Ali Atıf Bir

Tasarım her derde deva

11 Eylül 2006
"NASIL oldu da Japonya küllerinden yeniden doğdu?" diyenler öncelikle Japonya’da Uluslararası Tasarım Merkezi’nin kaç yılında kurulduğuna baksınlar. Tahmin edin... Bilemediniz. 1922. Japonya’da devlet ve 103 şirket oturmuş tasarımı desteklemek üzere söz konusu merkezi kurmuşlar.

Bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde devletler, ve özel kuruluşlar tasarımı aynı şekilde aktif bir şekilde finanse ediyor, destekliyorlar.

Bunun nedeni tasarımın önce şirket sonra ulusal sonra da global düzeyde kalkınmaya hizmet etmesi.

Bugün dünyanın çoğu ülkesinde devlet mali yardım ve iş kalitesi belgeleme sistemleri, eğitim ve tasarım okulları ile sektörler arasındaki işbirliği yaparak tasarım konusunu destekliyor.
/images/100/0x0/55eaf844f018fbb8f8a27559
Çünkü artık devletler biliyor ki tasarım gelişme, tasarım kalkınma demek..

Üstelik tasarım deyince sadece endüstriyel ürün tasarımını anlamamak gerekiyor. Yenilik ve yaratıcılığın söz konusu olduğu her yerde, modada, çevrede, iletişimde, siyasette, mühendislikte tasarımla öne geçmek mümkün..

İngiltere’de yeni yapılan bir araştırmaya göre tasarım, yenilik ve yaratıcılığın şirketlere yaptığı katkını boyutları tablodaki gibi.

Türkiye dünya pazarlarında rekabet gücünü arttırmak istiyorsa, ekonomide tasarımın gelişmesini destekleyen bir sistemi kurması şart. Devletin, hükümetin tasarım alanında proaktif bir rol yüklenmesi yaşamsal.

Peki oynuyor mu? Ne gezeeeer. O daha çok dini tasarımlar peşinde.

Halen İstanbul Büyükşehir Belediyesi dışında aktif olarak tasarımı destekleyen bir kurum yok.

Büyükşehir Belediyesi’nin desteklediği İstanbul Tasarım Haftası’na devlet, hükümet ve şirketler sahip çıkarsa da Türkiye tasarım konusunda pekala yol alabilir, eksikliklerini giderebilir.

Yaratıcılık görücüye çıkıyor

"NEREDEN çıktı bu İstanbul Tasarım Haftası" dediğinizi duyar gibiyim. Ama anımsayın geçen yıl da yazmıştım. Tasarım Haftası’na hizmet etmek bir bakıma ibadet etmek gibi bir şey benim için.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu yıl da 12-17 Eylül tarihleri arasında Galata Köprüsü üzerine kurulacak İstanbul Tasarım Fuarına büyük destek veriyor. Ben de veriyorum.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ev sahipliğinde Ddf, Galata Köprüsü’ndeki Tasarım Haftası etkinliklerini iyice geliştirmiş bu yıl.

Türkiye’nin yenilikçi, yaratıcı şirketleri, akademisyenleri, kurumları, tasarımcıları altı gün boyunca Galata Köprüsü üzerinde görücüye çıkacaklar.

Yerli ve yabancı tasarımcılar kaynaşacak, anlaşmalar yapılacak, İstanbul tasarımın gözbebeği olmak için bir adım daha atacak.

Sergiler, atölyeler, yarışmalar, konferanslar hem profesyonel hem de amatör tasarımcılar için oldukça özendirici olacağa benziyor.

"Made For China" sergisini kesinlikle kaçırmayın. İtalyan tasarımcılar oturmuşlar "Çin’de üretilen" değil "Çin için üretilen" işler yapalım demişler. Sergide Çin’e uyarlanarak tasarlanan 17 ayrı ürün yer alıyor.

Diğer bir sergi Piers Roberts ve Rory Dodd’un kurdukları Designersblock’a ait. Tasarımcılar "İstanbul dünyada şimdiye dek bulunduğumuz en heyecan verici şehir.." demişler ve İstanbul’a özgü bir sergi hazırlamışlar.

Konferanslardan ise kaçırmamanız gerekenler Camper’ın tasarımcısı Marti Guixe, Nice’deki HI Otel’in tasarımcısı Matali Crasset, Paris Üniversitesi Yönetim Bilimi Profesörü, Tasarım Yönetimi uzmanı Brigitte Borja De Mozota ve Tasarım Mühendisi Alberta Meda.

Geçen yıl İstanbul Tasarım Haftası’nı elli bin kişi gezmişti. Bu yıl gelin bu sayıyı yüzbine çıkaralım. İstanbul uluslararası bir tasarım merkezi olmayı hak ediyor. Ama önce ona sahip çıkmak lazım.

Çekirgelik

Yaratıcılığı olmayan zeka kanatsız kuşa benzer.

(A. Danielson)
Yazının Devamını Oku

Nasıl destek isteseydi

10 Eylül 2006
DÜN Enis Berberoğlu’nun yazısında İsmailağa Tarikati’ne akan 200 milyon doları okumuşsunuzdur. Diğer cemaat ve tarikatlara "din kardeşliği" uğruna akan paraları bilmemek için zır cahil olmak lazım. İşte okulları, dersaneleri, televizyonları, gazeteleri, radyoları, marketleri, inşaat şirketleri, bankaları... AKP iktidarının verdiği "ılımlı İslam" gazı, cesareti ve göz yumması ile büyüdükçe büyüyor, iyice arsızlaşıyor.

İş çocuklara tuvalet kağıdının yanında taharet musluğu, tesettürlü Barbie satmaya kadar vardı. Önemli hedefleri çocuklar, gençler ve kadınlar. Yani eğitim. Beyinler yıkandıkça da Türkiye’de laiklik kurumunun işi iyice zorlaşıyor. Hem de çok

Kafayı dinle bozmayan, laik, Türkiye’nin dini hassasiyetlerine saygılı, yüzü batıya dönük, liberal, işinde gücünde kesim ne yapıyor peki..

Bir örnekle anlatayım. Fen ve Teknoloji Lisesi’ni duymuşsunuzdur. Daha önce yazdım. Türkiye’de ilk ve tek. Bahçeşehir-Uğur Eğitim Kurumları’nın kurucusu Enver Yücel, bir ABD ziyaretinde bu tür lise ile tanışıyor.

Türkiye döndüğünde kár amacı gütmeksiniz, dibine kadar bir eğitim gönüllüsü olarak sadece Türkiye’ye bilim adamı yetiştirmek için teknoloji ağırlıklı lise kuruyor. 4 milyon dolara yakın bir parayı da gözünü kırpmadan harcıyor.

OKS sonuçlarında başarı mükemmel. İlk 500’den 48 öğrenci Türkiye’nin geleceği, bilim adamı olmak için Fen ve Teknoloji Lisesi’ni seçiyor.

Enver Yücel, Anadolu’nun bozkırından çıkıp Türkiye’nin geleceği olacak 48 öğrenciye (yatılı maliyeti yıllık 25, yatısız 15 bin YTL) sponsor bulmak amacıyla iş dünyasında bir tura çıkıyor. 48 öğrenciye sponsor olacak 48 gönüllü arıyor.

Kuşku yok ki Yücel bu öğrencilerin hepsini başında bulunduğu Vakfın desteğiyle okutabilir. Ama önemli olan bir eğitim sinerjisi yaratmak, kaynakları eğitime yönlendirmek, iş dünyasından gelecek destekle fen ve teknolojilerini yaygınlaştırmak, yüzü batıya dönük gençlerin sayısını artırmak...

Sonuç... Enver Yücel desteği bir tarikat, bir cemaat bir din adına istemediği için gönülsüz davranılıyor. Verdiği eğitim, çağdaşlık, sosyal sorumluluk mücadelesinde bir avuç insan dışında yalnız bırakılıyor.

Tabii ki o 48 öğrenci ve sonrakiler de tabii ki en iyi eğitimi almaya devam edecekler ama Fen ve Teknoloji’nin ışığının başka yerlere yansımasının gecikeceği ortada...

Bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi? Tarikat, cemaat, din deyince bir tür iş adamları ellerinde avuçlarında ne varsa paraları akıtıyorlar. Din baronları bu paralarla bir eli yağda bir eli balda yaşayıp, İslami bir devletin alt yapısını içten içe hazırlıyorlar.

