Tek bir kişinin, pijamayla evinden paylaştığı bir videoyu hemencecik izliyoruz. Her ölümden, her hastalıktan, her kazadan haberdarız. Dolayısıyla da sürekli endişeleniyoruz!
Bence bu hastalığın adı: Global olmak.
Küresel bir hastalık. Bütün dünyayı sarmış durumda. Sakın yanlış anlaşılma olmasın; Suriye’deki, Irak’taki insanlık dramlarından, Avrupa’daki Türkiye düşmanlığından, Amerika’daki başkanlık seçimlerinden haberdar olmasak ne güzel olurdu demiyorum. Sadece her şeyi bilmek ve bunlara hayıflanmaktan yorulduk, stres topuna döndük. Bu tespiti yapıyorum.
Mesela ‘Türkiye nereye?’ dedin miydi, bu memleket ile ilgili tüm meselelere ışık tutacak bir yazı kimliğini alır. Senin de bu meseleye hakim bir yazı yazdığın ifadesi taşır. Ama benim başlık sadece ‘Nereye?’ diye soruyor. Yani bir şey bildiğimden değil, harbiden nereye gittiğini soruyorum. ‘Hayırdır, nereye?’ gibilerinden...
Bir döviz kurunu takip etmek için illa bankada o paradan bir milyon üstü paraya sahip olmak lazım değil tabi. Ama biraz da cepte olacak, kurun aşağı yukarı fıkırdaşmasından nasipleneceksin, yukarıdan satıp, aşağıdan tekrar alacaksın ki parana para katasın. Odandaki çekmecende biriktirdiğin dört yüz doların varsa, doların yükselmesine sevinmeyeceksin. Aradaki farkla iki çubuk kraker daha alırsın ancak.
Dolar memlekette yükseldi mi; hammadde fiyatları, ithal ürünlerin fiyatları, dış borçlanmanın maliyeti, vs. yükseliyor anladık. Daha bir dünya da etki yaratıyor. Peki bize, yani vatandaşa etkisi ne zaman hissediliyor? Ben işte bunu diyorum. Hemen cebimizdeki para azalıveriyor mu? Benim gibi hiç bir birikiminiz yoksa mevzuyu tabi hemen algılayamıyorsunuz. Ama misal ihtiyaçtan evini satacaksın. Bu bile bir mesele zaten. Dolar sıçrayınca, ekonomide sıkıntı oluşuyor, işler duruyor. Sıkışmış vatandaş, satacak bir şey varsa, eldekini satmaya çalışıyor.
Ama, nereye gideceksin ki zaten?
Memleketin içinde debeleneceksen, git. Şehirden sıkıldıysan, trafikteki kornalar ruhunda çalıyorsa, asansördeki selamsız adam yüzüne bön bön bakıyorsa, damızlık bir tip omuz atıp geçiyorsa sokakta, masandaki dosyalar çalıştığın plazanın maketi gibi yükseliyorsa önünde, yürüyen bantta gibi hissediyorsan hayatta kendini; git.
Küçük bir kasabaya git, yerleş. Küçül, kalabalıktan uzaklaş, ruhunu temizle. Ama sıkılırsan, gel.
*
Çok daha yavaştık.
Eskiden annelerimiz bize tekdüze, oldukça yavaş işler verirdi. Misal çamaşır günü çarşafları katlama. Önce iki ucu karşılıklı tutarsın. Bir harmoniyle ikiye katlar, sonra kırışıklıkları açmak için karşılıklı köşelerden çekiştirirsin. Sonra bir daha ikiye katlarsın, ‘karşılama’ oynuyormuş gibi ilerlersin. İki ucu verir, sen alttakini tutarsın. Aman! Yazarken bile içim sıkıştı. Sessizce katlardık işte yavaş yavaş.
Ya da kaset dinlerdik. Lap! diye dördüncü parçaya atlamadan, sanatçı kaseti nasıl düzenlediyse o şekilde, sırayla dinlerdik.
