Ahmet Hakan

İstifacıyı takdimimdir

2 Mart 2005
<B>AKP’</B>nin <B>‘Kim kimdir’</B>ini bilmeyenler için peşinen belirtelim:<br><br>Sakın, <B>‘AKP’de bir istifa daha... İstanbul Milletvekili Göksal Küçükali de partiyi terk etti’</B> şeklindeki haberlerden etkilenmeyin. Sakın, Göksal Küçükali’nin istifasını diğer istifalarla karıştırmayın.

Ve yine sakın, bu istifadan yola çıkarak ‘AKP kan kaybediyor, içe kapanıyor, dışarıdan gelenler partiyi terk ediyor’ türünden siyasal analizlere filan kalkışmayın.

Neden mi?

Çünkü bu istifa, o türden bir istifa değil.

***

Bu istifanın ne türden bir istifa olduğunu anlayabilmek için öncelikle Göksal Küçükali’nin hikáyesini tüm yönleriyle ortaya koymak gerekir:

Göksal Küçükali denilince akla ‘Süleymancılar’ adı verilen dini grup gelir. Çünkü Küçükali, ‘Süleymancılar’ grubunun ‘politikaya meraklı’ etkili bir ismidir.

Küçükali 1980 öncesi Adalet Partisi’ne yakındı. 1980 sonrası ise ANAP’lı oldu.

- 1995 seçimlerinde Tayyip Erdoğan’ın önerisiyle Refah Partisi’nden aday olup milletvekili seçildi. Refah kapatılınca Fazilet’e geçmedi. Bu süreç içinde hep Erdoğan’a yakın durdu.

AKP’nin kurulmasıyla birlikte kendisini ‘En ateşli AKP’li’ olarak niteledi.

3 Kasım seçiminin aday listeleri açıklandığı gün ‘Dostlukların son günü’ oldu. Çünkü kendisini ‘listelerin efendisi’ olarak gören Küçükali, alt sıralarda aday olarak gösteriliyordu. Küçükali bu durumu hazmedemedi. Daha seçim yapılmadan öfkeyle Erdoğan’a bir mektup yazdı. Mektupta Erdoğan’a ağır hakaretler vardı. Küçükali ‘seçilemeyeceğini’ düşünüyordu. Öfkeye kapılmış, genel başkana meydan okumuştu...

Küçükali, ‘hakaret mektubu’nu yazdı ama listeden çekilmedi. AKP’nin oy patlamasının doğal sonucu olarak, alt sıralarda yer almasına rağmen parlamentoya girmeyi başardı.

- Ama ortada ‘genel başkana hakaret eden bir mektup’ vardı. Yani köprüler atılmıştı. Bir ‘barış’ umudu da yoktu. Küçükali işte bu noktada rotasını çizdi: Parti içi muhalefet yapmaya kendini adadı.

Hükümetin Irak politikasına karşı çıktı. Arınç’ın ikinci kez Meclis Başkanı seçilmesine itiraz etti. İşin içyüzünü bilmeyenler açısından ‘fevkalade ilkeli siyasetçi’ portresi çiziyordu. Oysa ortada ‘kaderin cilvesi’ vardı ve Küçükali’nin ‘muhalefet yapmak’ dışında pek seçeneği yoktu.

Küçükali adı en son gündeme, Uğur Dündar’ın ‘Arena’ programında geçti. Küçükali, Arena’ya konuşan bir işadamı tarafından ‘Asrın Yağması’ olarak nitelenen büyük bir yolsuzluk olayının ‘aracı milletvekili’ olarak suçlanıyordu. Erdoğan, Arena’daki haber üzerine ‘Gereği yapılsın’ dedi. Ve Küçükali ‘kesin ihraç istemiyle’ disipline sevk edildi.

- Küçükali’nin AKP’den ihracına ‘kesin’ gözüyle bakılıyordu. Ancak süreç tamamlanmadan Küçükali dün istifa etti.

***

Yani bu istifa, ‘Son zamanlarda AKP’de baş gösteren istifa zincirinin son halkası’ olarak nitelendirilmemeli.

Olay, zaten ‘gönderilecek’ bir ismin, ‘Onlar göndermeden bari ben gideyim’ atağıdır.

Uyanık milletvekili, gündemi iyi koklayıp, kendi istifasını, son zamanlardaki istifaların arasına karıştırma ve sıkıştırma kurnazlığını göstermiştir.

Mesele bundan ibarettir.

***

Ama tabii bu ‘kıssa’nın da bir de ‘hisse’si var:

Artık ‘Cemaatler sürü gibidir, onların elebaşlarından birini aday gösteririz, oyları kaparız’ mantığı iflas etmiştir. Çünkü böylesi yaklaşımlar, artık ‘aşiretler’de bile yok. Akıl, mantık ve vicdan, ‘cemaat yapısı’ içinde bile bu derece ‘kiralık’ olmaz.

Üstelik, ‘Cemaatin ileri gelenini aday göster, oyları kap’ anlayışı, bin türlü politik ve ahlaki sorunun yanı sıra, ‘cemaat oyları pazarlamacısı’ adını verebileceğimiz ‘profesyonel simsarlar’ı doğurmaktadır.

