- Cem Yılmaz dayının oğluymuş... O sana “Yürü ya kulum!” demiş. Kimin dayısının oğlu Cem Yılmaz olursa yürür gidermiş... Doğru mu?
Ne alakası var! Dayımın oğlu değil bir kere. Annemin kuzeni. Üstelik 16 yılda bir kere görüşüyorlar.
- Haberi var mı Cem Yılmaz’ın yaptığın işlerden?
Yok abla, nereden olsun? Hem 4-5 yıldır yaptıklarımı birine mal etmek, bana haksızlık değil mi?
ACUN’U REDDETTİM ÇÜNKÜ BİRİNİN ADAMI OLARAK ANILMAK İSTEMİYORUM
- Acun’u niye reddettin? Çok hızlı para kazanabilirdin...
Çünkü birinin adamı olarak konumlanmak istemiyorum. Burası bizim, bizim kalsın istiyorum.
-
Merhaba, Reynmen’le mi görüşüyorum?
Evet.
Öncelikle tebrik ediyorum. Ayşe Arman ben. Gazeteciyim.
Biliyorum kim olduğunuzu...
Sizinle röportaj yapmak istiyorum. “Sen” diyebilir miyim?
Ben de “abla” diyebilir miyim?
Elbette.
Bak, Ayşe Abla. Anladım ben meseleyi. “Derdim Olsun”la ilgili konuşmak istiyorsun. Ama ben şunu sevmiyorum, “Ayşe Arman aradı, Reynmen röportaj verdi!” Bana kasıntı geliyor. Benim röportaj verecek bir durumum yok, isteğim yok. Telefonda sohbet edelim, sor istediğini, ama bunun bir röportaj olmadığını da yaz...
Bugüne kadar 174 dile çevrilen ‘Alice Harikalar Diyarında’, Serdar Biliş’in yönetmenliğinde, Tuluğ Tırpan’ın müzikleri ve Beyhan Murphy’nin koreografisiyle perşembe günü perde açacak. Dikkat! Aynısı değil, bu bir uyarlama! Serenay Sarıkaya, ‘Alice’ olarak karşımıza çıkmaya hazırlanırken Ezgi Mola, Enis Arıkan, Şükrü Özyıldız, İbrahim Selim ve Merve Dizdar da onunla birlikte. Pazar günü Serenay röportajı vardı, bugün de müzikalin yaratıcılarıyla huzurlarınızdayım. Önce Beyhan Murphy...
- ‘Alice’ Türk müzikalinde yeni bir şeylerin başlangıcı mı?
Evet, öyle olması için uğraşıyoruz.
- Proje nasıl çıktı ortaya?
Biz Serenay’la ‘Fi’yi yaptık beraber. Ondan sonra “Hocam, bir şey yapsak mı tekrar?” dedi. Biraz zaman geçti aradan. Ayşe Barım, Serenay, ben buluştuk. “Ne yapabiliriz?” diye konuştuk, “Müzikal mi olsa, o mu olsa, bu mu olsa?” Birden Serenay’a baktım ve “E sen Alice olsana! Sen Alice’sin!” dedim. Hakikaten de çok benziyor. Bir de Alice çok enternasyonal. Dünyanın her yerinde yapılıyor. Yavaş yavaş, metin, müzik gibi bütün ögeler oluşmaya başladı. Ben tabii koreograf pozisyonunu üstlendim. Biliyorsun, Devlet Opera Balesi’nde asıl işim devam ediyor. Serdar Biliş yönetmen olarak geldi. O noktadan itibaren gerek metin, gerek hikâye ve senaryonun ortaya çıkması konusunda Serdar başı çekti...
- Siz profesyonel dansçılarla çalışıyorsunuz. Bu müzikaldeki bazı oyuncular dansçı değil. Onları alıp dansçı mı yapıyorsunuz?
Yani o kadar iddialı olmayayım, “Dansçı yapıyorum!” diyemem. Ama ben aktörlerle çok çalıştım. İngiltere’de de çalıştım. Çok aktörü hareket ettirdim. Onlardaki o yetiyi sahnede ortaya çıkarma görevini üstleniyorum. Tabii belli bir koreografik düzen var. Müziğin belli bir yerinde şuraya gideceksin, şunu yapacaksın. Hepsinin algısı çok yüksek, hiç zorlanmadık. Bir de çok çalışkanlar. Biz dünyadaki insanları ikiye ayırıyoruz: Bir dansçılar, bir de normal insanlar. Tiyatrocular ve oyuncular, arada bir yerdeler. Dans etmeye yatkınlar.
-
Heyecan var mı?
- Hem de nasıl. Heyecandan ölüyorum.
Nasıl bir Alice olacaksın?
- Ona izleyiciler karar verecek. Çok emek harcadık, çok çalıştık. Galiba güzel bir şey çıkıyor ortaya. Bu bir uyarlama. Bize de benzetebilmek için değişik şeyler ekledik. Müzik, dans, oyunculuk, her şey var. Müthiş bir enerji, o enerji sahneden seyirciye taşacak.
