Efsane yarış atı Bold Pilot, onun efsane jokeyi Halis Karataş, büyük aşkı Begüm, Atman ailesi ve Türk halkının istediğinde nasıl kenetlenebildiği, nasıl tek yürek olduğu ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi...
Emeği geçen herkesi kutluyorum. Ekin Koç’u, Farah Zeynep Abdullah’ı, Fikret Kuşkan’ı ve yönetmen Ahmet Katıksız’ı... Gerçekten çok güzel bir iş çıkarmışlar.
İzlememiş olanların bir an evvel izlemesini diliyorum. Hâlâ oynuyor. Kaçırmayın. Umudun, azmin, çalışmanın, zaferin ve aşkın hikâyesi. Nedense bana çok dokundu. O kadar çok ağladım ki kendime şaşırdım. Filmle insana geçen ‘biz olma duygusu’ da beni çok duygulandırdı. Milletçe ‘biz’i özlediğimiz günlerdeyiz...
“Geç olması, hiç olmamasından iyidir” dedim. Bu efsane ailenin kadınlarını (Zeynep Atman, Esra Atman, Lale Atman) arayıp buldum. Atman kadınları adına Lale Atman’a merak ettiklerimi sordum. Buyurun buradan okuyun...
- Film şahane! Ben hem çok mutlu oldum hem de dağıldım, çok ağladım. Sizler izleyince neler hissettiniz?
Biz de çok ağladık. Çok duygulandık. En yakınlarınızın hayatlarının oyuncular tarafından canlandırılması insanda karmaşık duygular yaratıyor...
-
Anne Zeynep Topuz, “Trafik kazası değil... Trafik cinayeti!” diyor, haksız da değil. Hepimiz biliyoruz ama yine de bu vahim olayla bir kere daha bu ülkede trafik bilinci olmadığı kesinleşti. İki can gitti. Ne doğru dürüst ceza alan oldu ne de vicdan azabı çeken... Tek umut verici şey, küçük kızları Ezgi ve arkadaşı Didem’in kaybından sonra insanlar isyan etmesi. 250 bin imza topladılar, Meclis’e başvurdular, “Trafik yasaları ve cezaları yeniden düzenlensin” diye. Ayrıca Bursa Belediyesi’ne de müracaat edildi ve oraya bir üstgeçit yaptırıldı. Ama neye yarar, giden gitti...
- Pazar günkü röportaja nasıl tepkiler aldınız?
Sosyal medyada çok paylaşıldığını biliyorum. İnsanların “Ah vah” dediğini de... Yakın çevrem, beni arayıp yorum yapmaz. “Allah sabır versin”, “Nur içinde yatsınlar”, “Takdir-i ilahi” gibi teskin edici cümlelerin, aksine acıma acı kattıklarını bilirler. Zaten olayların, “Takdir-i ilahi” kısmı bitti artık. Allah sabrını da veriyor. Vermese dayanılmaz. Nur içinde olduklarından da eminim...
- İnsanların ağlamaları, üzülmeleri, size acımaları sizde ne tür duygular uyandırıyor?
Biz toplum olarak başkalarının acılarını dinlemeyi ve izlemeyi seviyoruz... Ama işin bir de şu tarafı var: Bu acılar hâlâ yaşanıyor. “Yaşandı ve bitti!” değil yani, devam ediyor. Ateş, başka yuvalara da düşüyor. Ama biz kendimize asla “Ben ne kadar sorumluyum?” diye sormuyoruz. “Ahh yazık, ne çok acı çekmiş bu kadın!” demeyi tercih ediyoruz. Ama ne yazık ki öyle sıyrılamayız...
- Kimsenin size acımasını istemiyor musunuz?
Elbette istemiyorum. Acımak insani bir duygu ama hayatta sadece duygularımızla yaşarsak işler sarpa sarıyor. Allah’ın verdiği aklı da kullanmak gerekiyor...
- Siz insanlara, “Bize acımayın! Sistemi, zihniyeti ve trafik yasalarını değiştirmek için çabalayın!” mesajı mı vermek istiyorsunuz?
Dünya güzeli iki kızlarını da trafikte, kurallara uymayan bir takım adamlar öldürüyor. Biri sekiz yaşındayken hayata gözlerini yumuyor. Çünkü ehliyetsiz motosiklete binmiş, insanlık dışı bir varlık, öğrencilerinin arasına dalıyor. İlay, öyle ölüyor. Yaya kaldırımda.
Aile, büyük bir travma yaşıyor. Dört yaşında olan küçük kızları Ezgi’yi gözlerinden ayırmıyorlar, trafik konusunda atamadıkları bir korkuları oluyor. Tam, artık, “Hayata dönmeliyiz, korkmaya gerek yok!” derken, bu sefer Ezgi’ye yaya geçidinde bir araba çarpıyor!
Dikkatinizi çekerim yaya geçidinde!
Okula giderken.
Allah belalarını versin!
Ben de bu olayların kaza değil, cinayet olduğuna inanıyorum. Ezgi’yle birlikte arkadaşı Didem de ölüyor.