Simsarlar da her zaman girdikleri partinin ‘en zayıf halkası’ olurlar.
Yazının Devamını Oku

28 Şubat’ın değiştirdikleri

28 Şubat 2005
<B>BUGÜN </B>28 Şubat...<br><br>Bugün hepimiz, ‘<B>Demokrasi postmodern bir darbeyle kesintiye uğramıştır, demokrasi yara almıştır</B>’ şeklinde özetlenebilecek görüşleri de, ‘<B>28 Şubat demokrasinin önünü açmıştır. Türkiye’yi şeriat rejimine sürükleyen hükümete şanlı ordumuz müdahale etmiştir’ tarzında nutukları da bol bol dinleyeceğiz.

Eğer 8 yıldır aynı şeyleri duymaktan ve okumaktan sıkılmadıysanız, bugün sizin gününüz, lütfen keyfini çıkarın.

Yok eğer ‘Sıkıldım ben bunlardan, artık duymak istemiyorum’ diyorsanız o halde buyurun işin en eğlenceli ve tabii en ‘hakiki’ tarafına.

Madem kocaman ve ciddi adamlar işin bu boyutuna değinmeye tenezzül buyurmuyorlar, biz kendimizi feda edelim.

***

İşte 32 kısım tekmili birden 28 Şubat’ın değiştirdikleri:

28 Şubat’tan önce ‘sakallı’ olmak ve kişisel geçmişi ta ‘Milli Nizam Partisi’ne dayandırmak iki önemli avantaj unsuruyken, 28 Şubat’tan sonra ise ‘sakal kesmek’ ve mümkünse kendine ‘sol bir geçmiş’ uydurmak avantaja dönüşmüştür.

28 Şubat’tan önce gurbetçi parasıyla ‘vahşi kapitalizm’in ümüğünün sıkılacağına kesin iman varken, 28 Şubat’tan sonra ‘Gurbetçinin parasını soydular, ben öteden beri hep bunu söylerdim’ demek moda olmuştur.

28 Şubat’tan önce dindar vatandaşa ‘Taksim’e cami, karayoluyla hac, türbana selam duran rektör’ rüyaları gördürülürken, 28 Şubat’tan sonra rüyalar değişmiştir. Artık ‘toplumsal barış’ herkesin dilindedir. ‘Hele bir AB’ye girelim sonrası kolay’ yaklaşımı parola olmuştur. Taksim’e cami yerine Beyoğlu’nun imam-hatipli başkanı ‘Sevgililer Günü’ kutlamalarına önayak olmaya başlamıştır.

28 Şubat’tan önce hareket içindeki ‘dindar bireyler’in özel hayatları ‘sıkı bir şekilde kontrol altında’ tutulurken, 28 Şubat’tan sonra ‘açılma saçılma’ ile karışık bir sosyalleşme devri başlamıştır.

28 Şubat’tan önce ‘Sultan Fatih Han’ın İstanbul’u fethettiği gibi bütün Türkiye’nin fethedileceği müjdesi verilirken, 28 Şubat’tan sonra bayrağın dikileceği yerin Brüksel olmasında karar kılınmıştır. Artık 29 Mayıs ‘out’, 17 Aralık ‘in’dir.

28 Şubat’tan önce ünlü hatipler, her türlü kötülüğün sorumlularını ortaya koyarken ‘Mason, Bilderbergçi, Yahudi dostu’ türünden sıfatları haykırırken, 28 Şubat’tan sonra bu sıfatları kullananlardan köşe bucak kaçılmaya başlanmıştır.

28 Şubat’tan önce ‘doğum günü’, ‘evlenme yıldönümü’, ‘Sevgililer Günü’, ‘Anneler Günü’ gibi özel günlerin kutlanması bir tür ‘Frenk mukallitliği’ olarak görülür ve kapılardan içeri girmesine izin verilmezdi. 28 Şubat’tan sonra ise bu tür bidatlere tolerans en üst noktaya çıkmıştır.

28 Şubat’tan önce menkıbeler, efsaneler, şifreler hayatın her alanını kaplamışken, 28 Şubat’tan sonra ‘gerçek’ olanca ağırlığıyla hayata damgasını vurmuştur.

28 Şubat’tan önce revaçta olan sözcük ‘dava’ idi ve herkes ‘ihale’ sözcüğüne acayip yabancıydı. 28 Şubat’tan sonra ise ‘ihale’ sözcüğü popüler hale gelirken, ‘dava’dan söz eden ‘arkaik’ kalmıştır.

28 Şubat’tan önce her şeyin başına İslam getirmek modaydı: İslami tatil, İslami edebiyat, İslami ticaret, İslami moda vs. 28 Şubat’tan sonra ise hem bu moda demodeleşmiş, hem de ‘ortalama kültür’ herkesin kültürü olmuştur.

28 Şubat’tan önce çok bağıran alkışı kaparken, 28 Şubat’tan sonra ağırbaşlı konuşmalar yapanlar öne çıkmıştır.

28 Şubat’tan önce farklı hayat tarzlarına müthiş bir yadırgama duygusu ile bakılırken, 28 Şubat’tan sonra ‘farklı hayat tarzı’na sahip olmak yükselmenin birinci koşulu olmuştur.

***

Şimdi soru şudur: İyi mi oldu? Kötü mü oldu?