Ne kadar zamandır çalışıyorsunuz?
- Ekimden beri, dört aydır. O gün bugündür dans ve şan dersleri tam gaz. Klasik müzikaller gibi değil, konuşurken birden müziğe geçmiyoruz. Değişik bir sahne anlayışı. Bazı bölümleri tiyatro, bazı bölümleri müzikal.
Peki izlediğimiz müzikallerden farkı ne?
- Türkiye’de sanırım bugüne kadar yapılan en büyük prodüksiyonlu müzikal. 3D uygulamasıyla, mapping dijital teknikleriyle izleyenlere çok farklı ve yeni gelecek. Alice’in kek yedikten sonra büyümesi, bir şey içtikten sonra tekrar küçülmesi gibi şeyleri mapping uygulamasıyla yapıyoruz. Kısacası, teknolojik olarak da çok enteresan şeyler kullanıyoruz. Tabii en mutluluk verici olan, mayısa kadar biletler bitmiş durumda! İnanılmaz bir şey!
İzmir’in yaşam kültürü yüksek, tamam. Peki ya “yaşam kalitesi”? O ne durumda? Sahil güzel de arkası gerçekten felaket mi?
Yok, hayır. O yaşam kültürü, yaşam kalitesini de değiştirir. Kültür demokrasiyle buluşursa o kalite gerçekleşir. İzmir buna müsait. Bakın, İzmir hem Batı’nın en doğusu, hem de Doğu’nun en batısı. Anadolu’ya Batı’nın ürünleri, değerleri hep İzmir üzerinden girmiş. Doğununkiler de İzmir üzerinden gelmiş. Bu nedenle İzmir’de hep ilkleri görürsünüz. O kadar çok ilki var ki. İlk grev, ilk toplu sözleşme, ilk gazete, ilk matbaa, ilk futbol takımı, ilk hastane... Sayfalarca ilki var İzmir’in. Demokrasinin ilk kurumsallaştığı ve yerleştiği kent aynı zamanda...
Bir örnek verin bize...
Sene 1828. Bundan 190 sene önce yani. Vali Hasan Paşa ekmek zammı yapıyor. Bu zam tepki uyandırıyor. Çünkü büyük bir zam. İnsanlar ona gidiyorlar, “Paşam, bu zammı kaldır, çok yüksek!” diyorlar. Vali dinlemiyor. Ertesi gün kadınlar çıkıyor sahneye. İzmir’in sokaklarında, çocuklarıyla protesto eylemi yapıyorlar. 3 gün sonunda Vali Hasan Paşa zammı geri almak zorunda kalıyor! Yani Amazon kraliçesi Symirna’dan ismini alması İzmir’in tesadüf değil. Bu kentte yüzlerce yıldır kadınlar inanılmaz bir destan yazıyorlar. O nedenle bir kadın şehri İzmir. Ve ben inanıyorum, Türkiye de kadınlarla değişecek, kadınlarla ileriye gidecek...
“Arka sıradakiler”den de bahsediyorsunuz. Onlar için şimdiye kadar görevinizi yaptığınızı düşünüyor musunuz?
Seferihisar’da yaptık evet. Uyguladığımız sosyal politikalar çok iyi sonuçlar verdi. Seferihisar’da bunu başardıysak, İzmir’de çok daha iyi olacak. İzmir buna çok daha fazla hazır. Seferihisar’a biz geldiğimiz zaman, bir taşra kasabası gibiydi. Tüm o yenilikleri hazmetmek kolay değil. Düşünebiliyor musunuz, logosu salyangoz olan, adı İngilizce-İtalyanca karışımı olan bir kalkınma modeliyle (Cittaslow) Seferihisarlıların karşısına çıktık. Bugün Seferihisar’da herkes “yavaş şehir” kriterlerini biliyor. Benim kapıma gelip, “Bu kriter böyle uygulanmaz!” diyen Seferihisarlılarımız var. Yani biz Müslüman mahallesinde salyangoz sattık ve tuttu!
Siz belediye başkanları arasında en entelektüel olanlardan birisiniz...
- Sonunda adaylığınız açıklandı. Tebrikler! Ve aynı anda kıyamet de koptu. Babanız yüzünden. 12 Eylül savcılığı sırasında kötü davrandığı için, MHP’liler rahmetli babanızı “işkenceci” olmakla suçladı. İddia bu... Siz ne diyorsunuz?
