Münih üzerine yazılacak çok şey var. Üstelik de bende böyle birçok yazma isteği var. Münih’i en iyi film ve en iyi yönetmen dallarında Oscar’a aday olmadan önce izledim. Ve de kesinlikle çok etkilendim.
Tam bir düşünce tetikleyicisi. Bir Türk olarak Münih’i izlerken, daha ilk dakikalardan itibaren Abdullah Çatlı’dan girip Haluk Kırcı’dan çıkmamak, daha sonra Mehmet Ali Ağca’dan tekrar girip Oral Çelik’te soluklanmamak mümkün değil.
Filmin ortalarına doğru Abdi İpekçi, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu cinayetleri, aklın bir köşesine takılıyor, sonra canlı bombalar, HSBC ve İngiliz Konsolosluğu’na dalan bomba yüklü kamyonetler, Fehriye Erdal, derin devlet, gladyo, reis, Soner Yalçın...
Münih’i anlamak için derinliğine çok iyi okumak gerekiyor. Eğer Münih iyi okunursa, çok fazla alaya alınacak bir yanının olmadığı kolayca anlaşılır. Doğru okumak için de filmin sorularını doğru anlamak gerekir:
Terör ancak terörle mi yenilebilir?
Hem Filistinliler hem de İsrailliler aynı anda hem doğru hem yanlış olabilirler mi?
"Vatan" adına terörist yöntemlerle adam öldürmeye başlayan normal birinin, bir daha normal yaşama dönmesi mümkün değil mi?
Spielberg’in Münih’te sorguladığı ve tartışılmasını istediği konular bunlar. Sizce bu sorulara yanıt vermek kolay mı? Değil. Filmi izleyeli neredeyse beş gün olacak. Hálá kafamda bu sorularla dolaşıyorum. Spielberg daha ne yapsın.
Film, 1972 Münih Olimpiyatları’nda Filistinlilerin 11 İsrailli atleti kaçırıp öldürmeleriyle başlıyor. Spielberg daha başta siyah-beyaz arşiv görüntüleri ile kendi çektiği renkli görüntüleri birleştirerek yaratmak istediği gergin atmosferi ve gerçeklik duygusunu mükemmel şekilde oluşturuyor.
Hele 1972’de zihinlere televizyon ekranlarından kazınan bir görüntüyü filmde yeniden yaratma biçimi çok takdire şayan. Maskeli Filistinli terörist balkondan bir görünüp bir kaybolurken, arşiv görüntüsü de perdenin sağ köşesindeki televizyon ekranından görülüyor. Tam bu noktada "Elin gavuru yapmış işte" duyguları insanın her yanını kaplıyor.
Filmin bence önemli cümlesi İsrail Başbakanı Golda Meir’e ait. Filistinli teröristlerin eylemlerine karşı "saldırı" emri veren Meir kararını şöyle savunuyor: Barışı unut, güçlü olduğumuzu onlara göstermeliyiz!
Meir’in "saldırı" emriyle o güne kadar Mossad’a bağlı gizli polis olarak çalışan Avner’e (Eric Bana) bir ölüm timi kurup değişik ülkelerde yaşayan 11 Filistinli’yi temizleme görevi öneriliyor.
"Önce vatan" diyen Avner, hamile karısını evde bırakıp intikam ekibini oluşturuyor: Güney Afrikalı Steve (geleceğin James Bond’u Daniel Craig... Çok iyi Bond olacak, göreceksiniz), antika sever doktor Hans (Hanns Zischler), Belçikalı oyuncakçı ve bombacı Robert (Mathieu Kassovitz), temizlikçi Carl (Ciaran Hinds)... Filistinlileri bulmak için de yüklü para karşılığı Fransız bir aileden yardım alınıyor.
Kısa süre sonra "infaz timi" bu 11 kişiyi bulmaya ve kimini tabancayla kimini bombayla teker teker temizlemeye başlıyor. Spielberg özellikle "ortadan kaldırma" sahnelerinde kamera oyunları yaparak ve kurgu tekniklerini kullanarak 70’lerin atmosferini yaratmada çok başarılı. Tabii bu konuda efsane sinematografi uzmanı Januzi Kaminsky’ye de haksızlık etmemek lazım. Özellikle her "öldürme" olayıyla birlikte farklı renk ve ışık kullanımı öyle bir gergin ortam yaratıyor ki, izlerken insan nefesini tutacak hale geliyor.
Avner belirli sayıda adam öldürdükten sonra kişiliğinde değişimler başlıyor. Sakin, yumuşak, samimi Avner gidiyor, yerine daha soğuk, şüpheci, gergin Avner geliyor. Hatta filmin sonuna doğru Avner İsrailli atletlerin öldürüldüğü sahneleri hayalinde canlandırmaya başlıyor. Münih, Avner karısının üstündeyken 11 İsrailli atletin öldürülme sahnesini kafasında becermesi ile bitiyor.
O an anlıyoruz ki Avner eski Avner değil ve hiçbir zaman da olmayacak. Belki de bir gün bir yerlerde "Ben Mesih’im!" diye bağıracak.
Münih üzerine daha da çok şey var yazılacak, ama önce siz görmediyseniz bir görün bakalım. Oscar’a aday diğer filmleri henüz görmedim ama yine de riskine katlanıp Münih’in Oscar’ın en güçlü adaylardan biri olduğunu söyleyebilirim.
Günce daha özgür okumalı
Günce’yi, Cine 5’teki Başka Yerde Yok’a konuk olunca tanıdım. İlk kez de orada dinledim. Konservatuvar bitirmiş. 10 yıl arp eğitimi görmüş. Anne baba da aynı camiadan. Sonra bakmış klasik müzikte ona gelecek yok, popüler müziğe geçiş yapmış. Söz yazmaya, beste yapmaya başlamış. İlk albümü Günce 1’i çıkarmış. Ancak kendince bazı hatalar yaptığı için ilk albümün satışları 25 binlerde kalmış. Ama Günce yılmamış, çok çalışmış bu kez Günce 2’yi çıkarmış. İlk hatalarını bu albümde tekrarlamamaya çalışmış.
Bir süredir iPod’umda Günce 2 albümünü dinliyorum. Çok güçlü bir ses, çok etkileyici. İstediği kadar hata yapsın gelecekte bir yerlerde mutlaka karşımıza çıkacak göreceksiniz. Böyle bir sesin, böyle bir yorumcunun kıyıda köşede kalması mümkün değil. Albümdeki parçaların hepsini sevdim: Severim, Güllerim Soldu (Sezen Aksu), Ben Yolumu Seçtim, Biliyordum, Aşk Acımıyor, Kalbin Unutmaz, Uyan, Mavi Ağlama Kalbim. Hepsi birbirinden güzel. Günce’ye tek önerim, şarkılarını başka starlardan etkilenmeden, çok daha özgürce seslendirmesi ve yeni albümüne tekne ismi gibi Günce 3 ismini vermemesi. Bakınız Lüfer 3.