Gerçekten paraları aydınlığa, çağdaşlığa, bilime, yüzü batıya dönük değerlerle eğitime yatıracakların ise heveslerini kırmakta üstümüze yok. Sonra da "Vah vah ülkeyi tarikatlarla cemaatlara teslim ettik" deyip duruyoruz.

Daha durun, bunlar hiç birşey... İran’da da yıllarca bu aymazlık devam etmişti..

Erdoğan düşe kalka

TNS Piar’ın her ay yaptığı "Liderlerin Form Grafiği" araştırmasının ağustos sonuçları geldi. Erdoğan düşe kalka gidiyor. Asla eski formunda olmadığı ortada... "Askerlik yan gelip yatma yer değil" sözü tahmin ederim eylülde Erdoğan’a daha fazla form kaybettirecek.

Baykal’da az da olsa form artışının nedenini çok yorumlayamıyorum. Olsa olsa hiçbirşey yapmadığı için form kazanmış olabilir. Ağar televizyonda iletişimi kesince yükseliş trendi yavaşlamış. Ancak üçüncülüğünü koruyor. Mumcu’daki küçük form artışını yorumlamak için gelecek aya bakmak lazım. Ama en önemli sonuç şehit cenazeleri artmasına rağmen Bahçeli’nin form kazanmaması... Ya da cenazelere sığınarak form kazanmak istememesi... Bu konudaki hassasiyeti için ülke olarak Bahçeli’yi ne kadar takdir etsek az. İstese ortalığı yangın yerine çevirebilir. Peki karşılık görür mü? Ne diyorsunuz? Gelin eylül sonuçlarını bekleyelim.

İş Bankası’ndan klasik konsept

İŞ Bankası’nın "Siz buradaysanız biz de buradayız" kampanyasının konseptini oldukça demode buldum. İş Bankası artık bu klasik konseptleri aşmalı. Televizyon uygulaması yine göreli olarak başarılı. Basın uygulamaları ise çok klasik ve sıkıcı. Mesaj bombardımanı, medya planlama bir farkındalık yaratıyor, bu güzel ama atılan taş ürkütülen kurbağaya değmiyor. En beğendiğim ise İş Bankası kuleleri üzerine işlenmiş "Daima Burada Olacağız" yazısı. Bir mesaj bir bağlamda klasik ve sıkıcı dururken, diğer bir ortamda başka bir bağlamda ancak bu kadar güçlü ve güzel durabilir. HDI Sigorta’nın "Buradayız" lansman kampanyası ile İş Bankası’nın konsepti arasında ise sözcük benzerliği arasında bir benzerlik asla yok. Bu bağlantıyı kuranlar amatür değilse kesinlikle kötü niyetli...

İsrail ve Amerika imaj yenilemek zorunda

TAYLOR Nelson Sofres’in Türkiye CEO’su Ayşıl And aradı, "TNS 33 ülkede İsrail-Lübnan Savaşı ile ilgili kamuoyu araştırması yapmış. Sonuçlar çok ilginç ilgilenir misin" dedi.

"Gönder lütfen bir bakayım" dedim. 33 ülkede yapılan araştırmanın sonuçları geldi, gözlerim faltaşı gibi açıldı. Tezkere TBMM’den onay alsa da bu sonuçları değerlendirmek Türkiye’yi anlamak için önemli...

"Lübnan’daki savaşı kim çıkardı? İsrail mi Hizbullah mı?" sorusuna Türkiye’de yüzde 72 İsrail demiş. Lübnan’da bile İsrail diyenlerin oranı yüzde 59. Bizden daha büyük oranda İsrail’i suçlayanlar Endenozya (yüzde 85), Fas (yüzde 79), Senegal (yüzde 75).

Avrupa’da bize en yakın ülke Yunanistan (yüzde 79). Avrupa’nın diğer ülkelerinde ise İsrail diyenlerin oranı ortalama yüzde 32 civarında.

"Bu savaştan İsrail ve Lübnan dışında sorumlu olan üçüncü bir ülke var mı?" sorusuna Türkiye’de ABD diyenler yüzde 64, İran diyenler ise yüzde 2. Yine bu oranlarda Müslüman Asya ve Afrika ülkelerine yakınız.

ABD’yi suçlama konusunda Avrupa ülkeleri ortalaması yüzde 45’lerde. İran’ı suçlu görenlerin ortalaması ise yüzde 25. Yunanistan ise bu oranlar ABD için yüzde 81. İran için yüzde 12.

"Bu savaşta Hizbullah’a mı İsrail’e mi sempati duyuyorsunuz?" sorusuna ise Türkiye’de İsrail diyenler yüzde 10, Hizbullah diyenler yüzde 44, hiçbirine diyenler yüzde 46.

İlginçtir Hizbullah’a sempatiyle bakma oranı diğer Müslüman Asya ve Arap ülkelerinde daha fazla. Örneğin Fas’ta yüzde 92, Senegal’de yüzde 79, Endenozya’da yüzde 67.

Avrupa’da hiçbirine diyenlerin oranı ise daha fazla. Bu oran Finlandiya’da yüzde 70, İsveç’te yüzde 67, İngiltere’de yüzde 61, Norveç’te yüzde 60. Avrupa yüzde 65’lere varan oranda Hizbullah’ı terörist olarak görüyor. Biz ise yüzde 50.

"Birleşmiş Milletler hükümetinize bölgede barışı sağlamak için askeri güç gönderin derse göndermeliyiz?" ifadesine katılanların oranı Türkiye’de yüzde 48. Finlandiya’da yüzde 47, İrlanda’da yüzde 66, İsveç’te yüzde 67, Rusya’da yüzde 25, Hindistan’da yüzde 51, Pakistan yüzde 70, Yunanistan yüzde 44, Endenozya’da yüzde 56.

Anlaşılacağı üzere Türkiye’nin savaşın nedenlerine yönelik görüşleri (Yunanistan dışında) coğrafi konumu gibi Avrupa’dan çok uzakta. Çözüm konusunda ise Avrupa ve Türkiye birbirine çok yakın. İkisi de barış istiyorlar.

Türkiye’de İsrail ve Amerika algılamasının diğer ülkelere göre "çok kötü" olduğu da kabak gibi ortada.

İsrail ve Amerika düşmanlığını din düşmanlığı, kültür ve coğrafyadan kaynaklanan nedenlere bağlamak ise doğru değil. Öyle olsa Yunanistan niye bize benzesin değil mi?

Üstelik Amerika ve İsrail’in kötü imajları Türkiye’de daha da derinleşirse, bu derinleşmeden önce Türkiye zarar görür. Bu konuda Türkiye’nin yapacağı bir şey yok. Çünkü ABD ve İsrail markalarının sahibi o değil.

Eğer İsrail ve Amerika gelecekte Türkiye’yi yanlarında istiyorlarsa markalarını daha iyi yönetmeleri, imaj yenilemeleri şart!

Neden Şekerbank

SUMRU Yavrucuk yana yakıla aradı. Bodrum’da yayın yapan Bodrum Kent TV hálá neredeyse 7 yıl önce çektiği Şekerbank reklam filmini yayınlıyormuş. "Olur mu böyle şey. İnsan biraz sanatçıya saygı duyar. Vestel’le iki yıllık anlaşmam var" dedi. Haklı Şekerbank gibi bir kurumun her türlü hakka hukuka saygılı olması lazım.

Araştırdım gerçekten de 14 Ağustos 2006 günü saat 17.12’de Sumru Yavrucuk’lu Şekerbank filmi Bodrum Kent TV’de yayınlanmış. Kent TV durup dururken aşka gelip Şekerbank reklamı yapmayacağına göre demek ki Şekerbank’ın ilgili şubesi bu filmi yayınlamak için Kent TV’ye vermiş. Şekerbank yönetimine soruyorum: Neden? Ne "Neden?" değil mi. Şu neden? Niye banka müdürünün elinde Şekerbank’ın Sumru Yavrucuk’lu filminden daha güncel bir film yok. Şekerbank niye yedi yıl önceye takılıp kaldı?

Çekirgelik

Gerçekler çok inatçıdır

(Sommerce)
Yazının Devamını Oku

Erkekler büyük tehlikede

9 Eylül 2006
Maria Salzman, Ira Matathia ve Ann O’Reilly’nin yazmış oldukları The Future Of Men kitabı (daha önce Hürriyet Pazar’da yazmıştım) sonunda Türkçe’ye çevrildi. Bu yıl Perakende Günleri’ne de katılacak olan yazarlar bu çalışmada karmaşık toplumsal, biyolojik ve ekonomik etkilerin altında hızlı bir değişim geçirdiklerinin kanıtlarını tek tek ortaya koyuyor.