Eh artık buna da siz karar verin...
Yazının Devamını Oku

Sevgili günlük

27 Şubat 2005
<B>24 ŞUBAT PERŞEMBE:</B> İçimden bir ses <B>‘Etrafındaki herkesi püskürt ve Taksim’e çık’</B> diyordu. Öyle yaptım. Tek başına sinemaya giden adamlara özgü triplerin başında gelen ‘melankolik’ takılma haline en uygun film olduğunu düşündüğüm ‘İçimdeki Deniz’e bir bilet aldım. Filmden çıktığımda kendimi ‘Sıkı filmleri seyrettikten sonra insanı saran sersemletici bir etki’ vardır ya, işte o etkinin kollarına bıraktım. Sonra Tom Hanks’in bu müthiş İspanyol filmi için söylediği ‘Bu filmde oynamak için bir kişiyi öldürebilirim’ açıklamasına kafayı taktım ve kendimi muzır sayıklamaların pençesine bıraktım... Kendi kendime şöyle diyordum: Acaba uluslararası bir sinema sanatçısı, herhangi bir Türk filmini seyrettikten sonra, bırakın ‘Bu filmde rol almak için bir kişiyi öldürebilirim’ gibi iddialı bir cümleyi, ‘Bu filmde rol almak için bir kişiyi dövebilirim’ gibi bir şey söyler mi? Hadi bunu da geçelim, ‘Bu filmde oynamak için bir kişiye hakaret edebilirim’ tarzı bir cümle kurar mı? Sayıklıyordum... Ama birden uyandım. ‘Ne yapıyorsun? Sektöre zarar veriyorsun’ diye kendime sıkı bir ayar çekip Taksim’e doğru boş gözlerle yürümeye devam ettim.

* * *

26 ŞUBAT CUMARTESİ:
Takıldığım kafede asosyal Türklere (ben Türklerin asosyal olabilme ihtimalini her zaman sevmişimdir) sosyalleşme olanağı sunan kocaman bir masa var. Kocaman masa sayesinde müşteriler kendi aralarında ‘Şekeri uzatabilir misiniz?’, ‘Şu gazeteyi alabilir miyim?’ gibi zaruri konuşmalar yaparlar. Yani o büyük masa, bir sohbet imkánına yataklık yapar, gerisi tabii ki size kalmıştır. (Teşvikiye’deki Avrupai bir kafede sohbetler, bir uzun yol otobüsünde olduğu gibi ‘Hemşerim, memleket nere?’ diye başlayacak değil ya.) Bugün işte o masada gazetelere dalmışken birden yanımda, olanca ciddiyetiyle ünlü Alevi temsilcilerinden Profesör İzzettin Doğan’ı gördüm. Selamlaştık. Coşkun Kırca’nın cenazesi için gelmiş Teşvikiye’ye. Biraz sohbet ettik, Alevilik’ten filan konuştuk. Sonra gitti... Benim aklıma ise, ‘çağrışım’ denilen iflah olmaz dürtü sayesinde Cemal Süreya’nın ‘Göçebe’ şiirinden şu dizeler geldi: ‘...Amasya’dan Kars’a kaçmakta olan sayman yardımcısıyla / Alevilikten konuşuyoruz uzun süre / Yanımdaki hep bir gazetede Marilyn Monroe’nun resimlerine bakıyor / Marilyn Monroe öldü diyorum ona / Ölümü siyah bir kakül gibi alnına düşürmesini bildi.’

* * *

25 ŞUBAT CUMA:
Bugün TESEV’in Bilgi Üniversitesi’nde düzenlediği ‘Diyanet İşleri Başkanlığı bir Sünni-Hanefi Kurumu mudur?’ başlıklı paneli yönettim. Panelistler 15’er dakikalık konuşmalarını yaptıktan sonra söz sırası dinleyicilere geldi. Aman Tanrım! Televizyonlardaki tartışma programlarının etkisi, salon toplantılarına bile sirayet etmiş. Canlı yayınlansa reytingleri silip süpürecek denli hararetli bir tartışmanın ardından şu iki kanaat bende iyice pekişti: BİR: Televizyon gerçekten etkili bir alet. İKİ: Bu ülkede Aleviler ile Sünniler arasındaki ihtilaf, birbirlerine sıfır empatiyle yaklaşan temsilciler varlıklarını koruduğu müddetçe bitmez.

* * *

22 ŞUBAT SALI:
Bağlama ustası Ahmet Koç’un dünyaca ünlü Batı müziklerini bağlama ile yorumladığı ‘Paradoks’ adlı albümünü dinledim. Yeniliklere kapalı biri değilimdir. Hatta tuhaf bulunabilecek arayışlara karşı özel bir merakım olduğunu bile söyleyebilirim. (Sırf bu merak duygusu nedeniyle Semra Hanım’ın, Türk sosyal hayatına damgasını vurmuş o ünlü ‘Daldan dala’ repliğinden yola çıkılarak yapılan ‘Daldan dala’ adlı şarkıya bile kulak kabarttım, daha ne olsun...) Ahmet Koç’un ‘Hasta Siempre’, ‘Hotel California’, ‘My Way’ gibi bilinen şarkıları bağlama ile yorumlama çabasına da ilkin bu merak duygusuyla yaklaştım. Sonra da ‘Hiç de fena olmamış’ şeklinde bir yargıya vardım. Ama bu denemeden hoşlanmam başıma bela oldu. Şimdi dünyaca ünlü bir müzisyenden, Batılı enstrümanlarla çalınmış bir ‘Altın Hızma Mülayim’ dinlemek istiyorum ve iflah olmaz bir beklenti içindeyim.