Hayattan, ailelerinden, sevdiklerinden koparıldılar. Ama o caniler hep bir yolunu bulup paçayı kurtarıyorlar. Serbestler düşünebiliyor musunuz!
İsyan etmemek mümkün mü? “Adaletin bu mu dünya?” diye haykırmamak mümkün mü?
- Neler oldu o günden beri? Ne tür gelişmeler kaydedildi?
Artan acıdan ve özlemden başka hiçbir şey olmadı ne yazık ki! Bu acının üstüne bir de “hukuk mücadelesi” verebilmek adına ayrıca hırpalanır olduk. Çünkü olay hiç olmamış gibi davranıldı. 25 can unutuldu! Bilirkişi raporu açıklandı. Bu arada o “bilirkişiler”, Pamukova tren faciasından “tanıdık kişiler”. Özellikle de TCDD ve Ulaştırma Bakanlığı’yla ilişkisi olan kişiler! Olay yerine ambulansla geleceğine, gece yarısı helikopterle gelen bilirkişiler. Yetmezmiş gibi daha vagonların altında bedenler varken olay yerine getirilen vagon dolusu taşlar. Bu taşlar, boşalan ray altını doldurmak için getirilmiş! Verilen ifadelerden öyle anlaşılıyor...
- Dava açıldı mı? İddianame hazır mı?
Hayır. Açılmadı. Açılamıyor bir türlü. İddianame de hazır değil.
- Hiç mi ilerleme yok peki?
Olmasını isterdim ama yok. Aksine gerileme oldu... Nasıl mı? 5 ay boyunca, bas bas konuştum her yerde. TCDD yönetiminde bir problem olduğunu söyledim. “Görev ihmalleri var!” dedim. “Eksikler var!” dedim. Kimse ciddiye almadı. Hatta söylemlerimden rahatsız olundu; dönemin Ulaştırma Bakanı olan Ahmet Arslan ve TCDD Genel Müdürü İsa Apaydın tarafından Twitter’dan engellendim. Oysa ciddi ve apaçık ortada olan eksikliklerden bahsediyordum ki Ankara tren faciası yaşandı. 9 kişi de orda can verdi...
- Nasıl olur peki? O kadar insan hayattan koparıldı! Oğlunuz Oğuz Arda’nın geleceği çalındı. Bütün bunlar normalmiş gibi “Üstüne soğuk su için” mi deniliyor?
Öyle yapmaya alışmışlar. “Oldu ve bitti... Öldü ve gömdük. Fıtrat meselesi. Kazadır, olur...” Ama şahsen ben, hayatıma devam edemiyorum. Etmekte zorlanıyorum. Benim gibi diğer aileler de aynı şekilde altüst olmuş durumda. Evladını kaybedenler, evlat acısıyla her gün ölenler; eşini kaybettiği için bir başına kalıp bebeğine mama alamaz hale gelenler var. Annesiz, babasız büyümek zorunda kalan çocuklar var. Sol kolunu kaybedip hayata devam etmek zorunda kalan var. Çünkü protezini karşılayan yok... Hayat bize devam edemiyor maalesef. Başkalarına ediyor.
Bir sınıf öğretmeninin 17 kız çocuğuna istismar vakası söz konusu. Yargıya da– yansıdı. Gün geçtikte bu tür haberler artıyor. Sizce bu rezaletin kaynağı ne?
Oooo çok şey sayabilirim. Mesela öğretmen yetiştiren üniversitelerden başlayabilirim. Bu işin eğitimini almış, atanamayan öğretmenler söz konusuyken ehil olmayan öğretmenlere görev verilmesini sayabilirim. Eğitim psikolojisinden ve pedagojiden haberdar olmayan öğretmenlerden, sık sık yönetmelik ve sistem değiştirilmesinden söz edebilirim. Rehber öğretmenlerin ders saatlerinin azaltılmasına değinebilirim. Dinsel öğelerle çocukların korkutulmaya açık beyinlerinin terbiye edilmesini anlatabilirim. Daha neler neler... Dolayısıyla eğitim konusundaki yanlışların vebalini çocuklar ödüyor.
Son zamanlarda okul müdürleri, sınıf öğretmenleri, antrenörler, doktorlar arasından birtakım istismarcılar çıkıyor... Ülkede ne değişti de bu vakalarda artış gözleniyor?
Bu ülkede, ambulansta ölüye tecavüz eden kişilere rastladık! Böyle vahim bir durumdayız. Ama şunun altını çizelim: Bu sadece bizim ülkemizde olmuyor. Ancak “Başka ülkelerde de var!” diye rahat olmamamız lazım. Biz cinsellikten korkuyoruz. Konuşamıyoruz. Cinsel eğitim konusunu okullarımızda ders olarak veremiyoruz. Erken yaş evliliğine kızlarımızı kurban ediyoruz ama konuşmak ayıp. Çocuklarımızı yetiştirirken de bu yansıma oluyor. Düşünsenize, bir öğretim dönemi boyunca çocuklar tacize uğrayacak ama bunun taciz olduğunun farkında olmayacak... Neden? Öğretememişiz çünkü! Aile öğretemeyebilir ama eğitim veren okullar bu konuda ne yapıyor?