Yeni erkek kimliklerini ifade etmek için "metroseksüel, retroseksüel, überseksüel" gibi yeni sözcükler türetilmesinin ardında bu hızlı değişimin olduğunu gösteriyor. Örneğin kitabın 53’üncü sayfasında erkeklerin geçirdiği biyolojik değişimin kanıtları var ki, bize erkeklerin ne kadar büyük tehlike altında olduğunu çok iyi özetliyor:

"Son yüzyılın ikinci yarısından bu yana bilim adamları, Amerika ve Avrupa’da sperm sayılarında büyük düşüşler kaydettiler. 1990’ların başında 15 bin Avrupalı erkeğin sağlık kayıtlarını inceleyen Danimarkalı araştırmacılar, 1938 ile 1995 yılları arasında sperm sayılarında yüzde 42’lik bir düşüş olduğunu yazıyorlar.

Bu bilgi Paris’teki bir sperm bankasında, 1995 yılında gerçekleştirilen bir araştırmayla da doğrulandı. 1997 yılında Helsinki Üniversitesi’ndeki Finli bilim adamları "normal" sperm üreten erkeklerin oranının 1981 yılında yüzde 56.4 iken, bu sayının 1991 yılında yüzde 26,9’a düştüğü sonucunu elde ettiler."

Diyorsunuz ki bu neden önemli? Nasıl olsa bir erkek cinsel ilişkiye her girdiğinde Avrupa’daki bütün kadınları hamile bırakmaya yetecek kadar sperm üretiyor. Bir dişinin yumurtasının döllenmesi için yalnızca tek bir spermin yolculuğunu kazasız belasız gerçekleştirmesi yeterli.

"Ancaakk" diyor yazarlar; "Sperm sayısındaki ve niteliğindeki düşüş, sınırda gidip gelen bazı erkekleri kısırlığa itiyor. Bazı bilimadamları bu düşüşten çevredeki böcek ilaçlarını ve kimyasalları sorumlu tutuyor. Bazılarıysa erkeklerde sağlık sorunlarına yol açan yaşam tarzlarına bağlıyor durumu. Aşırı şişmanlık, hareketsizlik ve gereğinden fazla araba kullanmak gibi. Ünlü "dar çamaşırlar" kuramını da yabana atmamak lazım. Danimarka’da gerçekleştirilmiş bir araştırmaya dayanarak, dar iç çamaşırı giyen erkeklerin bol iç çamaşırı giyen erkelere göre yüzde 50 daha az sperm ürettiğini belirtiyor.

Yazarlar kanıtları şöyle bir sonuç cümlesiyle özetliyorlar: "Plaja giderken daracık siyak tanga giyen erkeklerin ürememesinin ille de kötü bir şey olacağı anlamına gelmiyor."

Sizin seçiminiz ne olur? Üreyen bir maganda mı, yoksa üreyemeyen siyah tangalı bir metroseksüel mi?

(*) Erkeklerin Geleceği, Medyacat, 2006.

Öyle olsun vesselam

İsmini vermeyen bir okurum geçen hafta İsmail Yeri’ni anlatırken yazdıklarıma takılmış:

"Cuma günü ’Karşıya geçtik, merdivenlerden çıktık. İsmail’in Yeri ana baba günüydü. Türbanlı ailelerin sayısının türbansızlardan fazla oluşu hemen gözüme çarptı. Camdaki Fatih Üniversitesi sticker’ı lokanta sahibinin tercihlerine ışık tutmakta gecikmedi. Aynı zamanda tuvaletteki yoğun abdest alma mekanları da seçilen hedef kitlenin niteliği hakkında bilgi vermekte..." yazmışsınız.

Ne olmuş böyle ise? İnsanları niye bölmeye çalışıyorsunuz? Siz ülke düşmanı mısınız? Ki bana öyle geliyor. Size attığım mesajlara hiç cevap alamadım. Niye cevap yazamıyorsun? Çünkü yazdığınız şeylerin bir dayanağı yok da onun için. İnsanların din ve inanç özgürlüğü var. Bunu kısıtlama gibi bir yetkin yok. Üstüne de vazife değil. Diğer mekanlarda açık insanlar olunca, içki tüketilince daha mı iyi oluyor? Onu mu vurgulamaya çalışıyorsun? Herkes istediği gibi yaşayabilmeli. Senin gibi at gözlüğüyle bakan, kafası örümcek ağıyla dolmuş bir insan yobazın daniskasıdır, vesselam..."

Yorum: İnsanları nasıl böldüğümü anlamadım. Ben sadece bir resim çektim. İsmail Yeri’ni kötülemedim, "Niye böyle yapıyorlar" demedim. "Niye içki yok" demedim. Üstelik "pirzola müthiş, gidin" diye de önerdim. Gördüklerimi ifade etmemin neresi yobazlık anlamadım. Gerçek yobazlık her yazıyı, her yapılanı önyagılarla (bu dindar böyle yazıyor, bu din düşmanı böyle yazmıyor) değerlendirip kendine göre çerçevelemek. En tehlikelisi de böyle yaptığının farkında olmamak. Yobaz yobaz olduğunun farkında olsa, çevrede bu kadar yobaz olur mu?

Ruhi Kurnaz aradı

Geçen hafta "Gidiyorum ama niye bir tatmin duygusu yaşayamıyorum" diye yazdığım Berceste’nin sahibi Ruhi Kurnaz aradı. Ankara’da Başkent Ulaşım ve Doğalgaz Hizmetleri Genel Müdürü imiş. Biraz şaşırdım tabii ki. Ankara nire Bolu nire... Ama Kurnaz’ın sayısını üçe çıkardığı Berceste’ler ne kadar iyi bir girişimci olduğunun kanıtı. Telefonda çok nazikti. "Hocam sizi yakından izliyoruz, nedir sorun?" diye samimiyetle sordu. Ben de "Gerçekten bilemiyorum, personel ilgisi olabilir" dedim. Bunu üzerine Kurnaz "Ya hocam büyürken ilk dükkanı biraz ihmal ettik galiba. Hemen duruma el koyuyorum" dedi ve telefonu kapattı. Berceste’yi bir kez daha ziyaret edeceğim bakalım, değişen bir şeyler olacak mı?

Sabahattin’in Yeri’nde külbastı

Bu haftadan itibaren okurlarımın gidip beğendikleri yeme-içme mekanlarına da yer vermeye çalışacağım. Tabii ki açık adreslerini, kim olduklarını ve telefon numaralarını verdikleri sürece. Önerilerinizi bekliyorum. İşe bu hafta Çağdaş Arda’nın önerisiyle başlayalım:

"İstanbul’a Bolu Dağı yolundan bir sonraki geçisinizde, İsmail’in Yeri’ni geçtikten 200 metre sonra, üstelik de karşıya geçme heyecanı yaşamadan, aynı yol üzerinde bulunan, Sabahattin’in Yeri’ne gitmenizi tavsiye ederim.

Aynı şekilde etleri taze, yoğurdu tam kıvamında manda yoğurdu ve patatesli ekmeği de yanında kızarmış gelince tadından yenmiyor.

Özellikle külbastı ve köfteyi öneriyorum. En önemlisi de geniş bir bahçesinin bulunması ve benim için daha da önemli olan İsmail’in Yeri’nde görülen kalabalığın burada bulunmaması."

CUMA İTİRAFI

küçükmaviböcek; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 28; İl: Ankara

Ne yaptım ben ya! Forward eden ellerim kırılsın. Gerçekten gitmiş olabilir mi? Yok canım, belki de gitmemiştir. Belki de açamaz, açsa da indiremez ekteki dosyayı. İndirse de izleyemez belki. İzlese de anlayamaz!. Yok o kadar da değil. İyi de okulda nasıl yüzüne bakarım ki şimdi. Açıp da pişkin pişkin "Gönderdiğim mail size geldi mi? Bir yanlışlık olmuş" denmez ki şimdi. Film tamam ama altına not düştüğüm "Popoya dikkat! Tavşan gibi mübarek" yazısını nasıl açıklarım ki. Tanrım ne olur şu son günlerin meşhur porno görüntülerini yanlışlıkla üniversitedeki hocama göndermiş olmayayım. Olmayayım yaaa ne olur, lütfen yaaa.

