16 Ağustos 2004
<B>MEDYA</B> Takip Merkezi (MTM) Haziran ayını kapsayan bir tarama sonucu göndermiş. Bu taramaya göre Haziran ayında yazılı basında 4214 sağlık haberi yayınlamış. Bu haberlerin 395’i ilaç haberi. Televizyonlarda ise 404.748 saniye sağlık haberi yayınlanmış. Bu haberlerin de 19.987 saniyesi ilacla ilgili. Söz konusu ilaç haberlerinin tamamının masum haberler olmadığını, arkalarında halka ilişkiler ittirmesi olduğunu biliyoruz! Yani? Yanisi şu: Türkiye’de ilacın (ticari) haberi serbest, ticari reklamı yasak! Neden? Çünkü Türkiye’de medyanın nasıl çalıştığından, iletişim etkilerinden ve hatta liberal politikalardan haberdar, kafası ‘zehir’ gibi çalışan bürokratlar yok! Olması mümkün mü? Örneğin, İki treni kafa kafaya çarpıştırmadan yan yana geçiremeyen AKP bürokratlarının ‘ilaç haberi ile ilaç reklamı arasındaki’ bağlantıyı kurabilmeleri mümkün mü? Zor. Peki bundan sonraki hükümetlerin kuracağı kadrolar bu bağı kurabilirler mi? Bu yüzyıl içinde belki. O halde? O halde ilaç ihaleleriyle kazıklanmaya devam.
Tayyip’in kredisi bitiyor gibi
TNS Piar’ın ‘Liderlerin Form Grafiği’ araştırmasının Temmuz ayağı sonuçlandı. Sonuçlar gösteriyor ki Tayyip Erdoğan ilk kez arka arkaya üç ay formu kaybetmiş. Bu şu demek : Darbeyi bizzat Tayyip Bey’in kendisi yapıyor! Neden de ortada. AKP kötü kadrolaşıyor. İşe göre adam değil adama göre iş politikası uyguluyor. İş bilmeyenleri,ikinci hatta üçüncü sınıf yöneticileri (bazılarına yönetici demek yöneticiliğe hakaret olur) sadece eşleri türbanlı , cumaya gidiyor ya da ‘bizden’ diye kilit görevlere getiriyor, çözüm yerine sorun üretiyor. Sonuç ortada: 34 ölü 100 yaralı! İşin ilginci form kaybının nedeni belliyken Tayip Bey, kalıpların dışına çıkamıyor, kendine form kaybettirenlere bile hala sahip çıkıyor. Sanırım Alternatifsizliğine güveniyor. Tayyip Bey’in alternatifi olsa kesinlikle risk alacağını düşünüyorum. Ama yok! Baykal’ın CHP’deki iç çatışma içinde yeniden ‘umut’ olarak algılanması zor, Ağar’ın ‘derin devlet öyküsü’ yumuşak karnı, sütten ağzı yananların Bahçeli’yi üfleyerek yemeleri bile mümkün değil. Geriye ne kaldı? Erbakan? Nas? Cem? Uzan? Sezer? Birleşip gelseler ne yazar? Türkiye’ye acilen alternatif lazım..Yoksa Tayyip Bey sivil darbe yapacak haberiniz olsun..
Fatih Altaylı haklı
FATİH Altaylı ‘İki tren kazası oldu diye Ulaştırma Bakanı ya da TCDD Genel Müdürü niye istifa etsin. Her hafta karayollarında trafik kazalarında yüzlerce insan ölüyor. Niçin Karayolları Genel Müdürü’nün istifasını istemiyoruz?’ diye soruyor. Altaylı’nın mantığı doğru bir mantık. Bu konuyu gündeme taşıması da beni sevindirdi.
Her yıl binlerce kişinin trafik kazalarında öldüğü Türkiye’de her Ulaştırma Bakanı’nın harakiri yapması, her Karayolları Genel Müdürü’nün de kendini Boğaziçi Köprüsü’nden atması gerekirdi. Tabii eğer ‘kaza raporları’ doğru tutuluyor olsaydı ve ‘yol kusurları ve işaretleme kusurları’ trafik kaza raporlarına doğru geçebilseydi.
Ne yazık ki Türkiye’deki ‘kaza raporlama sisteminde’ kusur yolda olsa bile kusuru ‘sürücüde’ aramak çok yaygı ve kolaycılığa kaçan bir trafik polisi davranışı. Bu nedenle de trafik kaza istatiklerinde ‘yol kusuru bağlı’ kaza sayısı çok düşük. Elde veri olmayınca da kimse kamu yöneticilerini trafik kazalarından sorumlu tutmuyor, istifalarını istemiyor.
Bir de kuramsal olarak uluslararası genel kabul görmüş bir davranış kalıbı var. O da şu: her sürücü aracını yol şartlarına göre sürmek zorunda! Beklenti bu olunca da haliyle kimse kamu yöneticisine ‘Trafiği iyi yönetsen bu kadar kan dökülmez’ demiyor.
Üçüncü neden ‘kanıksama’. Karayollarında toplu can kayıpları o kadar sıradan bir hale geldi ki medya bu konuda duyarlılığını kaybetti. Toplum ‘böyle gelmiş böyle gider ruh halinde’ nedenleri sorgulayamıyor. Şunun surasında üç tren kazası aynı sonuca ulaşmadık mı? İkinci kaza ile üstünkörü ilgilendik. Üçüncüyle ilgilenen bile yok.
Sonuç: Karayolarındaki Trafik Kazaları hala Türkiye’nin en önemli sorunu. Toplum trafik kazalarını kanıksamış olsa bile medya kanıksamamalı, mutlaka sorgulamalı, sorumluları gün ışığına çıkarmalı. Her fırsatta medyayı yerden yere vuranlara da mesajım var: Medya bunu yapmazsa yapacak kurum yok!
Çekirgelik
Hedef insanların değişimi desteklemesi değildir. Başarmak için insanlara değişimi gerçekleştirmeleri için sorumluluk yüklemeli ve kaderlerini kontrol edebilme yeteneği kazandırmalısınız.
(Gary Hamel)
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2004
<B>ANIMSARSANIZ</B> iki hafta önce <B>Tansaş</B>’ın <B>‘akılalmaz haklarını’</B> masaya yatırmış ve kampanyanın sonuçları ile ilgili <B>Tansaş</B>’tan bilgi istemiştik. İstediğim bilgi Genel Müdür Servet Topaloğlu kanalıyla hemen bana ulaştı ama yer yokluğundan geçen hafta sizlere aktaramadım. İzninizle Tansaş’ın yanıtına bu hafta yer vereyim. Mektup oldukça uzun. Tüm mektuba yer verirsem bizim gazete bu pazar Tansaş gazetesi olarak çıkar, bu nedenle kısaca özetliyorum:
Satışlar ikiye katlandı: ‘Akılalmaz Tüketici Hakları’ uygulaması başlayalı beri, 2002’nin Haziran ayından, 2004’ün Haziran sonuna kadar, Tansaş’ın müşteri sayısı yüzde 21 artış göstermiş, alışveriş sepet ortalaması ise yüzde 68 büyümüştür. (Üstelik aynı satış metrekaresi üzerinden...)
‘30 Haziran 2002 Gıda Güvencesi’ uygulamamız için 2004’ün ilk 6 ayını bir önceki senenin ilk 6 ayına göre mukayese ettiğimizde, Tansaş müşteri sayısında yüzde 17 artış, ortalama alışveriş sepet tutarında ise yüzde 20 artış sözkonusudur.
İşte net mağaza satış bilgilerimiz:
2002 yılı sonunda Uluslararası Finansal Raporlama Sistemine göre, 370 milyon USD olan satışlarımız 2004 sonunda 720 milyon USD’a çıkacak. Üstelik aynı satış alanında! Amortisman ve Faiz Öncesi Kárlılık (EBITDA) ise 8 milyon USD’dan 26 milyon USD’a yükselmiş olacak.