12 Eylül, Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden biri. Kardeşin kardeşi öldürdüğü, kardeşin kardeşe kırdırıldığı bir dönem. O dönemi, bugünkü siyasetin bir enstrümanı olarak kullanmaya kalkmak bence çok büyük bir haksızlık. Ve çok yazık. Tekrar o yarayı kaşımak, ülkücüler-solcular meselesini gündeme getirmek çok çok fena. Bunu hangi siyasi gerekçeyle yapıyorlarsa yapsınlar, bence büyük haksızlık ediyorlar. Bir kere bu nedenle doğru bulmuyorum. İkincisi, babamın yaptıkları beni bağlamaz. O bir asker. Bir memur. Hem önüne sadece MHP davası gelmemiş ki. Dev-Genç, DHKP, tüm bu davalara da iddianame yazmış. Bir askeri savcı olarak hem hukuk hem de demokrat kimliğini korumaya gayret etmiş. O dönem yapılan işkencelerle ilgili dava açmış. Yani özetle, ne o dönem bugün tekrar kaşınmalı ne de baba-oğul meselesine girilmeli. Eğer girecek olursak, pek çok insan için neler neler söylenebilir. Ama bunların hepsi haksızlık olur...
- Siyaset böyle bir şey mi?
Evet. Her taraftan üzerinize geliyor. Maalesef. Ama ben bu yanlış siyaset kültürünün değişeceğine inanıyorum. Bu tür siyasi ayak oyunlarıyla siyaset yapmak bu topluma haksızlık. Siyaset, performans üzerinden yarışmalı. Başarı üzerinden yarışmalı. Vizyon üzerinden yarışmalı. Ne yazık ki bunları yapmaya fırsat bırakmıyor bu siyasi kültür!
- Peki alıştınız mı? Hâlâ yaralanıyor musunuz? Bugün üzüldünüz mü babanızla ilgili mesela?
İnsan üzülüyor. Yani tamamen alışmak, bunları yok saymak mümkün değil. Allah’tan şunu biliyorum: Bunların hepsi, bugünkü siyaset kültürünün argümanları, tartışmaları. Ve kesinlikle şuna inanıyorum: Başka bir şey siyaset dili mümkün! Zaten o yüzden devam ediyorum. Bu nedenle de bunların beni acıtmasına izin vermiyorum. Babamı bırakın, en son Avrupa’da bir kadınla bir kasedimin olduğunu bile söylediler.
- Ne kasedi?
Malum kasetlerden.
İzmir son yıllarda çok ihmal edilmiş. Artık dünyada ülkeler yarışı yok, şehirler yarışı var. Bu yarışta, İzmir her anlamıyla geride kaldı. Maalesef hâlâ ilkel problemlerle uğraşıyor. Trafikte, ulaşımda, çevrede, kanalizasyonda, arıtmada, otoparkta, gençlerin spor alanlarında, yeşil alanlarda ne Türkiye ne de dünya standartlarına uygun bir şehir! Bunu da insanlar görüyor. Ben de bunları değiştireceğimi iddia ediyorum. Bunun örneklerini verdim de, yani yaparak geldim.
- Binali Bey yüzde 36 aldı. Siz üzerine çıkarsanız kendinizi başarılı mı hissedeceksiniz?
Bir kere daha söyleyeyim, hedefimiz almak değil, İzmir’e kendimizi vermek, insanların gönlüne girmek! Oranı kaç olursa olsun. Ben her fırsatta diyorum ki “Oyunuzu bana vermeyin, AK Parti’ye vermeyin. CHP’ye, MHP’ye İYİ Parti’ye vermeyin, İzmir’e verin. Oyunuzu kendinize verin. Aklınıza verin!”
- Siz Denizli’de sevilen, tutulan bir başkandınız. Sonra milletvekili oldunuz, sonra Ekonomi Bakanlığı yaptınız. Şimdi İzmir belediye başkan adayısınız. “Dava insanı” olmak böyle bir şey mi? Siz hangi görev olsa yapar mısınız?
Yok, yapmam. İnanmam lazım. “Ben ne işi olsa yaparım!” diyenlerden kesinlikle değilim. Ama İzmir hayallerimi süsleyen bir yer. Çünkü İzmir’de ne yaparsanız görülecek. Tarih yazma imkânı veriyor. İzmir beni heyecanlandırıyor.
HÂŞÂ! BEN ALLAH MIYIM İNSANLARI YARGILAYACAĞIM...
-
- Ben kafadan samimi sorularla giriyorum Nihat Bey...
Elbette. Dilediğiniz gibi...
- İzmir, partinizin düşüremediği kale... Siz İzmir’i alabilme konusunda iddialı mısınız?
Ooo, durun bakalım... İzmir kimsenin kalesi değil! Biz hep diyoruz ki “Biz İzmir’i almaya değil, biz İzmir’e kendimizi vermeye geldik. İzmir’in kalbini, gönlünü kazanmaya geldik. İzmir’e sevgimizi, sevdamızı ve samimiyetimizi ispatlamaya, İzmirlileri de buna inandırmaya geldik!” Yoksa “almak” nedir? Benim kalbimde sempatik bir fiil değil...
- Ama “İzmir güzel kız, kim almak istemez!” demediniz mi seçim kampanyanızda?
Yok, “İzmir mahallenin en güzel kızı, onu kim istemez ki!” dedim. Almak yok!
-