Size fikir vermesi için özellikle bir günü seçip fotoğrafını çektim. Programın en gevşek, serbest zamanın en bol olduğu pazar günü, heyeti üç koldan izlemeye aldım.
Cumartesi günü sabah kahvaltısıyla akşamı eden, katıldıkları son toplantı gece yarısına doğru bittiği için öğle ve akşam yemeklerini bilmecburiye atlayan bazı heyet üyeleri biliyorum. Acısını, pazar günü çıkardılar. Kısa dönem milletvekilleri Hüseyin Yayman ile Muhsin Kızılkaya onlar arasındaydı.
Woodbury Common Outlets adında bir ziyaretgâh var. Şehre yolu düşen her millet gibi Türklerin de ayağını alıştırmayı başarmış bir alışveriş kompleksi. Punduna getirenler gazetecisi ve delegasyon üyesiyle yine oraya akın etti. Eşin dostun siparişleri alındı. Çoluk çocuğa götürülecek hediyeler paketlettirildi. Hava değişimi yoluyla yorgunluk atıldı, kafa dağıtıldı. Dışarıdaki etiket fiyatları üzerinden sağlanan tasarruf da cabası...
Yükte ağır, pahada hafif şeyler satmaktan geliyor Woodbury Common Outlets’in cazibesi. Fakat büyük parayla küçük şeyler satan çekim merkezleri de ihmal edilmedi.
Apple Store’a ilgi, hücum düzeyinde devam ediyor. Gerçi ben gözlerimle görmedim ama rastlayanlar söyledi, 5. Cadde’deki uzun kuyruğa girenler olmuş heyetten.
* * *
BM Genel Kurul açılışına katılacak Başbakan Davutoğlu. Kalabalık bir gazeteci heyeti refakat ediyor.
Hürriyet’ten bu kez ben davetliyim.
Yeni ne var ne yok, son havadisler nedir, asayiş berkemal mi, herkes bıraktığım yerde duruyor mu diye bakınıyorum.
Fazlası var, eksiği yok. Milletvekili danışmanlar Ali Sarıkaya, Taha Özhan ve Ertan Aydın’dan başdanışmanlar Hatem Ete ile Osman Sert’e...
Sabit kadro yerli yerinde. Üstüne genişlemiş de. Diğer müşavir ve milletvekillerinin yanı sıra Antalya Belediye Başkanı Menderes Türel’le sanatçı Özhan Eren gibi isimler de var.
Etrafı kolaçan ederken ön tarafa açılan kapı aralanıyor ve sürpriz bir isim çarpıyor gözüme. Bildiniz, MİT Müsteşarı Hakan Fidan da uçakta. Ama ön bölmede oturuyor, arka kompartımanlarda oturanların arasına karışmıyor.
MİT, kompartımantalizasyon esasına göre çalışan bir gizli teşkilat. Bölümler arasında geçişkenlik yasak olduğundan Müsteşar Bey’in tutumunu anlayışla karşılıyorum. Tedbiri elden bırakacak değildi ya! Latife latife! Fakat hangi kırmızı kaplı dosyaya bakmak için
HALKEVLERİ’nin kurban derisi toplama işine girdiğini görmek beni sevindirdi. Solun en antipatik bayramıdır çünkü kurban.
Haksızlık etmeyelim, sol fikriyatımızın genelde dinle de, dini bayramlarla da arası iyi değildir. Ama özellikle Kurban Bayramı’yla arası çok daha açıktır.
Tersi olmalı değil miydi oysa?
Yardımlaşma, dayanışma, paylaşımcılık, sosyal adaletçilik bakımından sosyalist ideallere en yatkın bayramdır. Yine de oldum olası kurbanın her şeyinden kıl kapar solumuz.
MEHMET Yaşin, pazar günü Hürriyet’te ballandıra ballandıra çocukluğunun Kurban Bayramı sofralarını anıyordu. ‘O eski bayramlar mümkün mü’ başlıklı yazısında. Hangimiz, hangi bayram sormuyoruz ki bu soruyu...
Bir de anlatan, ağız sulandırma üstadı bir gurme olunca sokakları buram buram et kokan, evleri keten masa örtüsü kokan bir mahalleye alıp götürüyor bizi. En uzak hatıralardaki tatlar bile burunda tüten canlı lezzetlere dönüşüyor.
Bir de annesinin tadı damağında kalmış bayram yemeklerini tarif edişi var ki; düğün çorbaları, yaprak sarmalar, pilavlar...