* * *

23 ŞUBAT ÇARŞAMBA:
NTV’de ‘Karşı Görüş’ programını seyrediyoruz. Tartışmayı yöneten Oğuz Haksever, gerçekten iyi bir televizyoncu. Hem konuya hákim, hem de ucuz numaralar peşinde değil. Düzey düşüklüğüne izin vermiyor. Konu seçimi mükemmel. Tartışmacılar hem yetkin, hem de birbirinden farklı görüşlere sahip. Yani iyi bir tartışma için her şey tamam. Ama yine de bir sorun var ki o da şu: Oğuz Haksever, konuşmacılara eşit söz hakkı vermek adına tartışmacıların ne dediğine bakmadan süre dolduğunda sözlerini kesiveriyor. Tamam, ‘adil düzen’ için böyle bir tutum gerekiyor ama işi ‘süreniz doldu’ katılığından çıkarmakta sayısız fayda var gibi geliyor bana.
Yazının Devamını Oku

Yazar beğendi

25 Şubat 2005
<B>İSTER ‘İlgilendiğin mevzuya bak, yakışıyor mu sana’</B> deyin, ister <B>‘Sen bu gidişle Uçan Kuş sitesine yazar olursun’</B> diye kafa bulun, umurumda değil. Ne ‘imaj kaygısı’, ne de aşağılanma ya da dalga geçilme korkusu beni engelleyemez.

Her şeyi göze alarak lüzumsuz, hem de nasıl lüzumsuz bir mevzuya dalış yapacağım.

Kendimi büsbütün ‘korunaksız’ da bulmuyorum. Çünkü elimin altında, ‘Tamam, olay kelimenin en olumsuz anlamıyla fena halde magazin ama kardeşim biz de magazin aleminin kendine özgü diline teslim olmuyoruz ki. Yaptığımız Brecht’in yabancılaştırma efekti gibi bir şey’ tarzında epey ‘fiyakalı’ bir gerekçe mevcut.

O halde hiç çekinmeden olaya dalabilirim.

* * *

Efendim mevzu şu:

Şarkılarından hiçbirine kulak veremediğim şarkıcıların başında gelen Ebru Gündeş, bir televizyon programında ‘Ben bu adamın yüreğini sevdim’ diyerek, Hakan Altun adlı ‘müzik dünyasında neye tekabül ettiğini bile bilmediğim’ şarkıcı sevgilisine yönelik duygularını izhar eylemiş.

Ancak bu ilan-ı aşkın üzerinden daha bir hafta bile geçmeden ayrılık vaki olmuş. Tabii ki ‘Nasıl olur? Bu nasıl aşk? Bu nasıl sevda? Yoksa, yoksa... Bütün bunlar reklam mıydı?’ diye şaşkınlığa düşecek denli ‘piyasa’dan bihaber bir saf değiliz.

Bu yüzden işin ‘büyük aşk-ani ayrılık’ tarafını gayet normal kabul ediyoruz, yadırgamıyoruz. Zaten ‘Bütün riskleri ve aşağılanma sıfatları’nı üzerimize alarak mevzuyla ilgilenmemiz ile ‘piyasanın rutini’ sayılabilecek bu ayrılık olayının pek bir ilişkisi yok. Biz daha çok sevdalı yürekleri ayrılığa götüren o ‘eğlenceli gerekçe’ üzerinde yoğunlaşıyoruz.

İşte ‘eğlenceli gerekçe’nin bütün ayrıntıları:

Birbirlerini ölümüne sevdiklerine ikna olan Ebru ile Hakan, aynı eve taşınmaya karar verirler. Ancak bu sevda öyküsünün ‘aşırı septik’ tarafı olan Ebru, ‘yüreğini sevdiği adam’a karşı müthiş bir güvensizlik içindedir. Bu yüzden sinsi ve hain bir planı devreye sokar.

Ayda üç yüz dolar maaş ve iaşe karşılığı -muhtemelen sigortasız- evde çalıştırılan Ukraynalı hizmetçi kızı kenara çeken Ebru, ‘Bana bak! Hakan’a kur yapacaksın, bakalım bana ne kadar sadık, bunu öğreneceğim, hadi iş başına’ diye bir görev verir.

Hakan karşı karşıya bulunduğu bu zorlu irade sınavından bir biçimde haberdar olur, ‘Yetti artık bu Ebru’nun septikliği’ diye isyan eder ve sadakat sınavını içine sindiremeyerek ‘aşık yürek’ rolünden istifa eder.

(Not: Ne yazık ki eldeki verilerde, Hakan’ın ‘Ebru’nun sinsi planı’nı nasıl öğrendiği konusunda hiçbir ipucu yer almıyor.)

Böylece ‘devlerin aşkı’ mutat olduğu üzere çabuk biter.

* * *

Benim için son günlerde ‘Hiçbir şeyi beğenmiyor’ filan diye tezvirat yapanlara duyuruyorum:

Bakın, işte bu olayı acayip tuttum. Çünkü Ebru’nun ‘sinsi planı’, bana çoktandır unuttuğumuz bir geleneğimizi anımsattı.

Hani henüz süpermarketler bu kadar çoğalmamışken, bakkal amcaların, işe yeni başlayan çıraklarını denemek için yere 10 kağıt düşürerek yaptıkları bir test vardı ya... İşte o geleneği anımsadım ve gülümsedim.

Ve sonra da tabii ki uzaklara dalarak ‘İyi ki bu dünya bana ırak’ diye şükrettim. Sağolasın Ebru... Sağolasın Hakan...

Beni hem güldürdünüz, hem de düşündürdünüz. Allah da sizi hem güldürsün, hem de düşündürsün...