İmajda fark attık: Tüketici haklarını öne çıkaran kampanyamızdan sonra Tansaş, imaj açısından aşağıdaki kriterlere göre diğer marketlerden daha iyi performans göstermektedir:
Gıda güvencesi ve üretim izninin olması (Tansaş yüzde 62, diğer marketler ortalaması yüzde 27),
Market içinin temizliği (Tansaş yüzde 47, diğer marketlerin ortalaması yüzde 28),
Tüketici haklarının korunması (Tansaş %46, diğer marketlerin ortalaması %22).
Bizce müşterilerimiz kendilerine sunulan katma değerin farkında olup, bu değeri onlara taahhüt şeklinde, cesurca sunan Tansaş’ı takdir ettiklerini alışveriş tercihlerini, gerekirse değiştirerek (eski mağazalarına gitmeyerek) gösterdiler.
Ayrıca son iki yılda müşteri portföyümüze önemli miktarda yeni A, B ve C1 müşteri katıldı. Bunu son 2 yılda yüzde 35’ten yüzde 60’a çıkan satışlardaki kredi kartı oranından ölçebiliyoruz’.
Servet Topaloğlu açıklamasında böyle diyor.
Yer vermesi bizden, sonuçları değerlendirmesi sizden. Sadece şunu söyleyebilirim, ‘reklamın, halkla ilişkilerin gücünü’ küçümseyenler son dönemde Tansaş’ı daha bir yakından inceleseler iyi olur.
Ayşe Elmacı’nın son kullanma tarihi
LAYS reklamlarının ‘doğal’lık etkisi yapan ünlüsü Ayşe Elmacı’nın son kullanım tarihi doldu mu acaba? Nereden mi çıkardım? Son reklama baksanıza... Kekikli ve zeytinli ürünlerin lansmanının yapıldığı reklama... Aslında baksanız da bir şey göremezsiniz. Çünkü reklamda görülecek bir şey yok.
Ayna reklamı gibi... Ayşe Elmacı doğallık dekoru içinde camda konuşuyor. Kekikli ve zeytinli ürünlerin ‘huzurumuzda’ olduğunu söylüyor. Sonra da ‘huzurun’ çift anlamlı olduğunu açıklıyor. İkinci anlamı yeni ürünlerin verdiği huzurmuş! Hohhoyt! Güleyim de boşuna gitmesin! Öğrendik mi yani şimdi Lays’in yeni ürünlerini, almaya güdülendik mi? Geçiniz... Ayşe Elmacı’nın son kullanım tarihinin geçtiği falan yok! Lays küçük bütçelerle lansman kurtarmaya çalışıyor o kadar.
Ancak reklam denilen şey, böyle bir şey değil. Ucuz reklamın yahnisi de yavan oluyor. Ayşe Elmacı’nın bu tür kullanımı kesinlikle çok etkisiz. Ayşe Elmacı’nın doğru senaryolarla hálá satışa katkısının çok fazla olacağını düşünüyorum.
Fedakárlık şart!
TÜRKAN Saylan ve ekibi Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nde çağdaş eğitim adına çok yararlı işler yapıyorlar.
Şimdi de 283 okulda 140 çocuğun okuduğu ‘parasız yatılı okullara’ (Yatılı İlköğretim Bölge Okulları-YİBO) el atmışlar. İşe de Hakkari’den başlayacaklar. Buradaki 10 okulun şartları çok kötü. Tesisat yok, çatı yok, yatakhane yok, ders aracı yok. Okul başı 300 milyara gereksinimleri var. Ve sağduyulu insanlara. Eğer çorbada tuzum olsun istiyorsanız 3293’e YİBO yazıp gönderin, ek masraf ödemeden projeye 10 milyon TL bağış yapın! Hadi ne duruyorsunuz? ‘Eğitim şart!’ diye papağan gibi sayıklamakla eğitim düzelmiyor. Bir şeyler yapmak şart! Maddi, manevi fedakarlık şart.
Tariş: Doping biteli 4 yıl oldu!
BU pazar söz biraz firmaların olacak ama kusura bakmayın. ‘Cevap hakkı’ kutsal, eleştiri okları yöneltilen firmaların görüşlerine yer vermezsek haksızlık etmiş oluruz.
Anımsarsanız Tariş bazı rakipleri tarafından haksız rekabet yapmakla suçlanmıştı. Yanıt, Tariş Genel Müdürü Fatih Cenikli’den geldi. Yine özet veriyorum.
Çünkü Cenikli de sağolsun küçük bir Tariş romanı döşenmiş biz onu öykü haline getirelim:
‘İzmir’in marka güneşi: Tariş’ yazınızda, yorumladığınız ‘TNS Piar’ın verileri, bizim son 4 yıldır yaptığımız, pazarlama iletişimi çalışmalarının başarısını göstermektedir.
16 Haziran 2000 tarihinde, Dünya Bankası’nın Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri özerkleşmesi yasası yayınlandı. Bu yasa yürürlüğe girince, birlikler tümüyle kendi ayakları üzerinde durmak zorunda kalacaklardı. Durumun önemini kavrayan, Tariş Zeytin ve Zeytinyağı Birliği, yeni bir satış ve pazarlama modeli oluşturmak amacıyla, 21 Şubat 2001 tarihinde, Tariş Zeytin A.Ş.’yi kurdu ve 4 yıldır da ‘tüketici odaklı modeli’ başarıyla oluşturdu. Yani, yeni Tariş, devlet desteklerinin ve velayetinin sona erdiği tarihten itibaren ortaya çıktı.
DEVLET TRİLYONLAR BAĞIŞLAMIYOR!
Devletin bize bağışladığı trilyonlar yok! Öyle olsaydı bugün Türkiye’de, Tariş’ten başka bir zeytinyağı markası olmazdı.
Üzüntümüz, bu gerçeklerin biliniyor olmasına rağmen, yanıltıcı bilgilere sığınılmasıdır. Gelelim düşük fiyat eleştirisine. Doğrudur. 4 sene öncesi için, en düşük fiyatlı zeytinyağı Tariş’tir. Buna rağmen en düşük pazar payına sahiptir ve meslek komitelerinde, ucuz fiyatı nedeni ile eleştirilmiştir. Bugün iddia sahipleri Tariş’ten ucuza satmaktadırlar. Market raflarına bakan herkes bu iddiaların asılsızlığını görecektir.
Pahalı zeytinyağı satmak ister gibi algılanmaya da karşıyız. Ancak, yüzde 100 meyve suyu olan ‘Hakiki Zeytinyağı’nın bir değeri vardır. Ve bunun altında satılmasına karşıyız. Kaldı ki ucuz satanlarla, aynı ürününü yüzde 40’a varan indirimlere sokan üreticilere karşı mesafeli durulması gerektiği düşüncesindeyiz. Zeytinyağı pahalı değil, zaten ayda kaç litre sıvıyağı tüketiyoruz, bütçemizdeki farkı ne kadar olacaktır. Günlük hayattaki gereksiz harcamalarımızı incelersek ve bunlardan kaçınırsak, sağlığımız ve ağız tadı için zeytinyağı tüketmenin herkes için mümkün olduğu görülecektir.
HAKSIZ REKABET YAPIYORUZ
Evet, haksız rekabet yapıyoruz; niş pazarlar oluşturup, pazarda liderliği hedefleyerek, yurtdışında Türk zeytinyağı markası yapılandırmaya çalışarak, tüketiciye yeni ürünler sunarak, üreticinin ürününü koruyarak, ülkemizin gelirinin arttırılmasına çalışarak haksız rekabet yapıyoruz. Yapmaya da devam edeceğiz.
Sayın Bir, hálá dopingli olduğumuza inanıyor musunuz? Doping, aslında var olmayan bir gücü kullanma eylemidir ve geçicidir. Tariş 1913’ten bugüne çok ciddi mücadelelerle markasını taşıyan bir kurum olarak gücünü hep göstermiş, bundan sonra da gösterecektir. Evet, biz güçlüyüz, evet, biz büyüğüz. Gücümüzün ve büyüklüğümüzün kaynağı ise dışarıdan sağlanan katkılar değil, 28 bin üretici ortağımızdır.’