Not: Valla bana gelmedi. Bu şanslı hoca kim acaba? Ya da şanssız öğrenci! Elveda yavrucum!

CUMA LAKIRDISI

Pornografik ve erotik arasındaki fark aydınlatmadır. (Gloria Leonard)

CUMA TAKINTISI

Anadolu tarafında Kuleli Askeri Lisesi’ne varmadan bir lokanta öneriyorum. Rigel... Bir kere Boğaz’a bakan dış mekanında manzara olağanüstü. Mezeler, özellikle deniz ürünlü sarma, patlıcan ezme (nasıl bu kadar beyaz yaptıklarının bir sırrı olmalı) ve deniz börülcesi mükemmeldi. Levrek ise gerçekten inanılmaz güzel pişirilmişti. O levreği kim öyle levreğe yaraşacak şekilde pişirdiyse kutluyor ve size Rigel’i şiddetle öneriyorum. Takın.
Yazının Devamını Oku

Kim bu şeyh

7 Eylül 2006
Bakalım resimdeki şeyh hazretleri tanıyacak mısınız... Adı El Bakan-i Abdürrezzak Ül Muttalip. Kendisi bu akşam yayınlanacak olan "Ah Polis Olsam"da oynamak üzere özel bir uçakla Arap ülkelerinin birinden geldi. Ayrıca Arabistan’da bir yerlerde bir gazetede köşe yazarlığı yapıyor. Yayınladığımız fotoğrafı gazetedeki köşeşinden aldık.

Şaka şaka...

Bu gece KANAL D’de yayınlanacak "Ah Polis Olsam"da İçişleri Bakanı olarak diplomatik bir krizi önlemek üzere Arap Şeyhi kılığına giriyor ve nataşa ticareti yapan bir çeteyle savaşıyorum. Tabii ki yanımda da Emniyet Müdürüm, Rıfat ve kakalaklar... İzleyin bakalım nasıl oynamışım. Fotoğrafı da bundan sonra Kelebek’teki köşemde kullanmayı düşünüyorum.

Reyting sistemimiz marjinali cezalandırıyor

24’le ilgili yorumlarıma oldukça fazla sayıda okur görüşü geldi. Cnbc-e, Dizimax, Comedymax gibi kanallara duyulan ilginin artışı, DVD pazarının genişlemesi reyting ölçümleri ve örnek büyüklüğü ile ilgili söylediklerimi doğruluyor. 2200 hane artık Türkiye’yi çok zorluyor. Bir yerde hata yapıyoruz. Bakın bir okur bu zorlamayı nasıl dile getiriyor:

"Sadece 24 değil, yine Cnbc-e’de gösterilen Prison Break dizisini de izlerken keşke bizim yönetmenler de izlese de böyle kaliteli diziler yapsalar demiştim. Siz iyimserlikle bizde de yapılabileceğini yazmışsınız.

Bence imkansız, bizde hapishanede geçen Prison Break dizisi gibi bir dizi yapılsa gardiyanlar ayaklanır, bizi böyle mi gösteriyorsunuz diye. Prison Break de ABD Başkan Yardımcısı çok kötü resmediliyor.

Ayrıca bizde böyle dizileri yüzde 80 izlemez ve anlamaz diyorsunuz. 80’lerde sadece Amerikan dizileri izlenirdi ve herkes o saatlerde evlere kapanırdı. O zaman ki toplum, şimdikinden daha mı kültürlüydü? (Cem Ağar)

Yorum: Sevgili Cem 80’lerde sadece TRT vardı, ölçüm yoktu, herkes önüne ne konursa onu yemek zorunda kalıyordu. Ama bir süre sonra her köşe başında videocu açıldığını ve oralarda bir gecede çekilen Türk filmlerinin yayınladığını unutma. Kaynanalar o dönemin önemli Türk dizisi idi ve ölçümlerden sonra da yayınına devam eden tek dizi oldu. Türk dizilerinden bu kadar yakınmak doğru değil. Kültürü korumak diye de bir şey var. Yabancı dizilerin başka bir kültürü pompaladığını da unutmayalım. Üstelik tüm kanallar birbirine benzeyemez. Gördüğün bu sistemde seni de tatmin eden bir kanal var. Ötekilerin izlediklerinden yakınmak niye? Biz senin sevdiğin nasıl yaygınlaşır ona bakalım.

Söyleyeyim...

Reytig ölçümlerinin varolan örnek büyüklüğünde en küçük ortak bölen yarattığı ve bir takım izlemelere değer vermediğini ve küçük kanalların aleyhine çalıştığını biliyoruz. Türkiye örnek sayısını bir an önce 5 bine çıkarmak, ev seçimini daha titiz yapmak zorunda.

Sonunda Güzin abi de oldum

Dün gelen bir e-posta ile Güzin Abi’liğin kıyısında dolaşmakta olduğumu anladım. Bir o kadar da Güzin Abla köşesini yazmanın ne kadar zor olduğunu.

İşte okurumun derdi:

"Hocam merhaba. 40 yaşındayım. Bir yanda 10 yıllık hayat arkadaşım ve çocuğum bir yanda aşık olduğum kadın. Karımın ve çocuğumun bensiz kalma fikri beni delirtiyor.

Karım yeniden evlenirse mutlu mu olurum yoksa çocuğumun bir yabancı ile aynı evde yaşaması, şımarma haklarını kullanamaması mı demek olacak. Bazen biz bile zor tahammül ederken çocuklarımıza bir yabancı ne yapar.

Bunları düşündükçe çoktan gitmiş olmam gereken evden gidemiyorum. Evde bir savaş havası filan yok. Karımdan nefret filan da etmiyorum. İki aydır yatmıyoruz eşimle. Hep benden sonra olacakları düşünüyorum. Delirmek üzereyim.

Beceremiyorum hocam siz nasıl becerdiniz. (Adı bende saklı)

Yorum: Ne diyeyim ben şimdi. Bir yanda 10 yıllık evlilik, bir yanda çocuk, diğer yanda aşk... Kalbini sesini dinle ayrıl desen olmaz, ayrılma desen olmaz. Of of ne zormuş Güzin Abla’lık.

Okurumun yazdıklarından anladığım "sosyolojik bir baskı ve merhamet duyguları" ile evliliğin sürdürüldüğü yolunda. Öncelikle "elalem ne der ve acıma" duygulardan arınmak gerek. Bir de çocuk ya da çocuklardan ayrılamayacağını bilmek.

Ondan sonra geriye nasıl mutlu olacağına karar vermek kalıyor. Nasıl mutlu olursun sevgili okurum?
Yazının Devamını Oku

Crispino’ya Kurtlar Vadisi önerileri

5 Eylül 2006
Crispino isimli giyim markası, Pana Film’le (ki bu bir yapım şirketi reklam şirketi değil) ile iki yıllığına tanıtım kampanyası için 8 milyon dolara anlaşmış. Dizi film tadındaki (Herhalde Kurtlar Vadisi gibi olacaktır) reklamların senaryosunu Hasan Kaçan yazacakmış (ki Hasan Kaçan reklam yazarı değil). Necati Şaşmaz ve Nefise Karatay da dizi-reklamlarda oynayacaklarmış.

Habere göre Crispino markasının marka stratejisini ve medya stratejisini kimin oluşturduğu belli değil. Reklam işini yapım şirketine ihale eden bir şirketten, yaratacağı marka ve medya kullanımı için bir strateji oluşturmasını beklemenin biraz safdillik olduğunu biliyorum.

Ama yatırdığı paraya baktığımda Crispino geri dönüş elde edemez, Kurtlar Vadisi nedeniyle kurda kuşa yem olursa üzülürüm.

Öncelikle söyleyeyim; ününe baktığımızda Necati Şaşmaz için iki yıllığına 500 bin dolardan fazla ödenmişse kazık yenmiş demektir. Karatay’ın ise varolan ünüyle iki yıllık reklam değeri en fazla 200-250 bin dolar.

Geriye kaldı. 7 milyon 250 bin dolar.

İki yılda dört sezon için dört reklam filmi çekilse 125 bin dolardan o da 500 bin dolar.

Geriye kaldı 6 milyon 750 bin dolar. Her televizyon döneminde 1 milyon dolar yayına ayrılsa, 500 bin dolarda basın kampanyasına (bu kadar büyük bütçeyle basını göz ardı ederek giyim sektöründe reklam yapmak büyük hata olur!) 6 milyon dolar medyaya gider.