‘Kasa’ya kutlama

TELEVİZYONLARDA türbanlı kadınlara sadece ucuz varoş eğlencelerinde ve ‘Kadının Sesi’ tarzı programlarda rastlıyoruz. Eğitimli türbanlı kadınlara ise ne yazık ki ekranlar kapalı. Tam buna alışmıştık ki geçenlerde bu konuda ezber bozan bir gelişme oldu. Kenan Işık’ın sunduğu, Kanal D’de yayınlanan ‘KASA’ adlı programda yarışmacılar arasında türbanlı bir kadın da yer aldı. Türban sorununun ancak normalleşmeyle çözüleceğini söylüyoruz ya, bana göre işte bu olay ‘normalleşme’ye katkıdır. ‘KASA’yı kutluyorum.
Yazının Devamını Oku

Tek kelime bir insanı açıklar mı?

24 Şubat 2005
<B>NE </B>zaman AKP içinden herhangi bir <B>‘isim’</B> önemli bir makama atansa söze <B>‘Kim bu adam?’ </B>diye giriliyor, ardından da sorular sıralanıyor: ‘Tarikatçı mı? Fethullahçılara mı yakın? Nakşibendi mi? Milli Görüşçü mü? Eşinin başı açık mı? Örtülü mü? ANAP kökenli mi? MHP kökenli mi? Liberal mi? Erbakan’la dirsek teması var mı?’

Bütün bu sorulara verilecek tek kelimelik yanıtlarla, o adamı çözeceğimizi ya da anlayacağımızı sanıyoruz.

Bu yüzden o ‘tek kelime’nin peşine düşüyoruz!

Türkiye’nin sadece şu son üç yıl içinde geçirdiği müthiş sosyal ve siyasal değişimle ilgilenmiyoruz.

Bu değişimin tek tek bireyler üzerindeki keskin etkisinden haberimiz yok!

Değişimin sarsıcı ve dönüştürücü yönü üzerinde hiç düşünmemişiz!

Varsa yoksa o tek kelime...

O tek kelimeyi duyacağız, eski kalıplara vuracağız, yargımızı pekiştireceğiz ve rahatlayacağız!

Oysa şunu hesaba katmalıyız: Tek kelime bir insanı açıklamaya yetmez!

***

Şimdi biraz kafa konforunu bozmanın, akılları karıştırmanın, kalıplarla düşünmeye alışmışları şaşırtmanın tam sırası...

O halde gelin son günlerde gazete köşelerinde tartışılan iki AKP’linin üzerinden, ‘tek kelimelik yargıların’ sağlık derecesini saptamaya çalışalım:

ATİLLA KOÇ: Erkan Mumcu’nun yerine atanan yeni Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’u yıllardır tanıyan biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Onun için ‘Milli Görüşçü’ yargısında bulunmak tam bir haksızlıktır. Çünkü Atilla Koç, ‘Milli Görüş’ adı verilen akımın ne ilk şekliyle, ne de son şekliyle hiçbir zaman tam olarak barışık olmamıştır. Koç, her zaman bu akıma eleştirel yaklaşmıştır. AKP içinden ‘dışa açık, kültürel birikimi tam, sosyal ilişkileri kuvvetli’ birkaç isim say deseler, onun adı benim listemin tepesinde yer alır.

BEŞİR ATALAY: Eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün, hiçbir evrensel ve hukuki yönteme dayandırmadan yaptığı uygulamaların kurbanı olduğu için adı ‘irticacı’ya çıkarılmaya çalışılan Beşir Atalay, bence Türkiye’nin en saygın sosyal bilimcilerindendir. Adı iki kez Çankaya’ya sunulmuş mudur, Sezer iki kez ‘Atalay olmaz!’ demiş midir, inanın bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Eğer Beşir Atalay, Milli Eğitim Bakanı olabilseydi, kesinlikle ‘Milli Görüş’ kontenjanından filan oraya girmezdi. Çünkü Atalay, Milli Eğitim konusunda kapsamlı araştırmaları olan titiz bir bilim adamıdır. Hükümet politikalarında ‘liberal demokrat’ anlayışın uygulamalarına tam destek verir. Üslupsuzluklara, hamasete asla tahammül edemez. Yani ‘irticacı’ dendiğinde aklınıza neler geliyorsa, Beşir Atalay işte onların tam tersini temsil eden bir isimdir.

***

Ve kıssadan hisseler:

BİR: AKP içinde kökeni ‘Milli Görüş’e dayanan kişiler var; ama ‘Milli Görüşçüler’ yok. Unutmayalım, eskiden Milli Görüşçü olanlar, dönüştü ve değişti. Bu değişimin yapay olmadığı iki buçuk yıllık süreç içinde kanıtlandı.

İKİ: AKP içindeki eski ‘Milli Görüşçüler’, Erbakan hareketinin temel yaklaşımlarından, üslupsuzlarından, ideolojik yanlışlarından kurtulmak için Saadet Partisi yerine AKP’ye geçtiler. Eğer onların hálá ‘Milli Görüş’ rüyasını gördüklerini düşünürsek, o zaman neden Saadet’te değil de, AKP’de yer aldıkları meselesini de halletmemiz gerekir.

ÜÇ: AKP içinde kökeni ANAP, DYP ya da MHP olan birçok isim, kökeni ‘Milli Görüş’ olan isimlere göre daha tutucu, daha dışa kapalı ve daha millicidir. Yani AKP içindeki isimleri değerlendirirken, eşinin başının açık ya da kapalı olmasına veya kökenine bakmak, fena halde yanıltıcı olabilir.