Sonuç... Tariş’in yaptığı çağdaş pazarlama etkinliklerini takdirle karşılıyorum. Diğer firmalara da laf kalabalığını bırakıp Tariş’i örnek almalarını öneriyorum. Tariş’e de önerim Türk zeytinyağını mutlaka dünya markası yapması... Yakışır.
Çekirgelik
Birçok yönetici son zamanlarda şunu söylüyor: ‘Sadakat isteyen, köpek alsın!’
(Peter Cappelli)
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2004
Sinema sezonumu Stepford Kadınları ile açmış bulunuyorum. Vatana millete hayırlı olsun. Dişimde hafif bir ağrı ile gittim Stepford Kadınları’na, inanın filmin ikinci yarısında diş ağrım bile filmin verdiği karın ağrısının yanında hafif kaldı. Tam bir hayal kırıklığı. Konu ve hatta bazı espriler çok iyi ama dramatik örgü çok kötü, hatta örgüde zaman zaman insan zekasıyla dalga geçecek boyutta boşluklar var.
Stepford Kadınları’nın ilk versiyonu 1975’te çekilmiş, başrolde de Katharine Ross oynamış. İzlemedim, bu nedenle iki filmi karşılaştırmam mümkün değil. Ama bildiğim, o yıllarda Amerika’da kadın hareketinin tavan yapmış olduğu, ‘köle kadın kara mizahının’ da o yıllara çok uygun bir mizah olduğu. Türkiye açısından mı? Durun bu yorumu filmi biraz daha anlattıktan sonra yapayım.
Filmde Kidman bir ‘reality TV’de, üst düzey yönetici olarak çalışıyor. Gözünü ratingler bürüdüğü için program geliştirmede sınır tanımıyor. En son geliştirdiği ‘Daha İyisini Yapabilirim!’ isimli programın konsepti şöyle: Evli bir çift ele alınıyor, adam bir hafta birbirinden güzel fahişelerle vakit geçiriyor, kadın da güçlü kuvvetli erkeklerle. Bir hafta sonunda her iki tarafa da ‘Eşini mi yoksa yeni hayatı mı tercih edersin!’ diye soruluyor. İlk programda erkek eşini, kadın ise ‘skoru’ tercih edince olanlar oluyor, erkeğimiz karısını mutlu eden erkeklerin bir kısmını öldürüyor, Kidman’a da silahla saldırıyor. Gördüğünüz gibi film iyi, hatta komik başladı.
ROBOTİK KADINLAR
Kidman haliyle işten atılınca bunalıma giriyor. Eşi Mathew Broderick ve çocuklarıyla birlikte daha sakin bir hayat yaşamak üzere Stepford’a taşınıyor. Bir süre sonra Kidman’a Stepford’daki kadınlar bir garip gelmeye başlıyor. Hatta kadınların bazıları robotik hareketlere başlayınca Kidman’ın şüphesi artıyor ve konuyu internette araştırmaya başlıyor. Stepford’daki kadınların tamamının daha önce çok başarılı kadınlar olduğunu öğrenince de çok şaşırıyor. Ama film hiç de komik gitmiyor. Korkmuyorsunuz da. Sıkıntı kaplıyor her yanınızı.
Yönetmen Frank Oz’un sorunu filmin çözülme noktalarına üvey evlat muamelesi yapmasında.Yarattığı robotik dünyayı vitrine çıkarırken de 30 yıl önceki Uzay Yolu dizisi yapaylığından kurtulamamasında. Oz’un ‘kurmaca kadınlar dünyası Stepford’u’ yaratmaktaki becerisini küçümsemiyorum. Komik sahneler var ama bu sahneler filmin tamamını kurtarmaya yetmiyor. Stepford dünyasının Glenn Close ve Cristopher Walken tarafından yaratılan bir dünya olduğunu öğrendiğimiz sahneler çok didaktik. Broderick’in niye diğer erkekler gibi davranıp başarılı karısını kendine köle yapmak istemediğini anlamak güç. Bir de çocuk konusu var. Filmin ortasında olaya dahil olan Kidman-Broderick çiftinin çocukları daha sonra sırra kadem basıyorlar. Neden acaba?
Başta da dediğim gibi konu ilginç. Ancak Stepford’daki kadınları gören, kendini ailesine, erkeğine börek tarifleriyle adamış Türk kadınının durumu garipseyeceğini hiç sanmıyorum. Türk kadınları ‘kölelik’ konusunda Stepford kadınlarına on basarlar ve kimsenin onları robotlaştırmasına gereksinimleri yok! Kölelik Türk kadının genlerinde var.
Tercihim Phos
Atina Olimpiyatları nedeniyle resmi olarak üç adet albüm yayınlandı. Üçünü de aldım. Biri Harmony. Klasik parçalardan oluşuyor. Sarah Brightman’ın Time To Say Goodbye’ından, Vangelis’in Chariots of Fire’ına kadar 17 klasik parça bir araya getirilip belirli uyum sağlanmaya çalışılmış. Dinlerken keyif aldım ama olmasa da olur.
İkinci albüm Unity. Bu albümde popçulardan bir birliktelik yaratılmış. Avril Lavigne’nin On Heaven’s Door’undan, Moby’nin Public Enemy’sine 16 parça. Sevmedim. Bu parçaların çoğunu sağda solda dinliyorum zaten.
Üçüncü albüm Phos. Mikis Theodorakis’in 18 parçasından oluşuyor. Haris Alexiou’dan Maria Farandouri’ye herkes var. Nefis bir albüm olmuş. Mutlaka alınmalı ve dinlenmeli. Kaçırılmamalı. Hálá dinliyorum, gözlerim kapalı.
Go home 34 plakalılar kampanya sloganı oldu
Üç hafta önce bu köşede atalarından 300 yıllık İzmirli, Prof. Ahmet Bülent Göksel Hoca’nın ‘Go home 34 plakalılar’ sözüne yer verdim. Daha sonra bu yazı üzerine bana ulaşan e-postaları yayınladım. Önce Çeşme, sonra İzmir karıştı! Yazım, pahalılıktan, gürültüden, görüntü ve çevre kirliğinden rahatsız Çeşme fanatiklerini ateşledi ve İstanbullulara karşı bir kampanya başlattılar. Birçok yere de ‘Go home 34 plakalılar’ diye afişler astılar.
İzmir’de, Çeşme’de ‘Go home İstanbullular’ tartışmasını konuşmayan kalmadı. Hatta Çeşme Kaymakamı ve Belediye Başkanı bile ‘İstanbulluların Çeşme’ye bir zararları yok!’ diye açıklama yaptı. Tartışmaların Çeşme esnafına zarar vereceğini düşünen Esnaf ve Sanatkarlar Odası Başkanı da bir basın toplantısı düzenleyerek; ‘İstanbullular gitsin demek abesle iştigaldir. İstanbullular başımızın tacı’ gibisinden bir şeyler söyledi. Olaylar bununla da kalmadı, ‘Go home 34 plakalılar’ kampanyasını Çeşme’nin gölgesinde kalan ve karları azalan Bodrumlu işletmecilerin çıkardığı iddia edildi.
Bakalım önümüzdeki günlerde başka komplo teorileri de üretilecek mi? Bana sorarsanız bu tartışma daha çok komplo teorisi kaldırır da, Çeşme daha ne kadar çok insan kaldırır onu bilemem. Tartışılması gereken asıl konu da bu değil mi? Gerçekten şu andaki alt yapısıyla Çeşme daha fazla ne kadar insan kaldırır? Bilen var mı? Örneğin Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu bilebilir mi?