Geriye kaldı 750 bin dolar. O da medya planlama şirketi ile reklam ajansının marka, medya yönetimi ve yaratıcılık hakkı.

Crispino bir reklam ajansı ve medya planlama şirketiyle çalışmadığına göre kime neye göre para ödediğini biliyordur umarım. Havadan para kazanmıyorsa mutlaka biliyordur!

Niye mi reklam ajansıyla çalışsın?

Yapılacak iş tanıtımsa reklam ajansıyla çalışması doğal değil mi? Elbiselerini dikiş diken atölyelere mi tasarlattırıyor yoksa tasarımcılarla mı çalışıyor?

RTÜK rezaleti durduracak

"TV kanalları aynı programı üçe beşe yediye bölerek reyting sıralamalarını etkilemeye çalışıyorlar. Bu teknik olarak sakıncalı, RTÜK bu rezaleti durdursun" yazmıştım.

Haber geldi, RTÜK de benim gibi düşünüyormuş. Program parçalamasına son vermeleri için kanaları uyarmış, kısa bir süre içinde de bu konuyu tatlıya bağlayacakmış!

Program parçalamasına hızla devam eden kanalları "açık ve yakın" tehlike konusunda uyarayım dedim.

Ah Polis Olsam tuttu

Bir süredir size Ah Polis Olsam’ın setinden haber vermiyorum. Şu anda beşinci bölüm taze taze dumanı üzerinde çekilmekte. Ekip, oyuncular neredeyse 7 gün 24 saat çalışmakta... Kimsenin başını kaşıyacak, temel ihtiyaçlarını bile giderecek hali yok. Anlayacağınız herkes zor durumda!

Baştan bu dizinin bu kadar zor şartlarda çekileceğini tahmin etmemiştim. Hem aksiyon, hem komedi hem de sesli çekim olunca, bir de Bayrampaşa Çevik Kuvvet gibi her an gerçek aksiyonun en babasının bulunduğu bir yerde çalışılınca ve kadroda da maşallah bir ordu oyuncu olunca önceki dört bölüm büyük bir kaotik set ortamında çekildi.

Böylesine bir kaotik ortama rağmen, öyle iş disiplini olan oyunculardan oluşan bir seçim yapılmış ki, iki aydır çalışıyoruz.

Hálá herkes gıkını çıkarmadan, teknik ekip ne derse gözü kapalı yapıyor. Bekliyor, geliyor, gidiyor; stresli çekim anlarına rağmen ortalığa neşe katmayı da ihmal etmiyor.

Şafak Sezer’in bulunduğu bir ortamın neşesiz olması mümkün mü? Doğal "mizah aura"sı dedikleri bu olsa gerek.

Reytingler ve izlenme payları kış aylarında da "Ah Polis Olsam"la birlikte olacağımızı gösteriyor. Birol Güven ve ekibi her geçen gün çok daha keyifli bir senaryoyla karşımıza çıkıyorlar.

Kanal D’den İrfan Şahin ve Melis Civelek de önceki bölümlerin "reyting doktorluklarını" yaparak yeni bölümlere daha güçlü enerji gitmesini sağlıyorlar.

Yeni yönetmenimiz Şahin Alparslan sayesinde de beşinci bölümde işler iyice kontrole girdi. Tabii ki bütün teknik ekip her an Sinan Çetin’in heybetli nefesini ensesinde hissediyor. Aslında teknik ekip de zor durumda da onların zor durumda olduklarını bile anlayacak halleri yok!

Ah Polis Olsam’da oynama kararını verirken epeyce bir düşünmüştüm. İki ay geçti, beşinci bölüm çekiliyor. Diyorum ki, iyi ki "evet" demişim.

Vatan sağ olsun dönemi neden bitti

Doğudan gelen şehit haberleri sıklaşınca "vatan sağ olsun" dönemi birden bitti, verilen tepkinin boyutu değişti.

Hem şehit ailelerinden hem de medyadan çatlak sesler gelmeye başladı.

Kamuoyu "Kodumu oturtan bir Genelkurmay Başkanı lazım"dan tutun da "Adil şehit verelim, zenginlerin çocukları da ölsün" diyen bir yelpazede konuyu tartışmaya başladı.

Tüm bu tartışmalar bölücü örgütün ekmeğine yağ sürüyor.

İstediklerine ulaşıyorlar. Ölümleri sıklaştırıp, sabır taşını çatlatmak, askeri kışkırtıp haksız oldukları konuda dünya kamuoyunda haklı duruma gelmek istiyorlar...

Sonra da kazanımlar için masaya oturmak.

Burada hataya düşülen nokta, karşıdaki bölücü örgütün kılık kıyafetinden bir avuç çapulcuyla savaşıldığı düşünülmesi. Onlara da düzenli ordu kıyafeti giydirin, saçlarını sakallarını kesin alın size düzenli izlenimi veren ordu.

TSK, Doğu’da savaşıyor, bunu hiç unutmayalım, unutturmayalım. Propaganda savaşını kazanmalarına izin vermeyelim.

Tırtıl

Aşk sadece seksten sonra birine "sevgilim" dedirtme sistemidir (J. Barnes)
Yazının Devamını Oku

Bir Türkiye konsepti önerisi: THINKTURK

4 Eylül 2006
DÜN yazdığım "Türkiye markası ajansını arıyor" başlıklı yazımı okuyan Axel Burla, New York’tan aşağıdaki e-postayı göndermiş. Bakın Axel ne diyor: "New York’ta Parsons School of Design’dan yeni mezun oldum ve tezim 3 Eylül tarihli yazınızla ilgili.

Dünya’nin ülke marka değerlerini araştıran Simon Arnholt Nation Brands Index’e gore(*) Türkiye gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında en düşük ülke marka değerlerinden birine sahip. Bu da Türkiye’ye 13.yüzyıldan beri, özellikle 21. yüzyılda globalleşme ile birlikte, birçok dezavantaj getiriyor.

Sorunun kaynağı din, medeniyet ve kültür gibi tarihi sebepler. Projem Türkiye’nin geri kalmış, dinci ve barbar imajının doğurduğu negatif fikirlere karşı modern, zengin bir tarih ve kültüre sahip, gelişmiş ve Avrupalı laik bir Türkiye mesajı veriyor. Bu şekilde öncelikli amacı olarak Avrupalı’yı düşünmeye itiyor.

Ortaya Avrupa’da maalesef varolmayan modern Türkiye konseptini koyuyor. Bu, projenin isminin THINKTURK olmasının ana sebebi. THINKTURK uygulandığı yere göre her sekle girebilecek bir marka stratejisi.

Örneğin THINKTURK’ün tezimde üzerinde çalıştığım senaryosunda Avrupa’nın büyük havaalanlarının uluslararası yolcu sayıları nedeniyle projenin uygulanmasında çok uygun yerler olduğunu anlattım. Bu senaryoya uygun olarak tasarladığım ürünler içinde CD, akide sekeri, su, gazete bulunan bir "hediye çantaları". Buna göre gerek bakanlıkların veya çeşitli organizasyonların sponsorluğunda modern Türkiye’yi yansıtan genç kız ve erkeklerin bu "hediye çantaları" uçuş kapılarında bekleyen yolculara sunmalarından söz ettim.

Örneğin CD, Sezen Aksu’nun Kardelen projesini desteklediği şarkısı, Candan Erçetin’in İstanbul’u anlattığı ’Bu Şehir’, Sertab Erener’in

Eurovision birinciliği getirdiği ’Everyway that I can’ şarkısı gibi modern Türk müziğinin önemli kadın sanatçılarını kullandım. Kadın

sanatçılar olmasının nedeni CD kapak tasarımının üzerindeki mesajın kadınlarla ilgili olması. Mesaj şöyle: THINK: Türkiye kadınları

ülkeye ritim veriyor. Avrupa’da kadın profesör sayısının en yüksek olduğu ülke Türkiye (ETAN 1998). Bunun yanında Türk kadınları birçok

batı Avrupa ülkesinden önce 1934’te seçme ve seçilme haklarını aldılar."