DÖRT: DYP’den AKP hareketine geçen Hüseyin Çelik ile AKP’ye ‘Milli Görüş’ kökeninden gelen isimler arasında ideolojik yaklaşım, üslup ve temel görüşler bakımından genel olarak fark yoktur. Yani Hüseyin Çelik, eğer Milli Eğitim Bakanlığı görevinden alınıp Kültür Bakanlığı’na getirilecekse, bunun anlamı ‘Liberali görevden al, Milli Görüşçüyü getir’ filan değildir.

BEŞ: Bir süre önce AKP’den istifa eden Erkan Mumcu, parti içinde genel bir rahatsızlığın somut ifadesi değildir. Erkan Mumcu, bu anlamda sıradışıdır.

***

Yani demem o ki kalıplara teslim olmayalım ve olayı anlamaya çalışalım.

Alexis Carrel’in ‘İnsan, Bu Meçhul’ yaklaşımını aklımızdan çıkarmayalım.

Hele henüz ‘düşünsel oluşumu’nu tamamlayamamış bir parti olan AKP söz konuysa, ‘AKP’li, Bu Meçhul’ demeyi hiç ihmal etmeyelim.
Yazının Devamını Oku

Telegol’ü şikáyetimdir!

23 Şubat 2005
<B>TMSF </B>Başkanı Sayın <B>Ahmet Ertürk!</B> Biliyorum, işiniz çok.‘Star’ı üç vakte kadar satıyoruz’, ‘CINE 5’in turşusunu kuruyoruz’, ‘Yabancıya satmayız’, ‘Yerliye koklatmayız’ şeklinde özetlenebilecek sihirli bir denge politikasını, bu kadar süre yürütebilmek, gerçekten her babayiğidin kárı değildir.

Üstelik elinizin altındaki televizyonlara yönetici atamak, atanan adam ‘yolsuz’ çıkınca yerine yenisini bulmak, sonra o da olmayınca bir başkasını bulmak filan...

Gerçekten işiniz hem çok, hem de zor!

Bu yüzden bu ‘şikáyet mektubu’nu size hitaben yazıp yazmama konusunu çok düşündüm.

Yürüttüğünüz müthiş ‘denge politikası’nın farkında olduğumdan, bunca işinizin arasında sizi rahatsız etmemeyi tercih ederdim, buna inanın!

Ama gelin görün ki, ‘görevden al-göreve getir’ keşmekeşi nedeniyle, şimdilik mevzunun hakiki muhatabı sizsiniz!

Yani biraz vaktinizi alacağım, üzgünüm...

***

Bilmiyorum, pazar akşamı, hadi televizyoncuların çok sevdiği o klişeyi kullanalım, ‘Türkiye’yi sarsan yüzyılın skandalı’nın patlatıldığı ‘Telegol’ adlı programı seyretme imkánı bulabildiniz mi?

Ben seyrettim.

Ve bir ‘sabık televizyoncu’ olarak utanç duydum.

Hayır! Programda ele alınan konunun derinliklerine dalarak ‘Ersun Yanal yargısız infaza tabi tutulmuştur’ filan demeyeceğim.

İşin o kısmı da bence tartışmaya değer; ama benim için asıl utanç kaynağı, programın ilerleyen dakikalarında sergilenen bir ‘tartışmasız ayıp’tır!

***

Dilerseniz, önce ‘Telegol’ adı verilen programın yapısal analizini yapalım:

Telegol’de programın akışını yürüten bir ‘sunucu’ var, sunucunun yönlendirmeleriyle konuşan ‘yorumcular’ var ve bir de sıfatı ‘Star Spor Müdürü’ olan, ancak programdaki hakiki konumu ‘racon kesen adam’ olan Serhat Ulueren adlı bir kişi var.

Serhat Ulueren orada her şeyin hákimi!

Sunucuya canlı yayında emirler veriyor, hoşuna gitmeyen bir yorum duyduğunda yorumcunun sözünü kesiyor, canlı yayında konuşan konuklarla ağız dalaşına giriyor, kendi tezlerinin milim dışına çıkıldığında agresifleşiyor!

Bilmiyorum, Star’daki ‘yönetim boşluğu’ndan mı istifade ediyor nedir, tehlikeli bulduğum tutumunun dozajını her programda artıran bu arkadaş, pazar akşamı, artık işi zıvanadan çıkardı!

***

Serhat Ulueren, pazar akşamı Milli Takımlar Teknik Direktörü Ersun Yanal hakkında ‘çok önemli’ suçlamalar içeren telefon görüşmelerini yayınladı.

Üslubu, konuşma tarzı ve ortaya koyduğu iddialarla hiç de güven vermeyen futbolcu Cafer’in, Ersun Yanal’la ilgili suçlamaları ‘tek yanlı’ olarak ekrana sürüldü.

Ardından da bu suçlamalarla ilgili olarak bir tartışma açıldı.

Programdaki yorumcular üzerinde, Serhat Ulueren’in ‘Suçlamalar kesinlikle doğru! Ersun Yanal’ın suçluluğu kanıtlanmıştır! Bu adamı neden şu anda görevden almıyorlar!’ tarzındaki baskısı acayip etkili oldu ve Ersun Yanal’ın ipi çekildi.

İşte tam bu sırada programa Futbol Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi Ufuk Özertem bağlandı. Özertem, son derece nazik bir üslupla önce iddiaları araştıracaklarını söyledi, ardından iddiaların pek de ikna edici olmadığını söyledi.