Bir de babasının sebzeli, baharatlı ve bol acılı saç kavurmalarını yâd edişi var. Suyuna taze somun ekmeğini bandırır gibi...
Bayramlaşmak için ziyarete gelenlere ne mi ikram edilirdi? Hacı Bekir lokumlarıyla likör ve sair meşrubatın yanında sunulan kalburabastıları da sayıyor tabiatıyla.
İple çektiği bir bayram sabahına pürneşe uyanmanın heyecanını da tekrar yaşıyor:
“O anları hiç unutmam. Pencerede, babamın namazdan dönmesini beklerdik. O gelince arka bahçede kurban kesilecek, ayağından ağaca asılacak, sarkan ayaklarından birinden açılan delikten balon gibi şişirilecek ve derisi yüzülecekti. Sonra parçalara ayrılıp konu komşuya dağıtılacaktı...
DÜN aynı konuda birçok yazı çıktı, benimki dahil bazıları Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘milli ve yerli’ kavramları ile neyi kastetmediğini anlamaya çalışıyordu.
‘Kastetmiş olamaz’ vurgusu vardı o yazılarda, ‘kastetmemiştir inşallah’ temennisi, ‘yok canım başka bir şeydir’ hüsnüniyeti, ‘umarım kastı o değildir’ şüpheciliği...
Destekleyen yazılar da eleştirel yaklaşanlar da bir tereddüdü, bir tedirginliği, bir konduramama refleksini yansıtıyordu.
Bu bile ortada, ‘elhamdülillah milliyim ve yerliyim’ dolduruşlarıyla geçiştirilmeden açıklığa kavuşturulması gereken tehlikeli bir durum olduğuna işaret etmez mi?
* * *
CUMHURBAŞKANI Erdoğan’ın yerli ve milli tanımına kimler giriyor, kimler girmiyor?
Erdoğan, 1 Kasım’da Meclis’e yerli ve milli 550 milletvekili gönderilmesini istiyor.
Mesela Kürtler o kapsama dahil mi?
Pazar günü Yenikapı’daki ‘Teröre Karşı Tek Ses’ mitinginde dile getirmişti bu isteğini.
HDP Grup Başkan Vekili İdris Baluken de Twitter’dan sıcağı sıcağına sormuştu; “Kürt bir vekil olarak yerli ve milli sayılıyor muyuz? Ya da olabiliyor muyuz? Bilen var mı acaba” diye.
* * *
En kurcalayıcı, en netameli sorulara cevap verirken bile her zamanki mütebessim çehresini bozmadan ihtiyatlı ihtiyatlı konuşuyordu, bütün pozitifliği üstündeydi. Bir ayağı da hep frende. Hep tartıyor; hesapsız, anlık tepkisi yok.
Fevrilik lügatinde yok zaten Abdullah Bey’in. Çatlamaz patlamaz bir sabır taşı mizacen. İtidal üzerindeydi o gece de, 10 düşünüp bir kere laf etti. Her kelimesini ölçüp biçerek. Boğaz bile dokuz boğum...
Sempati toplaması gerekmez miydi? Fakat heyhat!...
Munisliğin, mülayimliğin, yumuşak huyluluğun doz aşımına ilk kez Abdullah Bey’de tanık oluyorum. Ne hikmetse bir kısım izleyiciye fazla geldi. Sosyal medya reaksiyonlarındaki hırçınlığı görüp de hayrete düşmemek mümkün mü?
* * *
Şayet Kürt kimliği bugün hâlâ tanınmıyor, bu kalabalıklar da inkâr ve imha politikalarına örtülü destek atmak için bayrak sallıyor olsaydı belki...
* * *
Şayet inkâr, imha ve asimiliasyon politikaları bugün hâlâ yürürlükte tutuluyor olsaydı...
Şayet JİTEM’in beyaz Torosları hâlâ bölgede kol geziyor, şayet gece yarısı yatağından alınan insanlar ortadan kayboluyor, şayet faili meçhul cinayetler işlenmeye devam ediyor, şayet köy boşaltmalar sürüyor, şayet Türkiye hâlâ 90’ların alacakaranlığında yaşıyor olsaydı...
Şayet bugün hâlâ düz ovada, silahsız yapılamayıp dağa çıkarak silahla yapılabilecek şeylerin Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi işkencehanesi gibi gerekçeleri, Kürt ozanların kaçıp sürgünde yaşamaya zorlanması gibi mazeretleri geçerli olsaydı...