Uzaklardaki Axel, Türkiye’nin imajından rahatsız olmakta çok haklı. Yurt dışında yaşayan bir Türk’ün Türkiye’nin yurt dışındaki imajından rahatsız olmaması mümkün değil. Türkiye’nin imajı ne yazık ki "türbanlı Başbakan" eşinden sonra çok daha dinci, Arap, Ortadoğulu olarak şekillenmeye başladı. Böyle bir imajın yurtdışında yaşayan Türkler için zorluklarını da tahmin edersiniz.

Değiştirmek için Türkiye’nin bilinmeyenlerini "yaratıcı" projelerle anlatmak şart. Ve de Axel gibi gönüllü Türkiye elçilerinin enerjilerinden yararlanmak.

(*) 2005, www.nationbrandindex.com

Baba bir soru: Shubuo’ya ne oldu

ERGUN Babahan’ın 28 Ağustos 2006 tarihli yazısında "CNN’de susturulmuş, eğer yazılarına karışılırsa bakalım ne yapacak?" sorusunu sorması beni kırmadı. Aksine hoş bir yanıt hakkı doğurduğu için sevindirdi.

Ancak aynı yazıda "Ali Atıf Bir Turkcell’in medya planlamacılarını eleştiren bir yazı kaleme almış. Kurumunu kollayarak yazmış ama yazıyı ustaca kaleme almış" demesi beni oldukça kırdı..

Türkiye’de on büyük medya planlama şirketi var. Hepsinde de çok sayıda öğrencim çalışıyor. Çoğunun yöneticileriyle de yaklaşık on yıl geriye giden dostluklarım var. Bu gün bu medya planlama şirketlerinde stajyer seviyesinde çalışan plancılarından birine bile sorduğunuzda Turkcell’in medya planlarının doğru olmadığını söyler. Neden diye sorduğunuzda da "Kullanılmaması gereken mecraların kullanılmasının gereksiz frekans ve maliyet getiriyor, kullanılması gerekenler kullanılmayınca da erişimi güçleşiyor, uzun süre alıyor" der.

Bırakın sektörün uzmanlarını bir stajyer’in bile böyle bir sağlamayı yapabileceği yerde söyler misiniz nasıl "kurumumu kollamak" için yanlış yorum yapabilirim. Ya da "kurumumu kolladığı görüntüsü verecek" diye nasıl doğruları yazmaktan vazgeçerim. Bu mümkün değil.

Turkcell Türkiye’nin en önemli markası. Yurt dışında bizi temsil eden markamız. Ona gözümüz gibi bakmak doğruları her ne pahasına olursa olsun söylemek zorundayız.

Örnek vereyim. Turkcell’in Shubuo’yu yeni bir marka olarak çıkarıp bir "portal" mantığıyla konuşma dışı hizmetleri pazarlamasının yanlış olduğunu 2003 yılında yazmıştım. "Milyonlarca doları sokağa atıyorsun" demiştim.

Ne oldu? Shubuo nerede? Peki milyonlarca dolar? Turkcell bugün "Turkcell-im" marka genişlemesini niye yapıyor acaba? Canı sıkıldığı için mi?

Eğer 2003’te beni dinleyip Turkcell-im’i o gün "marka genişlemesi" mantığıyla pazarlasalardı bugün milyonlarca dolar ceplerinde kalırdı.

Göreceksiniz Turkcell’in medya planlaması konusundaki yanlışlığı da er ya da geç Bağdat’tan dönecek. Umarım dönüş için üç yıl beklenmez. Sonuçlarını tartışmak bile istemiyorum.

Çekirgelik

Her yurttaş asker olmalı. Yunanda ve Romalılarda böyleydi. Her özgür toplumda da böyle olmalı.

(Jefferson, 1813)
Yazının Devamını Oku

Türkiye markası ajansını arıyor

3 Eylül 2006
HER yıl Kültür ve Turizm Bakanlığı "tanıtım ihalesi"ni ekim ayında açardı. Bu yıl ihale temmuz ayında açıldı. Geçen hafta da reklam ajansları Türkiye markasını anlatan kampanyalarını bakanlığa teslim ettiler. Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Mustafa İsen’i son durum hakkında bilgi almak için aradım. "Bu kez ihaleye üç bölge için (ABD-Rusya, Ukrayna, Türki Cumhuriyetler-Avrupa) temmuzda çıktık çünkü ekim ayı satışlar için önemli" dedi. Dedikodu Wunderman’dan alınan hizmetten bakanlığın mutlu olmadığı yolunda.

İsen’in verdiği bilgiye göre, eylüle kadar tanıtım için 30 milyon dolar harcanmış. Yıl sonuna kadar 20 milyon dolar daha harcanacakmış. Ama bu rakam Maliye Bakanlığı izniyle 20 milyon dolar daha artırılabilirmiş.

İhaleye 20 firma (reklam ajansı ve konsorsiyum) katılmış. 5 Eylül Salı günü, Türkiye’de ilgili meslek kuruluşları, reklamcılar derneğinden bir üye, bir akademisyen ve üç Turizm Bakanlığı elemanı ilk elemeyi yapacakmış.

Sonraki hafta ise Paris’te İngiltere, Fransa ve Danimarka Tanıtım Müşavirleri son aşamayı gerçekleştirip Türkiye markasının turistik iletişimini 2006-2007’de yapacak ajansı seçeceklermiş. Haydi hayırlısı...

Kuşku yok ki ülkelerde ya da dünya kamuoyunda Türkiye markasının sesi sadece turistik iletişimde duyulmuyor.

İhraç ürünlerimiz, diplomatik tavrımız ve tarzımız, global iş dünyasındaki ilişkilerimiz, kültürel etkinliklerimiz, liderlerimiz, yazar, sporcu, sanatçı, bilim adamı gibi tanınmış starlarımız da Türkiye markasını yapılandıran çok önemli sesler...

Düşünün ki Lübnan’a asker gönderdik. Türkiye markası dünya kamuoyunda nasıl algılanır? Ya da göndermedik. Bu durumda algı değişir mi?

Algıyı doğru yönetirsek ne fark eder. Önemli olan TBMM’nin kararı ne olursa olsun, Türkiye’nin davranışına bir "duruş" bir "konum" kazandırmak.

Ülke olarak diplomatik arenada tutarlı bir duruşumuzla, algıyı doğru çerçevelesek her yıl turistik Türkiye’ye yatırdığımız 70 milyon dolardan kesinlikle daha fazla verim alırız.

Sorunun çözümü her Türk vatandaşına, her kuruma, her şirkete Türkiye markasına katkısını öğretmekte. Bu konuya devam edeceğim.

Psikolojik harpte sivil güç

KARA Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ, devir teslim törenindeki konuşmasında bölücü örgüte yönelik psikolojik harp konusunda yetersiz kalındığını söyledi.

Hálá gençler kandırılıp dağa çıkarıldığına göre Başbuğ Paşa’nın dediği gibi bölücü örgütün beyin yıkamakta oldukça etkili olduğu anlaşılıyor.

Bugün 18 yaşında bölücü örgüt tarafından kandırılıp dağa çıkanlar yedi yaşındayken biz neredeydik değil mi?

11 yıl boyunca bu çocuk ne okudu, ne dinledi, ne izledi de Türkiye Cumhuriyeti’ni, Silahlı Kuvvetleri düşman olarak algıladı?

Üzerinde sistematik olarak düşünmek, çalışmak, projeler üretmek lazım.

Psikolojik harp dediğin doğru medyada, doğru mesajı, doğru hedef kitleye verme sanatı.

Askerin sivil beyinleri hiçbir konuda yabana atmadığını biliyorum.

Türkiye’nin iletişim, reklam dahileriyle bir araya gelip bu konu üzerinde iki gün düşünüp, çalışsalar çok parlak stratejiler, taktikler üretebilirler.

Böyle bir çalışmanın iletişimcilere de çok yararlı olacağı kesin. Günün sonunda bugün bildiğimiz tüm yönetim, pazarlama, reklam stratejilerinin çıkış noktası da askeri uygulamalar değil mi?

Ha Ipod ha icat

ÇİSİL gazete okurken kafasını kaldırdı. "Ayket yeni mi çıktı?" diye sordu.

"Efendim, efendim" dedim.

Çisil tekrarladı: "Ayket diyorum ayket, yeni mi çıktı!"

Yine bir şey anlamadım. Yanına gidip okuduğu şeye baktım. Arçelik’in 300 icat çıkardık diyen reklamını okuyordu. Reklamın başlığında kocaman "İcat" yazıyordu. "Yine anlamadım" duygusu yaşarken birden jeton düştü.

