğun altı aylıkken halının üstünde oynuyor, ismiyle sesleniyorsun, o zaman bile bir beklentin var, çocuğun dönüp bakması. Bizde o bile yoktu. Yüzde 40-60 arası duyma kaybı var Daniel’in. Zaten sesi de çıkmıyordu. O kadar beklentisiz büyüttük ki. Sadece sevdik. Ne yaparsa yapsın başımızın üzerine! Çocuk kendinden hiçbir şey beklenmediğini ve ne yaparsa çok büyük sevinç yaşandığını görünce, sanki ayaklarından yeryüzüne kökler salarak, öyle bir güvenle büyüdü ki... Kızım dünya güzeli ama çenesinin kenarında bir ben var diye ağlardı okuld n gelince. Daniel ise Brad Pitt’miş gibi dolaşıyor ortalıkta. “Bu yakışıklılığa kavuşabilmek için 17 kez ameliyat oldum biliyor musunuz!” diyor.
Sonuca ulaştınız mı peki?
- Yok ki öyle şey. Mücadeleye hep devam. Önümüzde bu ameliyatlardan bir tane daha var. Eylülde bir çene uzatma ameliyatı daha olacak. Ama tabii ki şu ana kadar yaşadıklarımızın bir başarı hikâyesi olduğunu düşünüyorum. Koşulsuz sevginin ve tüm ailenin ekip çalışmasının Daniel’i bugünlere taşıdığına inanıyorum. ‘Wonder’ (Mucize) diye bir kitap var, hatta filme de çekildi, Julia Roberts oynadı. O hikâye, bizim hikâyemiz. Filmdeki de aynı sendrom, yaşadıklarımız da bire bir aynı.
Bir çocuk daha yaptın sonra...
- Evet ama üçüncü bebek sürpriz olarak geldi. Hamile olduğumu öğrendiğim gün, Daniel ile Amerika’ya doğru yola çıkıyorduk. Aynı sendromla bir çocuk daha doğma riski yüzde 50’ydi. Çok yüksekti. Ama bunu beşinci aydan önce anlayabilmenin yolu yoktu. Yine de kürtaj olmadım, kıyamadım bebeğe. Allah’tan Dante son derece sağlıklı doğdu.
Üç çocuğun da senin gücün mü?
- Hem de nasıl! Onlar benim kanatlarım, onlarla uçabiliyorum.
Şimdi ne durumdasınız?
- Eşimle Dante iki buçuk yaşındayken boşandık. “Daniel yüzünden mi boşadınız?” diyorlar, hayır, Daniel yüzünden bu kadar uzun evli kaldık. Çocukların üçü de beş yıl benimle Türkiye’de yaşadı. Şimdi Tara’nın üniversite yaşı geldiği için Hollanda’ya döndü. Daniel de 15 oldu, baba enerjisine ihtiyacı vardı. O da şu anda Hollanda’da yaşıyor. Biz Dante’yle buradayız. Ama aramız iki buçuk saat, çocuklar sık sık gelip gidiyor.
Biz bu hikâyeden nasıl bir sonuç çıkarıyoruz?
- Koşulsuz sevgi ve aile bireyleri arasındaki o kuvvetli güç sayesinde üstesinden gelinmeyecek hiçbir şey yok! Hepimizin içinde bu güç var. Bu yaşadıklarımla şimdi ben başkalarına ilham olmak istiyorum. Bizim hikâyemiz onlara da ümit versin istiyorum...
FİKRET'LE BİZE MUTLULUKLAR DİLİYORUM
Şimdi hayatının nasıl bir dönemindesin?
- Daniel’in doğduğu gün ‘pause’ düğmesine bastım. Hayatımı durdurdum yani. Ve geçen sene yılbaşı gecesi, o düğmeden parmağımı kaldırdım. Şimdi benim zamanım. Tekrar ‘Play’ tuşuna basıyorum, hayatıma kaldığım yerden devam ediyorum. Böyle bir hissiyat içindeyim.
Fikret Orman’la nasıl bir aşk yaşıyorsunuz?
- Çok keyifli...
Nasıl tanıştınız?
- ‘Pause’ düğmesinden parmağımı çekmeye karar verince aşk da kendiliğinden geldi. Niyetle alakalı bir şey.
İlişkiniz gizli de değil, açık açık yaşıyorsunuz...
- Tabii. Saklanacak bir durum yok ki. Aynı zamanlarda boşanmış iki bekâr insanız. Çocuklarıyla hayat yaşayan iki yetişkiniz. Birisi öyle bir şey kaleme almış, “Bakalım bu sefer saklayacak mı?” falan diye, ben hiçbir zaman saklamadım ki. Fikret de hiçbir şey saklamamış. Ama Türkiye’de yaşıyoruz, klavye arkasına oturup canının istediğini yazan çok insan var. Çok büyük bir camiayı temsil ediyor Fikret. Ben de kendimce belli bir şeye sahibim. Ben bize mutluluklar diliyorum. Bence güzel takım olduk. Tamamladık birbirimizi.
Evlenecek misiniz?
- Ben aile hayatını seviyorum.
Ne demek bu? Evleneceksiniz yani...
- Çok seviyorum aile hayatını. “Evleneceğiz” demiyorum ama aile benim için çok kutsal bir şey. Dünyanın en güzel şeyi aile olmak. Bana “Bir daha evlenmezsiniz değil mi?” diye soruyorlar. Niye? Benim evlilikten dilim filan yanmadı ki...
Peki eski eş?
- Evlenmedi ama tekrar baba oldu. Bir bebeğimiz daha var iki buçuk aylık.
Belki sen de bir tane daha yaparsın...
- Hiç belli olmaz. Hayat o kadar enteresan ki, bana bundan dört ay önce, bu ilişkiyi yaşayacağımı söyleseler, “Yaa yürü git!” derdim. Bilemiyorsun ki, hayat sürprizlerle dolu. Her şey insana dair...
Paylaş