Vay sen misin bunu diyen? ‘Bizim’ Serhat Ulueren ne yaptı biliyor musunuz? ‘Kesin bu adamın sözünü? Kesin bu telefon görüşmesini! Bu adamı dinlemek istemiyorum’ dedi.

Orada ‘yorumcu’ sıfatıyla bulunan Ziya Şengül, ‘Yahu Serhat, adamı dinlemedik, bırak konuşsun’ diyecek oldu; ama o da susturuldu.

***

Sayın Ahmet Ertürk! Bu bir ‘yayıncılık cinayeti’dir! Bu ‘kutsal cevap hakkı’na saygısızlığın zirve noktasıdır! Bu bir ‘Ben yaptım oldu’ anlayışıdır.

Lütfen Serhat Ulueren adlı kişiye ‘dur’ deyiniz!

Ve lütfen bu satırları, ‘haksızlık karşısında susmak istemeyen bir adam’ın şikáyeti olarak değerlendiriniz.

Ekmek suyla undan ibarettir, maruzatım bundan ibarettir.
Yazının Devamını Oku

Oradan buradan

21 Şubat 2005
<B>BAŞLI </B>başına yazı mevzusu yapmak için <B>‘yeterli’</B> olmayan ama boş geçildiğinde kesinlikle yazık olacak <B>‘mevzucuklar’</B> vardır. İşte elimde bir miktar onlardan mevcut!

Malum, ‘Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz, israf haramdır’ şeklinde bir ilahi buyruğa muhatabız, biz de ona uyalım ve elimizde birikenleri sizlerle paylaşalım:

Okan Bayülgen’in Zaga’sında gördüm: ‘Size Anne Diyebilir miyim?’ adlı korkunç programda yer alan ‘kaynana adayları’ndan biri, yüzünü alabildiğine korkunç yaparak (bunun için fazla uğraşmasına gerek olmadığını belirtmeliyim), ‘gelin adayları’ndan birine şöyle bağırdı: ‘Artiisst! Artistsin sen!’. ‘Yüzünü korkunç yapan’ kadının amacı, kızın hilekar, desiseci, ikiyüzlü, sahtekar filan olduğunu en incitici şekilde haykırmaktı. Bu amaca ulaşmak için bulabildiği en uygun sözcüğün ‘artist’ olması manidar değil mi? ‘İşte halkımızın sanata ve sanatçıya bakışı’ diye yorum yapsak fazla mı ileri gitmiş oluruz?

***

AKP’de adı Ersönmez Yarbay olan bir milletvekili var. Denizli şivesine yatkın konuşmasıyla dikkat çeken Ersönmez Bey, benim her ay yakından takip ettiğim ama AKP ileri gelenlerinin pek takip etmediklerini düşündüğüm ‘Ekspres’ dergisine bir mülakat vermiş. Uzun röportajda son derece cesur açıklamalar yapmış Ersönmez Yarbay. Bence Ersönmez Bey’in bu cesaretinden AKP ileri gelenleri de haberdar olmalı. Bu yüzden buraya onun şu cümlelerini almakta yarar görüyorum: ‘Kültürümüzde padişahlığa yatkınlık vardır. Bu yüzden başkanlık sistemine karşıyım. Mesela bir toplantıda bütün milletvekilleri parti başkanına ‘senin sayende milletvekili olduk’ derse, adamı padişah yapmış olursunuz. Erdoğan olmasaydı da bu hareket oy alırdı. Güzel bir söz vardır: Şeyh uçmaz, müritler uçurur.’

***

Bir manken kız, kendisine kavalyelik yaptığı iddia edilen ‘büyük’ gazeteci için ‘O benim babam gibidir’ dedi. Kenan Doğulu da ‘Sevgililerimi kızlarım gibi görüyorum’ demiş. Alem enseste mi kesti nedir?

Yer Sinan Çetin’in ‘Plato’su. Bir grup gazeteciyle ‘Plato’ ürünü olan ve gösterime girmek için 4 Mart’ı bekleyen ‘Pardon’ filmini seyrettik. Hafif karartılmış ortamda seyredilen filmin ardından ışıklar yandı ve az sayıdaki gazeteciye o uğursuz soru soruldu: ‘Nasıl buldunuz?’ Çektikleri filmden hem de nasıl emin olan heyecanlı gözler size ‘Ne olur beğenin, gıcıklık yapmayın, biz bu film için çok uğraştık’ diye bakıyordu. Bir yandan da misafir pozisyonundasınız. ‘Harika olmuş’ deseniz, ‘Ulan herif numara mı yapıyor? Kibarlık gösterisi olabilir mi bu?’ kuşkusu üzerinizde olacak. ‘Ben beğendim’ deseniz, ‘Bak işte! Harika demedi, garanti beğenmemiştir’ diye düşünecekler. ‘Berbat bir film’ demek yürek ister! Yani demem o ki, şu yeni yeni başlayan ‘gazetecilere filmi önceden göstermek’ geleneğine bir son verilsin. Tarafsız sahada ve hiçbir etki altında kalmadan izleyelim şu filmleri! Hem biz, hem de ‘eser sahipleri’ gerilmesin! Hayat bayram olsun filan.

***

Ve Cumhuriyet Gazetesi de Yılmaz Erdoğan’a ‘bindirdi’. İşte Cumhuriyet’teki başlık: ‘Yılmaz Erdoğan, filmini beğenmeyenleri saldırganca yanıtladı: ‘Bilet parası kadar konuşun!’ Anlaşılan onun tek ölçütü artık para.’ Bence Yılmaz Erdoğan’ın ‘antipatik bir figür’ haline gelme tehlikesi karşısında acilen bir şeyler yapması gerekir.