Çisil, Ipod’dan (Aypod) yola çıkarak kocaman "İcat" sözcüğünü (Ayket) diye okumuş ve Arçelik’in Ipod benzeri bir müzik aleti çıkardığını algılamıştı.

Türkçe’nin düştüğü duruma bakın! Türkçe’ye acil müdahale şart! Çok acil.

Teknoloji üretenlerin yeni sözcük türetmesi ve dil iktidarını ele geçirmesi normal, Türkiye’deki ise başka bir şey.

Yabancı sözcük kullanma savrukluğumuz canım Türkçe’yi algılamamızı etkilemeye başladı. Neyin Türkçe neyin İngilizce olduğu belli değil artık. Kafalar karıştıkça karışıyor. Bu yeni nesil için büyük tehlike... Acil bir şey yapmak şart. Çok acil!

Not: Yeri gelmişken Arçelik’in "300 İcat" reklamının, hoş duygular eşliğinde mesajını izleyiciye geçirdiğini söyleyebilirim. Arçelik markasının "teknolojik" değerini artıran bir reklam olmuş. Hoşluğu sağlayanlar çim biçme makasıyla şekillenmiş Arçelik ürünleri ve yanağından makas alınan çocuk.

Haydi Babahan derse

GEÇEN pazar 2000’li yılların başında reklam-pazarlama eleştirisi yazmaya başladığımda, Hürriyet yönetiminin nasıl kale gibi arkamda durduğunu anlattım.

Turkcell’in Doğan Grubu’na dahil mecraları kullanmamasını eleştirirken de bir araştırmadan söz edip "Reklamcılar CNN Türk’te beni ve programımı susturdu ama bu araştırma devam ediyor" diye yazdım.

Bir de baktım Ergun Babahan pazartesi günü "Bir’e Bir Soru" başlığı altında "Reklamcı baskısıyla program koyup kaldıran bir kurumda çalışmak Atıf Hoca’yı rahatsız etmiş mi? Yarın yazılarına da müdahale edilirse ne yapmayı düşünür?" diye soru sormuş.

Babahan, yazdıklarımdan programımın "yönetime baskı" sonucunda kalktığı sonucuna nasıl vardı anlamadım. "Atıf Hoca ile Reklam Rekabeti" CNN Türk’te tam iki yıl boyunca yaptım. Yönetim bir kere bile yaptığım eleştiriye karışmadı, bir kere bile programı sansürlemedi.

Reklamcılar iki buçuk yıl boyunca her gördükleri yerde gagaladı. Ekrandaki eleştirilerime karşı eleştirilere yanıt vermekten, aranmaktan, "aslında şöyle demek istemiştim" demekten, "program biraz mizahi bir formatta ama biliyor musun" açıklamasını yapmaktan yoruldum.

Tam bu sırada CNN Türk yönetiminden programın formatını biraz daha genel izleyiciye uyarlamam istendi. Tamam dedim ara verdim. Ama bir daha da kendimde mücadele edecek enerjiyi bulamadım.

Yani sustum, çünkü gagalanmaktan çok yorulmuştum. Ama müjde vereyim "Atıf Hoca ile Reklam ve Rekabet" çok yakında Bahçeşehir İletişim STV öğrencilerinin yapım-yönetimi olarak bu sinemada.

Madem sorudan başladık sorudan gidelim. Babahan’a bir soru da ben sorayım. Kupür dosyamda 16 Mart 2006 tarihli iki adet Sabah’ın Günaydın eki duruyor. Biri o günün ilk baskısından. Manşetinde ünlü bir reklamverenin eşini aldatma öyküsü...

Diğeri aynı günün son baskısından... Reklamverenin aldatma öyküsü kalkmış yerinde Kadir İnanır’ın takım elbise haberi var.

İki hafta sonra okul açılınca ilk derste öğrencilerle bu iki farklı baskıyı analiz edeceğim. Eğer öğrenciler "Niye aynı gün iki farklı baskı?" diye sorarlarsa ne diyeyim sevgili Babahan? Artık görevde olmadığınız için size söylemediler mi? Sorumlu kimse sorup öğrenseniz... Hatta derse gelip öğrencilere iki farklı baskının nedenini kendi ağzınızla anlatsanız.

Ne ders olur ama değil mi? Hele bir de öğrenciler "Yarın sizin yazınız nedeniyle de iki baskı yaparlarsa ne yaparsanız?" diye sorarlarsa... Ne ders olur değil mi? Valla olur. Haydi kırmayın gelin.

Not: Yarın Turkcell eleştirisinde Ali Atıf Bir, Doğan Grubu’nu kollamış iddiasına yanıt vereceğim.

Dinci basın bunu da yazın

UZUN bir süredir dinci gazetelerin tiraj saklama oyununu yazıyorum. Cuma günü Tufan Türenç de bu konuya değindi. Hiçbir dinci gazetenin ABC Tiraj Denetim Kurulu’na aboneleriyle ilgili fatura bilgilerini veremediğini yazdı.

Doğrudur, dinci gazeteler ABC’ye fatura vermekten kaçınıyorlar "Niye vermiyorsunuz?" dediğinizde de "ABC Tiraj Kurumu’nun işi fatura denetlemek değil tiraj denetlemek" diyorlar.

Efendim, niye diğer gazetelerden fatura istenmiyormuş da onlardan isteniyormuş!

Defalarca "niyesini" açıkladım ama yine açıklayayım. Dinci gazetelerin bayi satışları yok denecek kadar az, okur katsayıları da söyledikleri tirajlara karşılık gelmiyor. Diğer gazetelerde ise böyle bir şüphe yok. Dolayısıyla da ABC Tiraj Kurumu, dinci gazetelerin tirajlarından emin olmak için ek denetim göstergelerine bakmak istiyor.

Bunda gocunacak bir şey yok. Vergi denetimlerinde de eğer vergi kaçağı şüphesi varsa denetçiler sadece stok saymakla, fatura incelemekle yetinmezler, örneğin elektrik sarfiyatına bakmak gibi dolaylı denetim yollarına da başvururlar. Bir kaçağı olmayan da gönül rahatlığıyla her türlü belgesini denetçiye verir.

Dinci gazeteler ise fatura vermekten kaçınıyorlar. Çünkü tiraj bilgileri, güçlü görünmek, reklam alabilmek için şişirilmiş aboneliklere dayanıyor. Asıl amaçları dinci propaganda... İslam aşkına Türkiye’yi sarmak ve sarsmak isteyenler dörder, beşer, onar abone olup bu gazeteleri oraya buraya "forward" ediyorlar.

Onlar da şişirilmiş tirajla reklamverenleri "bize reklam verin yoksa bizimkiler sizden mal almaz diye" tehdit ediyorlar. Nitekim reklam vermeyenlerden gücü yettiklerine "perakendeci cemaat şebekelerini" harekete geçirip ambargo uygulatıyorlar.

Bunlar doğru değil mi? Doğruluğunu ispat etmek elinizde. Verin fatura adreslerinizi kurtulun. Vermiyorsanız da artık lütfen susun.

Çekirgelik

Biri bir şeyin bir yerde basılmasını istemiyorsa o haberdir. Gerisi reklamdır.

(Lord Northcliffe)
Yazının Devamını Oku

Formula eleştirime eleştiri

2 Eylül 2006
Türkiye’de bu kadar çok ölümlü trafik kazası yaşanırken Formula 1’e bu kadar çok sahip çıkılmasına biraz içerliyorum. Bu yüzden de Formula 1’e çok fazla sahip çıkmıyorum. Bazen de kızgınlığımı dışarı vurmadan edemiyorum. Bu dışa vurmalarımdan birini okurlarımdan biri yakalamış. Bakın ne diyor:

Öncelikle sözüne değer verilen bir öğretim üyesi ve sonrasında takip edilen bir gazete yorumcusu olduğunuzu düşünüyorum. ’Geçen hafta şu kadar ölümlü kaza oldu, F1’iniz hayırlı olsun’ çekirgeliğiniz bu fikrimi değiştirmedi ancak üzülmeme sebep oldu. Trafik kazaları ile motorsporları etkinliklerini birbirine karıştırmanın ne kadar basit bir hata olduğunu belirtmek istedim.