CUMA TAKINTISI
Geçen hafta Ece Bar’a gittim. Çok mutlu oldum. Ne kadar özlemişim Ece Bar’ı. Ece ilginç bir de dekor denemiş bu yıl. Sanki bir ‘kendin pişir kendin ye’ mekanında oturmuş sağdan soldan sarkan çiçekler arasında lezzetli mi lezzetli mezeleri mideye indiriyorsunuz. Tavandan sarkan renkli ampuller de sözünü ettiğim ‘kendin pişir kendin ye’ atmosferini daha bir sıcak hale getirmiş. Ben ‘kendin pişir kendin ye’ atmosferi dedim ama siz ‘evimin terası’ diyebilirsiniz, bir başkası da ‘kır kahvesi’. Hepsi uyar. Börekler, zeytinyağlılar her zamanki gibi nefis. Canlı kanlı müzik de insana keyifli dakikalar yaratıyor. Bu sıralar Ece nostaljisini yaşamanızı öneririm. Yaşadım, çok eğlendim.
CUMA İTİRAFI
asilinsan; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 28; İl: İstanbul
‘Bir ilköğretim okulunda sınıf öğretmenliği yapıyorum. Çocukları daha iyi tanımak için onlarla ilgili kişisel bilgileri sorgulayan bir kağıt dağıtarak velilerinize doldurtun dedim. Bir tanesini okurken gülme krizine girdim. Soru şu: Çocuğunuza şu ana kadar vurulan aşılar nelerdir? Cevap: Bir kolundan bir g.tünden.’
Yorum: Yurdum insanı dürüst! Ne biliyorsa açık açık söylüyor.
CUMA LAKIRDISI
Aşık olmak ve kaybolmak hiç aşık olmamaktan iyidir. (Tennyson)
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2004
<B>GEÇEN</B> hafta Pazar günü, bana gelen şikayet e-postları artınca, Algida’nın her yerde promosyon uygulamadığını bu nedenle de bağımlı tüketicilerini mağdur ettiğini yazmıştım. Bunun nedeni Algida markasını ‘tüm satıcılarına’ promosyon uygulatacak kadar güçlü bir marka olarak görmemdi.
Algida’nın Genel Müdürü Hazım Ellialtı aradı ve bilgilendirmek istediğini söyledi. Algida Pazarlama Müdürü Deniz Aktürk Erdem’in de bulunduğu bir görüşme yaptık. Haliyle Algida markası ile birlikte ‘sinsi davranma’, ‘tüketici enayi yerine konulduğunu düşünüyor’, ‘keklenmiş tüketici sendromu’ ifadelerine yer vermeme biraz bozulmuşlar. Önce ben onlara bozulmamaları gerektiğini, Algida’nın marka gücü nedeniyle hayal kırıklığına uğrattığı tüketicilerin tepkilerinin de daha güçlü olduğunu, bunu ifade etmek için böyle bir dili seçtiğimi ifade ettim. Onlar da bana halen 90.000 satış noktasında 125.000 soğuk dolapla yaygın bir dağıtıma sahip olduklarını. Son promosyon döneminde bu satış noktalarının % 90’ının promosyona katıldıklarını, her promosyon döneminde katılımı artırmak için çalıştıklarını, Rekabet Kanunu’nun ilgili maddeleri gereği her satış noktasını promosyona katılmaya zorlayamadıklarını söylediler.
Doğrudur, tüm kategorilerdeki markaları aynı sorunlar karşılaşıyor. Ancak daha önce de söylediğim gibi Algida çok iyi yönetilen bir marka ve tüketicilerinin en küçük hayal kırıklığına tahammülleri yok. Algidacılar farklı düşünmüyorlar, en kısa sürede promosyon sorununu çözeceklerine söz verdiler. 2003 yılında ‘Unilever Dünya Marka Yönetim ve Özgün Uygulama Ödülü’nü almışlar. Onları kutladım. Zaten ben de Algida çok iyi yönetilen bir marka bu nedenle çok daha dikkatli olmak zorunda demiyor muydum?
Bu arada Algida’nın Genel Müdürü Hazım Ellialtı ile görüşürken, Ülker’in ‘Golf’ markasıyla pazara girmesiyle birlikte 250 milyon dolarlık dondurma pazarının hoş bir şenlenme içine gireceğini anladım. Algida hazır dondurma pazarını oluşturdu, besledi, 60 milyon dolardan 250 milyon dolara getirdi. Halen 130 milyon dolar satışla pazar lideri. Ve artık yalnız değil. Hem Ülker Golf’ün hem de Panda’nın nefesini ensesinde hissediyor. İki saatlik görüşme sırasındaki izlenimim şu: Algidacılar Ülkerle savaşa gereğinden fazla hazırlar! Coca-Cola’nın Ülker Cola-Turka’ya karşısında oynadığı ‘uslu çocuk’ tavrını oynamamaya kararlılar. Kılıçları çekmişler 90.000 satış noktasını elde tutmak için canla başla mücadele ediyorlar. Bu arada tüketiciyi de unutmuyorlar ama..Kışa dört yeni dondurmayla giriyorlar. Anlaşılan dondurma pazarındaki önemli bir kaldıraç noktası yeni ürün geliştirme..Algida burada da kendini çok güçlü görüyor.
Bakalım Ülker Golf ve Panda Algida’yı tahtından indirebilecekler mi? izleyeceğiz..
‘Ben ileri zekalıyım... Onlar geri’
İSMİNİN açıklanmasını istemeyen bir okuyucum dünkü ‘Sadece Hürriyet yeter!’ yazımla ilgili şu yorumu göndermiş:
"En büyük Hürriyet, şak şak şak!" biçiminde özetlenecek görüş. Gazetenize ve de patronlarınıza methiye bölümüne gelince, kantite - kalite ilişkisi bilinen konu. Öbür yanda da toplumun genel kültür düzeyi ve yapısı, zeká düzeyi ekranlarda filán yeterince belgeleniyor. Bütün bunlar sizin gazetenin o denli çoksatmasının altında yatan nedenleri ortaya koyuyor desem "kıl olanlardansın!" diyeceksiniz ama değilim. Somut gerçekler yalnızca...’
Önce şunu söyleyeyim, ‘Sadece Hürriyet Yeter’ başlıklı yazım cesur bir yazıdır. Herkes yazamaz. Böyle bir yazı yazınca sizi bir takım kalıplara sığdırmaya çalışan insanlardan ‘‘En büyük Hürriyet şak şak şak!’ tepkisi alacağınız gün gibi açıktır. Umursamamalıyım değil mi? Kim ne derse desin düşündüğümü yazmalıyım değil mi? Hatayı ne olursa söylemeli, iyiyi övmeliyim değil mi? Eğer düşündüklerimi yazmam engellenirse de yazmamalıyım değil mi? Bir Hürriyet yazarından bekledikleriniz bunlar değil mi?
Hürriyet yazın ortasında Pazar günü 732 bin, hafta ortalaması da 530 bin satarak bir rekor kırmıştır. Bu gerçektir. Ben uydurmadım. Bu sonucu öğrendiğimde bunun bir marka yönetme başarısı olduğunu düşündüm ve düşüncelerimi cesursa kaleme aldım. Ne yapmamı beklerdiniz? Düşündüklerimi yutmamı mı? Yutmam. Kimse düşündüğümü yazmamı engelleyemez.
Bir de size ‘üçüncü kişi sendromu’ diye bir kuramdan söz edeyim. Ben iyiyim, onlar kötü sendromu yani..Gördüğünüz gibi Hürriyet okuduğu açıkça belli olan okurumun zeka düzeyi iyi, diğer Hürriyet okurlarının zeka düzeyi kötü. Ah şu bol sendromlu enteller! Başka bir şey söylememe gerek var mı?
Çekirgelik
Spor karakter yaratmaz. Onu açığa çıkarır.
(Heywood Hale Braun)
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2004
<B>HÜRRİYET, 'büyük gazete'</B> olduğunu <B>bir kere daha gösterdi</B>.<br><br><B>Hürriyet</B> gazete kategorisindeki '<B>marka'</B> oyununu tam anlamıyla kurallarına göre oynadığını bir kez daha geçen hafta kanıtladı.Hürriyet, gazetem (bazıları nasıl kıl oluyorlardır kimbilir, ama bu gerçek Hürriyet benim gazetem) geçen pazar günü tam 732 bin satış gerçekleştirdi. Geçen haftanın ortalaması ise 530 bin. İnanılmaz bir başarı. Hem de geçen hafta satışını artıran tek gazete. Hem de promosyonsuz. Hem de televizyon reytingleri yerde sürünürken. Son on beş yıldır böyle bir şey ne gördüm ne de duydum...