Peki sizce çözüm ne?
En önemlisi, siyasi iradenin konuya duyarlı olduğunu dile getirmesi. Kreşlerden itibaren, “özel bölge eğitimleri” ve bu tür konularda yaşanabilecek olaylar, çocukların anlayacağı şekliyle bakanlık tarafından müfredata sokulmalı. Eğitimcilere toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimleri verilmeli. Eğitimci yetiştiren okullar revize edilmeli. Önlemeye yoğunlaşmalıyız. “İdam edelim, hadım edelim!”, “Asmayalım da besleyelim mi?” sözleri yerine, bu tür olayların meydana gelmesini önleyici tedbirleri almalı ve bu konuda bilinç geliştirmeliyiz...
17 KIZ ÇOCUĞUNA İSTİSMARDA BULUNAN SINIF ÖĞRETMENİ
Yine büyük boyutlu bir çocuk istismarı vakası çalındı kulağımıza...
Evet, ne yazık ki öyle!
Siz takip ediyorsunuzdur, nedir bu “17 çocuğa istismarda bulunan sınıf öğretmeni davası”?
Bir ilkokulda, 4. sınıf kız çocuklarına öğretmenleri tarafından sınıfta yapıldığı iddia edilen cinsel istismar. 2018 yılının felaketi açıkçası! Başka kelime bulamıyorum tarif etmeye...
Çok çok üzücü...
Evet. Biz Kadın Dernekleri Federasyonu olarak çok uzun zamandır biliyorsunuz istismar konusunda çalışıyoruz. Pek çok vaka dinledik, ama böylesini ne gördük ne işittik. Arkadaşlarımla buluşup bu istismarın ayrıntılarını öğrenmeye başladığımızda şahsen ben kanımın beynime doğru çekildiğini, başımın alev aldığını hissettim. Sonlara doğru anlatan arkadaşımın ağladığını fark ettim. “Dur” dedim, çünkü derin bir nefes almam gerekiyordu, insana tansiyon ilacı aldıracak kadar vahim bir olay iddiasıyla karşı karşıyayız.
ÇOCUKLARIN AİLELERİ ŞİKÂYETÇİ OLDU
DOĞALGAZ KUTUSUNU ZEBRAYA DÖNÜŞTÜRDÜK.
YAĞMUR BORUSUNU UZAY ROKETİ YAPTIK.
TUĞLA BİNAYA GORİL YERLEŞTİRDİK.
- Siz kimsiniz?
Biz “Onaranlar Kulübü”yüz!
Çünkü o Ertuğrul Özkök!
Sinir uçları hep açık ve hayatı, bütün radarlarıyla takip ediyor. Seveni var, sevmeyeni var ama hakkını da teslim etmek gerekiyor.
Ben Özkök’ü ne zaman görsem, hep yeni bir şeyler anlatıyor. Yeni bir kitap, New York Times’da okuduğu ilginç bir makale, keşfettiği yeni bir şarkı, Netflix’te yeni bir dizi, dünyada yeni bir moda ya da felsefe akımı, sanatta bir yenilik… O kadar geniş bir ilgi alanı ve bitmez tükenmez merakı var ki, insan şaşkına dönüyor.
O, bundan 9 yıl önce yayın yönetmenliğinden ayrıldı ve o günden bu yana ülkenin en çalışkan muhabirlerinden biri. Sizi bilmem ama ben onun iktidarının oturduğu koltukta değil, kişiliğinde gizli olduğunu şu geçen son 9 yılda çok daha iyi anladım. Özkök her yerde, her zaman var olur, sonsuza kadar çalışır, üretir ve fark yaratır. Yaşsızlığın, tutkunun ve deli merakın kanıtı gibidir.
O, sorulmayan soruları soran (Kimin aklına “Tanrı kaç yaşındadır?” diye bir soru gelir, onun geliyor), gidilmeyecek yerlere giden, sürekli kendini geliştirmenin yollarını arayan ve hayatın hakkını vererek yaşayan adam…
Evet anladınız, bu söyleşinin konusu Ertuğrul Özkök’ün yeni kitabı ‘Tanrıyı Gören Son İnsan’. 2017’de ayağını kırdığında yazmaya başladığı son kitabı... 2000’li yılların ortasında başlayan bir yolculuğun tamamlanması… Mutlaka okuyun. İnsana en çok şu duygu geçiyor: “Tanrıyı sevmek için inançlı olmak gerekmiyor. Tanrı kavramı, şu dünyada insanın yarattığı en güzel şey!”
Bence Özkök’ün iç yolculuğu hiç bitmeyecek. Bitmesin de zaten. Kimsenin bitmesin. Biz de hayatı onun gibi, dibine kadar yaşayalım. Ve bize sunduğu güzellikler için Tanrı’ya hep şükredelim…