Spor aracı olarak yollardaki araçların benzerlerinin kullanılması sebebi ile ’ralli’ sporunu sadece hız ve adrenalin sporu olarak adlandırmak çok yanlış. Ralli ile pek bağlantısı olmasa da Formula 1 yarışlarının da günlük hayatta içinde kaybolduğumuz trafik keşmekeşi ile aynı kefeye konulması da çok yanlış. İnsanların Türkiye’ye Formula 1 geldi, daha hızlı gidelim, bak adamlar nasıl sürat yapıyor mantığı ile yaklaşarak bu sporu eleştirmeye kalkmak ve hatta trafikte yaşanan sorunlar ile bu sporu eleştirmek kimsenin haddi değil bence. Bugüne kadar da trafikte kaybettiğimiz canların haddi hesabı yok, Formula 1’in gelmesi ile bunlar arttı mı acaba, hiç sanmıyorum. Zaten varolan bir sorunu Formula 1 çerçevesinden eleştirmek çok seviyesiz bir yaklaşım. Elmalar ile armutları beraber toplamak olmuyor mu bu yaptığınız.

Ayrıca hem ralli sporunda hem de Formula 1 sporunda bizim içinde olduğumuz trafik kurallarından daha kesin ve keskin kurallar da mevcut. Bir ralli pilotu özel etaplar içinde sporun kurallarına uyarken normal etap olarak belirlenen ve iki özel etap arasında herkesin uyması gereken kurallara uymak zorundadır. Formula 1 ise zaten kendi pistinde organize edildiğinden kuralları da kendine has.

Sizden istediğim bu koşullarda Formula 1 ile trafik sorunlarını eleştirmek yerine ülkemizde Formula 1 ve motorsporları organizasyonlarının ne kadar zor şartlar altında gerçekleştirildiğini görmeniz. Gazete sütunlarına yazdığınız satırların geri dönüşlerini ve insanları nasıl etkilediğini çok iyi bilen bir insansınız ve hatta bazen bu nedenle insanları eleştirdiğiniz de oluyor. Bu nedenle aynı hataya kendinizin de düşmemenizi isterim. (Sait Kuş, Ralli Dergisi)

Yorum: Sevgili Sait öncelikle övgülerine teşekkür ederim. Formula 1’in sıkıntılarını çok ama çok yakından biliyorum. Mehmet Ali Talat’a ödül verilmesiyle patlak veren uluslararası kriz de Formula 1’in Türkiye’de ne kadar kötü yönetildiğinin en güzel kanıtı.

Sanırım bir yanlış anlaşılma var. Aslında asiliğim Formula 1’e değil. Trafik kazaları konusunda parmağını kıpırdatmayan bizlerin Formula 1’i bu kadar sahiplenişine. Uzun süre trafik güvenliği konusunda çalışmış, kaza nedenlerini, bu konuda Türkiye’nin eksikliklerini bilen biri olarak "Ayranımız yok içmeye, tahtırevanla gidiyoruz çim biçmeye" durumuna içerliyorum anlayacağın. Yoksa F1’le ne alıp veremediğim olabilir. F1’in trafik kazalarını artırıp artırmadığını bilmiyoruz. Ancak ekranda sigara içeni gören sigara içiyorsa, hız yapanı gören niye hız yapmasın değil mi? Diyebilirsin ki sigara doğal ortamında içiliyor bunun yarış olduğunu herkes biliyor. Haklısın... Elimizde kanıt yok, ne desek boş. Elimizdeki tek kanıt gün geçtikçe artan ölümlü trafik kazaları ve bu konuya F1’e yoğunlaştığımız kadar yoğunlaşmamız. F1’e para yatırdığımız kadar para yatırmamamız. Bilmem anlatabildim mi?

İsmail’in Yerinde kazaya davetiye

Ankara’dan dönüyoruz, hava kararmak üzere. Bolu yakınlarında yemek molası vereceğiz. Bir arkadaşımı arayıp yer sordum. "Berceste" dedi. "Sabah orada kahvaltı ettik. Hem ben oranın atmosferini abartıldığı kadar iyi bulmuyorum" dedim.

Gerçekten de öyle. Berceste’de sabah kahvaltı etmiştik ve yine biraz tatminsiz ayrılmıştık. Nedenini tam açıklayamıyorum. Bir tatminsizliğim var işte. Çeşit mi, hijyen mi, garsonlar mı, atmosfer mi, gelenler mi, çözemiyorum. Arkadaşım "Berceste" deyince hemen "Başka?" dememin nedeni de bu. Arkadaşım duraklamadan "İsmail’in Yeri" dedi ve tarif verdi.

On dakika içinde İsmail’in Yeri’nin karşısında, yolun karşısındaki otoparkta idik. İsmail’in Yeri Ankara’dan İstanbul’a gelirken sol tarafta kalıyor. Yol çok işlek olduğundan yaya geçişini engellemek için gidiş-geliş yolunu demir bariyerler ikiye ayırmış.

Amaaa... İsmailciler arada küçük bir kapı açıp insanları bir görevli sayesinde karşı yolun kenarındaki lokantalarına geçiriyorlar. Vızır vızır işleyen Ankara-İstanbul yolunda bir adamın görevi insanları sağ salim karşıya geçirmek. Hava daha kararmadığı için o işin vahametini anlayamadım doğrusu.

Karşıya geçtik, merdivenlerden çıktık. İsmail’in Yeri ana baba günüydü. Türbanlı ailelerin sayısının türbansızlardan fazla oluşu hemen gözüme çarptı. Camdaki Fatih Üniversitesi sticker’i lokanta sahibinin tercihlerine ışık tutmakta gecikmedi. Aynı zamanda tuvaletteki yoğun abdest alma mekanları da seçilen hedef kitlenin niteliği hakkında bilgi vermekte...

Servis kısa sürede açıldı, yoğurtla salata hemen masadaki yerini aldı. Etler de çok kısa süre içinde önümüzdeydi. Tattım, özellikle pirzola harikaydı. Uzun süredir böyle güzel pirzola yememiştim. Biftek, şiş idare ederdi. Genel sonuç ise oldukça tatminkar. Gidilebilir ve özellikle pirzola tadılabilir.

Çıktığımızda hava kararmıştı. İstanbul-Ankara yolu vızır vızır işlemeye devam ediyordu. Gecenin karanlığı karşıya geçişi zorlaştırmıştı. Ama hálá görevli yaklaşık bir yirmi kişiyi küçücük aralıktan lokantaya geçirmeye çalışıyordu. İnsan hayatını hiçe sayarak..

Neden? Çünkü insan hayatını hiçe saymanın dini imanı yok. Ortada para varsa inananı da inanmayanı da çok rahatlıkla insan hayatını hiçe sayabiliyor. Vakit geçirmeden bu riskli geçiş durdurulmalı. Yoksa birkaç kişi otobüs ya da kamyon altında kalacak...

Bunun neresi Arsen Lüpen

Arsen Lüpen gençliğimin dizisi idi. Çok severdim. Bu nedenle de Arsen Lüpen filminden beklentim çok büyüktü. Ama ilk yarısını izledim, ikinci yarısına dayanamadım çıktım. Filmde resmedilen karakterin Arsen Lüpen’le alakası yok. O olsa olsa Arsen Lümpen olur. Arsen Lümpen’i görmek isteyenler buyursunlar gitsinler. Arsen Lüpen’ciler için çok daha iyi filmler var. Arsen Lüpen gibi hayalimizde beslediğimiz kahramanları sinemaya taşıyanlara da bir öğüdüm var. Ne olur hayallerimize ihanet etmeyin! Emin olun kötü bir film izlemek adama koymuyor ama yıllarca hayalinizde beslediğiniz bir karakteri rezalet bir şekilde görmek insanı intiharın eşiğine getiriyor.

CUMA ALINTISI

Ben bir idealistim. Nereye gittiğimi bilmiyorum ama kendi yolumda ilerlediğim kesin.

(C. Sandburg)

CUMA TAKINTISI

Beykoz’da Kozz isimli bir restoranı öneriyorum bu hafta. Başka bir İstanbul’u Boğaz’ın tam kıyısından görmek istiyorsanız mutlaka Kozz restoranı görmelisiniz. Mezelere, ara sıcaklara diyecek yok. Karides mücver, bademli ahtapot, çerkez tavuğu damağımda tadı kalanlar. Bir de Boğaz’ın dibini oturduğun yerden görmek ve küçük küçük kefalleri elinle beslemek çok güzel. Müzik yapan DJ’i de kutluyorum. Sayesinde çok keyifli bir yemek yedik...
Yazının Devamını Oku