*
Eğer kendi halinizde bir 'beyaz Türk'seniz zaten "ben Türk korku filmi izlemem aga" diyenlerdensiniz tabi. Siz değerlendirme dışısınız. Bunu sadece ben söylemiyorum. 2015’te yapılan küçük bir araştırma, Türk korku filmlerini en çok muhafazakar olduğunu söyleyen seyircilerin izlediğini ortaya koymuş.
*
- Bu işi kıvıramıyorlar abi,
- Sen hiç Hollywood izlemedin galiba hacı,
- Baba Paranormal Aktivite’yi seyrettin mi hiç? Bırak bu işleri, gibilerinden beyaz yaka söylevlere alışkınım yani.
Parasının satın alabileceği en iyi yemeği önüne koymuş bir tiplemenin, yemeği keyifle ağzına tıkıştıracağına; önce sağdan, sonra soldan, özellikle üst açıdan fotoğrafını çekeceğini, kenarlarını kesip, türlü filtreden geçirip, arkadaşı sandıklarıyla paylaşacağını tahmin etmişler miydi?
*
İnsanın beğenilme kaygısının işlerini bugüne kadar görülmemiş bir boyuta sürükleyeceğini, insanların reel hayatlarını ikinci plana atıp, sadece sosyal medyada belli bir noktaya gelmek için özel çaba sarf edeceğini öngörmüşler miydi?
*
Normal bir ülkede olsak, küçük bir restoran özelinde; kül tablalarını değiştiren gencin garson olmaya, garsonun şef olmaya çabalaması gerekir. Şefin müdür olma, müdürün kendine bir yer açma hayali olabilir elbet. Hayal etmekte bir problem yok, ama herkesin restoranın patronu olmayı düşlediği bir restoran düşünün. İşte orası bizim memleketimizdir. Restorana gelen müşteri dahil masa başı adam sayıp, kafa başı 50-100TL ile çarpıyorsa nazarın en babası restorancıya değmez mi?
*
Çocuğun hasosunu yetiştirmeye uğraşan Finlandiya’da ilk okul seviyesindeki çocukların haftalık eğitimi 20 saati geçmiyor. Ayrıca ev ödevi de vermiyorlar çocuklara. Oyun oynasın istiyorlar, sosyalleşsinler, çocukluklarını yaşasınlar, ağaçlara tırmansınlar, bahçelerde debelensinler. Çocuğun kişiliğinin oluştuğu bu ilk yıllarda, çocukları yoğun teorik derslerle, ev ödevleriyle boğmak istemiyorlar. Öğretmenler ve yöneticiler çocukların kim olduğunu, yeteneklerini ve gelecekte ne olmak istediğini gözlemliyorlar, ailelerle paylaşıyorlar. Bu eğitim sisteminin sonuçları da, Finlandiya’nın refahı düşünüldüğünde, ortada.
*
Sonra büyüyorsun. Zaman geçtikçe, top kafa, sevimli erkek çocuğundan tembel hayvan gibi bir şeye dönüşüyorsun. Oranı buranı kıl bürüyor, mesela dudağının üstünde pis bir tüylenme oluşuyor, sesin çatallaşıyor. Hiç bir şey yapmak istemeyen, durağan, sevimsiz bir ergen oluyorsun. Oysa kendinden bile soğuman mümkünken, seni “yakışıklım” diye seven bir kadın var evde. Nette görmüşsünüzdür; Brad Pitt, Hugh Jackman, Richard Gere gibi karizmanın sözlükteki tanımı gibi tipler bile buluğ çağında tavuk bicisine benziyor!
*
Hormonların kontrolünde içine kaçık bir hayat anlayışı, gereksiz bir özgüven, “Ne var ya!” tadında atarlı bir psikoloji... Ama sen tüm nemrutluğunla ortalıkta dolanırken bile, seni seven, her çirkef halini beğenen bir kadın var hayatında yahu!
İşte o zaman beyninin derinliklerine bir fikir yerleşiyor kimsenin suçu olmadan. Bu fikir sen ölene kadar, zaten her daim çocuk olan basit erkek beyninde iyice bir yer ediyor: “Ben ne yaparsam yapayım, hayatımdaki kadınlar beni olduğum gibi kabul eder!”