Hürriyet’in bu başarısına şaşırmamak lazım. ‘Hürriyet yıllardır bir medya markası olarak yapılması gereken her şeyi fazlasıyla yaptı, hálá yapıyor ve karşılığını da alıyor. Hürriyet diğerlerinden farklı ne mi yapıyor?’.
Bu konuda tek bir şey söylemek mümkün değil. Ancak öncelikli olarak Hürriyet’in farklı bir vizyona sahip olduğunu, hiçbir şekilde bu vizyondan da taviz vermediğini söyleyebilirim. Hürriyet dünya gazetesi olmak istiyor. Ana amacı da belli:
Toplumu geliştirmek amacıyla kaliteli haber, bilgi ve eğlence üretmek, toplamak ve dağıtmak.
Hürriyet kime hitap ettiğini de çok iyi belirlemiş durumda. Hürriyet yaşam standardı yüksek, yüzü batıya dönük, Türkiye’yi Türkiye yapan değerlere bağlı, beyni ve gönlü her zaman genç, hoşgörülü insanları hedef alıyor.
Hürriyet kime hitap ettiğini çok iyi belirlediği gibi hitap ettiği kitleye de kendini sahiplendirmiş durumda. Hürriyet okurları kendilerini Hürriyet’in sahibi olarak görüyorlar.
Durun, Hürriyet’in farkları daha bitmedi.
Bir gazete elinizi her attığınızda 'bulunulur' olmazsa ona gazete mi denir!
Hürriyet en dinamik ve en etkili dağıtım politikasına sahip gazete. Bırakın Türkiye’yi, Hürriyet Avrupa’nın belli başlı şehirlerinde müthiş bir dağıtım gücüne sahip. Bu özellik Hürriyet markasını en güçlü kılan özelliklerden biri.
Hürriyet çok esnek ve değişime çok çabuk yanıt veriyor. Örneğin, Hürriyet internet ortamına kendini en iyi şekilde uyarlayan ilk gazete ve hálá da en fazla ziyaret edilen haber sitesine sahip. Yine Hürriyet değişen okur isteklerine paralel olarak markasını genişleten ve değişik ilgi alanlarına ekleriyle yanıt veren ilk gazete. Hem de kaliteden taviz vermeden.
Medyada 'ürün kalitesi' konusu bir markayı marka yapan en önemli pazarlama stratejilerinden biri. Hürriyet’in en iyi pazarlama aracı yaptığı gazete. Hürriyet’in en iyi pazarlama aracı yaptığı gazetenin kaliteli içeriği. Bunu da her alanda kaliteli insan çalıştırmakla yapıyor. Hürriyet çalışanına değer veriyor, çalışanına yatırım yapıyor, içerik kalitesinin çalışan kalitesini arttırmaktan geçtiğini çok iyi biliyor.
Medya markalamasında 'mirasa' sırtını dayamak iyi bir şey. Ancak, 'köklü geçmişi' olmak, medya markasının geleceğini garantilemez. Bir medya markası ne kadar değişirse değişsin özüne sadık kalmak zorunda. Vuslat Doğan Sabancı ve Ertuğrul Özkök’ün kaptanlığındaki Hürriyet ekibinin yaptığı en başarılı işlerden biri bu. Hürriyet hem değişiyor hem de özüne sadık kalmaktan asla taviz vermiyor. İşte bu nedenle de Hürriyet yazın ortasında kırılması güç bir rekora imza atıyor. Bu çok büyük bir onur..
Sahibinden genel yayın yönetmenine, yönetim kurulundan yazı işlerine, muhabirinden editörüne, pazarlama grubundan reklam grubuna, baskı grubundan dağıtım grubuna, köşe yazarından köşe çizerine, ofis boyundan çaycısına, Hürriyet müthiş kaliteli bir aile. Bu aileye bize bu onuru yaşattığı için teşekkürler. Size, Hürriyet ailesinin gerçek reislerine de teşekkürler.
İyi ki Hürriyetimiz var!
TRT’ye dikkat!
TRT’nin yeni haber programlarına dikkat. TRT’nin haber programlarındaki konuklarına dikkat. TRT’nin haber programındaki konukların söylediklerine dikkat. TRT’deki dinci sağ söyleme dikkat! Dinci sağ söylem ciddi bir şekilde TRT’ye hakim oluyor. Dikkat... Dikkat... Elektrik faturalarınıza dikkat. Bu TRT’nin ana finansörü sizsiniz... TRT’nin, 'dinci sağ söylemini' elektrik tüketiminizle desteklediğinizin farkında mısınız?.. Dikkat.. Dikkat.. Bana dinci sağ söylemin egemen olduğu TV kanallarını sayabilir misiniz? Kanal 7, Mesaj TV, STV, TGRT, TRT... Bilmem anlatabiliyor muyum? Dikkaaaat!
Teflon Türkiye
'HIZLI tren kazası' olayında 'Bakanı' ve 'Genel Müdürü' aklayarak, 'Teflon Türkiye’yi' pekiştiren AKP’li milletvekillerini kutlar, hepsinin gözlerinden teker teker öperim. 'Teflon Türkiye de neymiş' diyorsunuz değil mi? Anlatayım.
Bugüne kadar, Türkiye’de yönetim hataları nedeniyle oluşan zararlardan kendini sorumlu tutan bir bakan ya da bir üst düzey kamu yöneticisi gördünüz mü? Siz bugüne kadar bir beceriksizliğin, bir soygunun, bir hortumun birinin üstüne yapıştığını gördünüz mü?
Türkiye’de kimsenin bir şeyi üstüne yapıştırdığı yok. Biri yüzlerce ölüme neden oluyor, üstünden kayıp gidiyor, biri devleti milyonlarca dolar soyuyor üstünden kayıp gidiyor, biri devleti hortumladıkça hortumluyor, üstünden kayıp gidiyor. Tam bir teflon Türkiye durumu söz konusu yani.. Teflon Türkiye... Kimsenin üstüne hiçbir şeyin yapışmadığı Türkiye... Bravo Türkiye!
Özel hastanede ilk üç: Şifa, Başkent ve Hayat
ÖZEL hastane reklamları sınırlı olarak serbest bırakıldı, özel hastane reklamları patladı. Özel hastane marka sıralamasını merak ettik TNS PİAR bizim için 18 yaş üstü, 2024 kişiye, ‘Aklınıza gelen üç özel hastane ismi nedir?’ sorusunu sordu. Tam 1532 kişi en az bir özel hastane ismi anımsadı.
Özel hastane marka sıralamasında ilk üç sıra birbirine çok yakın anımsama oranlarına sahip:
Şifa yüzde 13,6, Başkent yüzde 13,2, Hayat yüzde 13,0.
Daha sonra sırayı Vatan, Konur, Acıbadem, Amerikan alıyorlar. Daha sonra da sırada yine oran olarak birbirine yakın özel hastaneler var:
Sevgi yüzde 4,8, Anadolu yüzde 4,6, Sağlık yüzde 4,4.
Bu oranlar bize hálá özel hastane pazarında pazarlama açısından, 'prematüre' dönemin yaşandığını gösteriyor. Sinyaller iyi ama... Yapılacak çok fazla pazarlama ve iletişim etkinliği var. Alan çok yeni, tüketici her türlü etkinliğe tepki vermeye hazır. Darısı tezgah üstü ilaç pazarının başına.. İlaç zehirmiş! Zehirse niye peynir ekmek gibi reçetesiz antibiyotik satılıyor bu ülkede?
Himiniler ve özel hayat
‘NİYE himinilerinizi artık yazmıyorsunuz?" diyen e-postalar alıyorum. Yazamıyorum, çünkü küçük himini ve büyük himini resmen posta koydular. Özel hayatlarını ulu orta açıklamam hiç de etik değilmiş. Arkadaşları, öğretmenleri onların maceralarını öğrenince istemedikleri konuşmaların ortasında buluyorlarmış kendilerini, bu nedenle de özel hayatlarını açıklamamı istenmiyorlarmış! Düşündüm ve hak verdim. O günden beri de himini yazısı yazmıyorum. İzin verirlerse belki yazarım. Bekleyelim bakalım.
Cola-Turka eski, mutlu günlerini arıyor
GELİN, Cola-Turka eleştirisi yapacağımız bu yazı, sonucu baştan söylediğimiz yazılardan biri olsun. Cola-Turka’nın 'pozitif milliyetçilik' günlerini mumla aradığı, 'Yurtta Sulh Cihanda Sulh' reklamının tekrar izlenme değeri çok düşük, anlama seviyesi sorunlu ve çok da itici.
Cola-Turka’nın lansman kampanyasından sonra yaptığı işlerin ilk etkiyi oluşturmadığı, Cola-Turka’nın elde ettiği pazarı korumakta zorlandığı ortada.
Bu nedenle de can havliyle ilk filminin etkisini yenileyen bir reklam filmi siparişi verildiği çok açık. Son filmde yapılmak istenen Irak Savaşı sırasındaki, 'pozitif milliyetçi' havayı yakalamak..
Ama ilk filmde önce 'hava' vardı, lansman filmi o havayı yakalamıştı. Şimdi savaşın o kadar uzağındayız ki, ekrandaki savaş görüntüleri daha çok insana, 'bilgisayar oyunu oynuyormuşuz' havası veriyor.
Belli ki orası Irak, ABD askerleri Irak içlerine ilerliyor ve Cola-Turka içip barıştan yana tavır alıyorlar. Kusura bakmayın, ama artık bu mesaj kimseyi uyarmaz bir, mesajda da hiçbir mizah öğesi yok, iki.
Ben ne demiştim:
Pozitif milliyetçilik stratejisi çok ucuz ve konjonktürel bir strateji. Uzun dönemde de Cola-Turka’nın elinde patlayacak. İşte patladı! Uzun dönemi bile beklemeden. Cola-Turka’nın sıfır tabanlı iletişimi benimseyip, yeni konumlandırma yapması şart. Göreceksiniz yapacak. (Reklam Ajansı: Alameti Farika Rating: *).
Golf ve emniyet kemeri
ÜLKER’in dondurma karakteri Golf ve şöfor arabaya biniyorlar. Konuşmaya başlıyorlar... Burada tam ikisinin de emniyet kemerlerini takmalarını bekliyorum. Ama takmıyorlar. Reklam orada bitiyor. Bir taksalar yüzbinlerce çocuk emniyet kemeri takmayı öğrenecek. Böyle ayrıntılara dikkat etmek lazım. Elin oğlu ediyor, bu nedenle onlara 'gelişmiş ülke' diyoruz!
Çekirgelik
Hiçbir şey denememiş insanlar için her şey olanaksız görünür.
(Jean-Louis Etienne)
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2004
Geçen hafta yazdığım ‘Çeşme’den GO HOME 34 plakalılar’ başlıklı yazıma İstanbullulardan sitem, İzmirlilerden sevgi dolu e-postalar aldım. Çeşme ve dolayları üzerinden yürütülen İstanbul-İzmir çekişmesi oldukça derinleşmiş de haberimiz yokmuş. Gelin bazı e-postalara göz atalım, birlikte kim haklı kim haksız karar vermeye çalışalım. Gülşah kısa ve öz bir şekilde ‘GO HOME’ olayını desteklemiş:
8‘Sabah sabah duygularıma tercüman olmuşsunuz. Gerçekten GO HOME 34 plakalılar! Son 2 senedir İstanbullular sayesinde Çeşme’den nefret ettim. Fiyatları ve kalabalığı 3’e katladılar. Çeşme’de evi olan bizlere yazık ettiler, bir an önce gitseler de eski sakin ve huzurlu yazlarımıza dönsek. Hepsinden nefret ediyorum :) Kolay gelsin’.
Ferdağ Akpakaydın ise İzmirlilerin İstanbullulara ‘Çeşme’den GO HOME’ mesajı göndermesi karşısında dehşete düşmüş ve bilgisayarına sarılıp kınayan bir mektup döşenmiş, hatta hızını alamamış olayı güzel Türkçemize ve padişahlarımıza getirmiş, biraz daha sıksaymış yüz ünlü Türk büyüğüne kadar da gelecekmiş, ama neyse ki şimdilik İzmirlileri gizliden gizliye Ege’ye dökmekle tehdit edip öfkesini biraz yatıştırmış:
8 ‘30 Temmuz 2004 tarihinde yayımlanan ‘Çeşme’den GO HOME 34 plakalılar’ yazınızı okuduğumda dehşete düştüm desem yeridir. Böylesine okumuş, aydın kişilikteki insanların bu derece basit düşünebileceklerini aklım almadı. Bir İstanbullu olarak kendilerini kınıyorum. Öncelikle belirtmeliyim ki o güzelim mekandan kovdukları insanlar kendi vatandaşları, arkadaşları, hatta aileleri. Gerçek İstanbullu olduklarına inanmadığım belli bir kesim insanların yaptıkları nedeniyle tüm İstanbulluları rencide etmelerinin anlamı var mıdır? Hemem hemen tüm Ege ve Akdeniz bölgelerinde bulunmuş birisi olarak gördüklerimle, şu anda okuduklarım beni hayrete düşürdü. Mekanları tahrip eden asıl kişiler acaba yörelerin kendi halkı mı yoksa İstanbul’daki yoğunluktan ve stresten biraz olsun uzak kalmak isteyen insanlar mı? Tabii ki ne Çeşme’nin tüm halkını, ne de İstanbullu olan tüm halkı arkadaşlarınızın yaptığı gibi aynı kefeye koymuyorum. Birkaç kendine ve çevresine saygısı olmayan insanın bu tahribata neden olduklarını düşünmekteyim. Bunun nedeni ise kendim şahit olduğum olaylardır. Türkiye’nin neresinde olursa olsun kendi yörelerindeki tarihi eserlerin içine barlar, restoranlar, kafeler yapanlar, çöplerini ortalara saçanlar olmuş ve yine bu bencil insanları uyaranlar da kovduğunuz İstanbullular ya da başka illerimizden gelenler olmuştur.
TÜRKÇE’YE SAHİP ÇIKIN
Avrupa dendiğinde akan suları durdurduğunuz pislik abidesi olan bazı ülke vatandaşları, canım güzellikteki Sultanahmet Meydanı’nda zıkkımlandıkları mısır koçanı ve çöplerini meydandaki kocaman ağacın dibine atıp hiçbir şey olmamış gibi oradan kaçarken, yine o mısır koçanını aldırarak sadece 10 metre uzaklığındaki çöp bidonuna attıran ve gereken cevabı veren de kovduğunuz İstanbullulardır.
Bir diğer nokta da; madem ülkenizi, Çeşme’nizi bu kadar çok seviyorsunuz da neden kültürümüze ve Türkçemize de sahip çıkmıyorsunuz? Bir iki yabancı sözcükle daha mı modern görüşlü oluyorsunuz? Ya da Avrupalı mı? Bildiğim kadarıyla ‘GO’ ve ‘HOME’ sözcüklerinin Türkçe karşılığı var. Birilerini ya da bir şeyleri protesto ederken Türkçe çok mu basit kalıyor?... Lütfen Avrupa’nın ilmini, bilimini ve teknolojisini öğrenelim. Gece kulüplerinde köpük partisi rezilliğini değil.
GEZME HAKKIMIZ VAR
Unutmayalım ki Avrupalılara tuvaleti ve temizliği öğreten bizim padişahlarımızdır.
Unutmayalım ki kendi insanınızı beğenmeyerek kovduğunuz yerleri Atatürk ile sırt sırta savaşarak üç kuruşluk insanlara yar etmeyen rahmetli dedem ve tanımadığım bir sürü asil insandır. Bu nedenle Türkiye’nin her karışında ben ve benim gibi tüm TÜRK HALKI’nın gezip dolaşmaya, o güzellikleri görmeye hakkı vardır. Bu ülke sadece zenginliği sayesinde ülkemizin en güzel yerlerine yerleşerek, başkalarının gezip görme hakkını elinden almaya çalışanların değildir.
Sayın Ali Atıf Bey, bu yazıyı özellikle Çeşmeli arkadaşlarınıza hitaben yazdım. Siz Çeşme’nin güzelliklerini anlatırken nasıl aracı oluyorsanız, yazımı arkadaşlarınıza iletirken de aracı olmanızı rica ediyorum. Şunu bilin ki, kesinlikle kimseyi kırmak istemiyorum. Ancak bazı konularda daha duyarlı ve tarafsız davranmalarını dilerim.’
Ebru Remanisimli okurum ise İzmirlilere ‘Daha önceleri neredeydiniz?’ diyen bir e-posta döşenmiş. O da ‘İzmirlilerin İstanbulluları Ege’ye dökmek istediğini’ düşünüyor. Ebru’nun mesajına da yer verelim:
8 ‘Nedir bu İstanbul düşmanlığı anlamıyorum. Hepimiz Türkiye vatandaşı değil miyiz? İzmirliler İstanbul’a gelmiyorlar ve orada yerleşmiyorlar mi? Çeşme’nin İzmirlilere veya burada oturan yerli halka özerk bir bölge olduğunu, burada ev alıp yazları daha uzun kalmaya gelene kadar bilmiyordum. Ben İzmir’de okudum, üstelik Ahmet Bülent Hoca’nın öğrencisi olarak. 15 yıldır Çeşme’ye gelirim. Ankaralıyım ama İstanbul’da oturuyorum. Onlara göre İstanbulluyum. Eşim de 20 yıldır buraya gelir. Buradaki ilk sörf hocalarından biridir ve ne yazık ki o da İstanbulludur. Biz kendimize 5 yıl kadar önce Alaçatı Koyu harabe iken, bütün taş evler yıkık ve neredeyse bedava sayılacak kadar ucuzken bir ev satın aldık. Onu restore ettik. Bizim gibi sörf yapan, Alaçatı’nın dokusuna aşık olan bir grup arkadaşımız da buradan evler aldılar. Şimdi ev fiyatları 10-15 katına çıktı. Bunda sizce bir suçumuz var mı?
SANKİ ZORLA GELDİK
İzmirliler burunlarının dibindeki güzelliği göremedi ve ancak İstanbullular gördü de piyasa hareketlendi diye biz mi suçluyuz? Alaçatı halkı yıllarca tütün ekip sıkıntı içinde yaşamışken, simdi yeni iş imkanlarıyla, değerlenen mülklerinin getirileriyle gayet refah içinde yaşamaktalar. Ve hálá İstanbullulara düşman olarak! Sanki zorla geldik, mallarını zorla ellerinden aldık.
Çeşme’nin sezonu 2 aydır. Çünkü İzmirliler İstanbulluların her gün şehir içinde belki de fazlasıyla yaptığı 70 km uzaklığı çok bulup Çeşme’yi ağustos sonunda terk eder. İstanbullular sayesinde Alaçatı’daki otel ve restoranlar kış aylarında da açılmaya, esnaf yaz kış para kazanmaya başladı. Kimin sayesinde? Ki benim bildiğim Ankaralı, İsviçreli, İngiliz ve hatta İzmirli ev sahipleri var burada. Adları İstanbullu diye genellenen. Sanki Ege Denizi’ne dökülmesi gereken Yunanlılar gibiyiz. Sizin bu haftaki yazıyı yazmanız galiba bardağı taşıran damla oldu. Her gün yaşadığım, kulağıma gelen, gözlerden okuduğum hoşnutsuzluk üzerine, bu hislerin gerçekliği sizin yazınıza da yansıyınca gaza geldim.’
Konu yeterince müzakere edilmiştir ve burada kapatalım. Eğer çok isteyen olursa İstanbul-İzmir olimpiyatları düzenleriz, İstanbullular ve İzmirliler takım halinde yarışırlar ve kazanan Çeşme’yi alır. Fikir nasıl ama?
CUMA İTİRAFI
Ağlayan timsah;
Cinsiyet: Erkek; Yaş: 31; İl: İzmir
‘Eski işyerimin ticari sırlarını yeni işyerimle paylaşıyorum. Burası yükseldikçe orası batıyor. Gram vicdan azabı hissetmiyorum. Tam bir hödük olan eski patronum, neredeyse varlık sebebi olmama rağmen hak ettiklerimi hiçbir zaman bana sağlamadı. Üstüne üstlük, aşikar bir şekilde karıma asılıyordu. Adamdan öyle nefret etmişim ki, hedefim, yanında çalışırken bana sürekli kur yapıp duran kızı. Yanında çalışan insanların eşlerini rahatsız etmenin bedeli neymiş ona öğreteceğim.’
Yorum: Hödük eski patron umarım bu itirafı okuyup kendisine birtakım paylar çıkarmıştır! Belki de bütün hödük patronlar! Unutmayın elemanını mutlu edemeyen dizini döver. Bu olayımızda elemanın da patronun kızını dövmek istediği gün gibi ortada.
CUMA ALINTISI
İşlerin kötü gideceğini söylemeye devam ederseniz kahin olma şansınız yüksektir.
CUMA TAKINTISI
Bu hafta Borsam Lahmacun’a taktım. Kadıköy’de Rıhtım Caddesi’nde. Birkaç yerde daha şubesi varmış ama ben bilmiyorum. Çok lezzetli. Fırından çıkarıp ‘tak’ diye lahmacunu önünüze koyuyorlar. Kesinlikle bu hafta sonu bu lahmacuna takın. Yerken de beni anımsayın. Nasıl anımsayacağınız size kalmış!
İstanbul’un da Göz’ü varmış
‘Londra’nın gözü var İstanbul’unki nerede?‘ demiştim bir yanıt geldi. Paylaşalım:
‘30 Temmuz 2004 tarihli Hürriyet Gazetesi Cuma ekinde çıkan ‘İstanbul’un da bir gözü olsa’ yazınızı büyük bir keyifle okudum. Londralılara ve ziyaretçilere daha önce görmedikleri bir metropolü kuşbakışı izletmek amacıyla kurulan ‘London Eye’ın nasıl bir ilgiyle karşılandığını, bu nedenle de metrelerce kuyruk oluştuğunu yazıyor ve ekliyorsunuz: ‘Dünya cenneti bir şehir var elimizde, kıymetini bilmiyoruz. İstanbul’a bir ‘göz’ tasarlamaktan aciziz. İnsanın böyle gözünün olması için önce beyninin olması gerekiyor değil mi ? Yok mu bizde böyle bir beyin? Yazık ediyoruz İstanbul’a göz göre göre. Yoksa görmeye görmeye mi?’
Aslında İstanbul’da böyle bir ‘Göz’ var. Ve geçtiğimiz yıl ekim ayından bu yana binlerce insan bu ‘Göz’ yardımıyla her gün 200 metre yukarıdan Boğaz Köprüleri, Topkapı Sarayı, Kız Kulesi, Galata Köprüsü, Hisarlar, Haliç ve Adalar başta olmak üzere İstanbul’un muhteşem panoramasını seyre dalıyor.
Neresi mi? Kadıköy Deniz Otobüsleri İskelesi’nin hemen yanında, Eski Evlendirme Dairesi temelleri üzerine oturttuğumuz TÜRKBALON.
Üç idealist Türk müteşebbisi olarak yaklaşık iki yıllık bir uğraşın sonunda 2 milyon dolarlık bir yatırımla Türkbalon’u İstanbul’a kazandırdık. Balon, Fransız- Alman ortak yapımı olup, tıpkı uçaklardaki gibi uluslararası havacılık kuralları ve yönetmeliklerine uygun olarak üretilmiştir.
Çok yeni ve etkili bir reklam mecrası olmasına karşın bugüne kadar uygun bir sponsorun bulunmaması en büyük üzüntü kaynağımızdır. Sizin de yazınızda belirttiğiniz gibi ‘önemli olan tanıtım için çok para harcamak değil, çok parayı doğru yerde harcamak’ olmasına rağmen, böylesine uygun bir reklam mecrasının değeri, bütün çabalarımıza karşın bugüne kadar karşılığını bulamamıştır.
Uygun bir zamanınızda sizi TÜRKBALON’da ağırlayarak İstanbul’un o müthiş panoramasını havadan birlikte izlemeyi arzu ediyoruz. ‘ (Alaaddin Yalçın)
İlk kez balona Kapadokya dolaylarında bindim ve balona sıcak hava üfleyen düzenekten biraz korktum. Eğer korkumu yenebilirsem geleceğim Alaaddin Bey. Geleceğim ve TÜRKBALON deneyimimi okurlarımla paylaşacağım, söz. Korkumu yenmek ne kadar mı sürer? Hiç yenemediğim korkularım da var, bir saatte yendiğim korkularım da...
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2004
<B>ARTIK</B> şu Tansaş’ın ‘Akılalmaz Tüketici’ hakları olayına bir el atmamız gerektiğine inanıyorum. Tansaş ‘Tüketici haklarına sahip çıkarak farklılaşma projesine’ 2003 yılında başladı. Bu proje kapsamında tüketicilere altı güvence verdi ve bu güvenceleri iletişim kampanyası yardımıyla açıklamaya çalıştı. Neydi bu güvenceler anımsıyor musunuz? Konumuz açısından önemli olduğu için bu güvenceleri birbir anımsatmakta yarar görüyorum. İşte Tansaş güvenceleri:
Gıdada İade Güvencesi: Tansaş’tan hangi gıda ürünü alırsanız alın kısmen tüketseniz bile koşulsuz iade edebilir.
Promosyon Güvencesi: Tansaş’ta reklamı yapılan promosyonlu ürün rafta kalmadıysa eşdeğeri ya da bir üst kalitede olanı aynı fiyata verilir.
Taze Ürün Güvencesi: Tansaş’ta rafta günü geçmiş ürün bulursanız yenisi hediye olarak verilir.
Sigorta Güvencesi: Tansaş Müşterileri, mağaza dahilinde meydana gelecek her türlü kazaya ve Tansaş’tan alınan gıda ürünlerinden kaynaklanan olası sağlık sorunlarına karşı sigortalıdır.
Fiyat Güvencesi: Tansaş’ta etiketle kasa fiyatı farklıysa ucuz olan fiyat geçerlidir.
Basım Hatası Güvencesi: Tansaş basım hatası sonucu bir ürünün fiyatını düşük ilan ederse bu fiyat kasalarda geçerlidir.
Kabul edelim, Tansaş’ın sağladığı haklar sağlam haklar. Bu hakların bazılarını diğer markalar da sağlıyor ama ortaya çıkıp açık açık ‘ben bu hakların arkasında duruyorum’ demek lojistik açıdan biraz yürek istiyor, herşeyden önce Tansaş’ı kutlamak lazım.
2003 Yılında % 47 Artış!
Yukarıda anımsattım hala mı Tansaş’ın sağladığı tüketici haklarını anımsamadınız?. Reklamları da mı anımsamadınız? Hani gözleri yuvalarına bol gelen bir tüketicimiz oynardı reklamlarda..Bir elinde cımbız bir elinde ayna bir kasiyer kızımız vardı, tüketiciyi anasından doğduğuna pişman eden bir kasap bir de manav falan..Hah..İşte o kampanya...Reklamlar Tansaş’a kuş kondurmuyordu ama derdini anlatıyor, mizahi ton nedeniyle de gerekli iknayı sağlıyorlardı. Tansaş Genel Müdürü Servet Topaloğlu 2004 yılı başında yaptığı açıklamada ‘Halkın Tansaş’ın vaatlerine inandığını’ bunun sonucunda 2003 yılında % 47 artışla 505 milyon dolar satış gerçekleştirdiğini açıkladı. İşin gerçeği söz konusu artışın tamamı tabii ki ‘Akılalmaz Tüketici Hakları’na bağlanamaz. Proje mutlaka satışları etkilemiştir ama ama bu etkinin öncelikle iletişimin anlaşılırlığından başlayarak ölçülmesinde fayda olduğunu düşünüyorum. Acaba şu anda Tansaş’ın müşterilerinin % kaçı bu hakları tamamını biliyor? Ya da sadece bu haklar nedeniyle Tansaş’ı tercih eden kaç kişi? Bilmem anlatabildim mi?
Yeni bir akıl almazlık: Gıda güvencesi
TANSAŞ’ın ‘Tüketici Hakları’ projesini sakın küçümsediğimi falan sanmayın. Tansaş’ın tüketiciyi böylesine sahiplenmesine kesinlikle saygı duyuyor ve destekliyorum. Benim gelmek istedim nokta başka. O noktayı da birazdan anlayacaksınız.
2004 yılı başında Tansaş akılalmaz tüketici haklarından birini daha devreye soktu:
Gıda Güvencesi: Tansaş’ta üretim izni olmayan ambalajlı hiçbir gıda ürünü satılmaz. Tansaş mağazaları Tübitak Marmara Araştırma Merkezi tarafından denetlenmektedir.
Tansaş yaklaşık altı aydır da yeni güvencenin iletişimini yapıyor. Yeni kampanyanın televizyon ayağı kesinlikle ilki kadar etkili değil. Anımsıyor musunuz yeni Tansaş reklamını? Ana, baba ve çocuk Tansaş’a gidiyorlar, raflarda gezinirken bir takım küçülmüş yaratıklar ürünlerin arasından onlara ‘ceeee...’ deyip gıda güvenliği mesajı vermeye çalışıyorlar, çocuk da bilmiş bilmiş bir takım gıda güvenliği mesajları veriyor, sonra da ana-baba çocuğa dönüp ‘Sen nereden biliyorsun bunları bakayım?’diyorlar. Beğenilirlik, tekrar izlenme katsayısı sıfır ama biz sonuca bakalım. Tansaş ‘gıda güvenliği’ mesajını her ortamda o kadar sık tekrarladı ki artık Türkiye’de Tansaş’ın ‘üretim izni olmayan hiçbir gıda satmadığını’ duymayan kalmadı diyebiliriz. Akılalmaz Tüketici Haklarını’da herkes biliyor diyelim..Peki herkes niye hala Tansaş’tan alışveriş yapmıyor? Yoksa tüketici hakkı makkı kimsenin umurunda değil mi? ‘Güvenilir gıda’ da mı Türk halkının umrunda değil? Bize gelen bilgiler ‘gıda güvenliği’ kampanyası esnasında Tansaş’ta satışların % 7 arttığı yolunda. Böyle bir kampanyanın hakkı bu mu olmalı? Yoksa Tansaş’ın yarattığı ‘B(-),C1 ve C2’ hedef kitleye bu tür sosyal sorumluluk mesajları bir numara bol mu geliyor?
Tansaş’ın 2004 yılı satış hedefi %30 artışla 665 milyon dolar. Operasyon karı hedefi ise 30 milyon dolar..Tansaş’ın bu hedeflere ulaşacağını eminim. Dediğim gibi, niye Tansaş’ın mesajlarından çok daha fazla insan etkilenmiyor, onu anlamıyorum. Tansaş’ın mesajı sunma biçimi mi etkisiz? İnandırıcılıkta sorun olabilir mi?
Yoksa bir marka ne yaparsa yapsın pazarın hepsine sahip olmaz mı? Ne dersiniz?
Çekirgelik
Başarı basitçe ifade etnek gerekirse şans işidir. İnanmıyorsanız başarısız birine sorun! (Earl Wilson)
Yazının Devamını Oku