Altemur Kılıç, ‘Çetin Altan’la bir yerde karşılaşırsam, yüzüne üç tokat atmak isterim. Biri, milletim için, biri ordum adına, üçüncüsü de kendim adına...’ demiş. Son günlerde yaşı ilerlemiş erkeklerin ‘aşk, meşk ve genç kalma’ üzerine yapıp ettiklerini görüp, duruma ‘alaycı’ yaklaşanlara şunu söylemek isterim: Ya onlar da Altemur Kılıç gibi olsalardı, onun söylediklerini söyleselerdi, daha mı hoşunuza gidecekti? Bence Altemur Bey, acilen ‘aşk, sevda’ işlerine dalmalı. O alan, nasıl söyleyeyim, hiç olmazsa izleyenlerin keyifli dakikalar geçirmesini sağlıyor.
Yazının Devamını Oku

Söylesem öldürürler sussam ben ölürüm!

20 Şubat 2005
<B>BELKİ, ‘Hayat güzeldir’</B> diyerek herkese çiçek, böcek gönderen ama sıra bana gelince nedense sadece diken sarkıtan <B>‘sevgili’</B> <B>İclal</B> inanmayacak, numara yaptığımı filan düşünecek ama gerçekten de <B>‘Bu filmlerden uzak durun’</B> tartışmasından artık uzak durmak istiyorum. Çünkü iş uzadıkça ‘sevgi insanı’ İclal’in de olanca acımasızlığıyla saptadığı gibi ‘hem şikáyet edip hem de uyuzu kaşıyan’ pozisyonuna düşüyorum.

Sıkıldım bu işten.

Adamın biri çıkıp bir şey söylüyor, cevap versen, ‘Bak işte kaşınıyor’ diyorlar. Sussan, ‘İşte adamı böyle sustururlar! Korktu, kaçtı!’ suçlaması el altında hazır tutuluyor.

Bir de insanoğlunda var olan ‘gerçeği haykırma’ güdüsü her taraftan beni sarınca ortaya, o eski Kerkük türküsündeki durum çıkıyor: ‘Söylesem öldürürler, sussam ben ölürüm.’

* * *

Belki de en iyisi, şu okur mektubuna yanıt vererek bu işi bitirmek:

SORU: ‘Bazı filmler hakkında yaptığınız o tartışmalı ‘uzak durun’ önerinizi okuduğumuzda sizin dünya görüşünüze karşı olan eşim, ‘Bu adamı dinlemeyelim, inadına gidelim’ dedi. Tuttuk, o üç filmden birine gittik. İlk 15 dakika sonra kendimizi dışarıya zor attık. Ne olur bizi affedin! Bundan sonra siz ne derseniz ona uyacağız. Şimdi lütfen söyleyin, ‘Eğreti Gelin’e gidelim mi?’ (Mehmet Temel, İstanbul).

CEVAP: Bakın Mehmet Bey! Filmler ikiye ayrılır: Haklarında ‘Beğendim’ ya da ‘Beğenmedim’ denilebilecek türden filmler ve haklarında ‘Beğendim’ ya da ‘Beğenmedim’ bile denilemeyecek kadar berbat olan filmler! ‘Buna kim karar verecek?’ diye güya sıkıştırıcı sorulara filan gerek yok. En asgarisinden gusto, izan ve beğeni düzeyine sahip herkes, izlediği film hakkında, ‘Bu film klasman dışıdır’ ya da ‘Bu ne kardeşim! Bu film bile değil’ diyebilir! Tabii eğer ‘ahbap çavuş ilişkisi’ içinde değilse. Tabii eğer, ‘Aman bizim Tayfun’u darıltmayalım, çocuk daha ilk filmini çekti. Film berbat ama bunu kimseye söylemeyelim’ anlayışında değilse. Neyse... Gelelim soruya: ‘Eğreti Gelin’i gördüm. Ben sadece bu filmin ‘beğendim’ ya da ‘beğenmedim’ demeye değecek hakiki bir film olduğunu belirtebilirim. Bundan ötesi zevke ve sinema eleştirmenlerine kalmış.

* * *

Bu arada bir de ‘misyonerlik’ tartışmasını başımıza sardık. Bu konuda da belki bir ‘son cevap’ olur diye, Mustafa Başoğlu’nun şahsında merak edenlere bir yanıt vermek iyi olur belki.

SORU: Sayın Ahmet Hakan. İmam hatip lisesi mezunu bir insan olarak, misyoner faaliyetlerini onaylayan ve bu faaliyetlere karşı çıkanları kınayan bir yazı yazabileceğinizi hiçbir zaman aklımın köşesinden bile geçirmezdim. Sizin bu tutumunuz, Türk insanı ve özellikle bazı aydınların, yazarların ve yorumcuların nasıl hızlı bir şekilde saf değiştirdiğini kanıtlamaktadır.

(Mustafa Başoğlu, T. Sağlık İşleri Sendikası Genel Başkanı)

CEVAP: Gerçi sorudan çok bir saptama bu ama olsun, biz yine de sağlık işlerinden ziyade köşe yazarlarına açık mektuplar gönderme konusunda azmi ve gayreti göz dolduran Sayın Başoğlu’na bir yanıt verelim: Sayın Başoğlu! Lütfen şu ‘Misyonerler geliyor’ psikozundan kendinizi kurtarın! Madem kendinizi ‘dindar’ olarak tanımlıyorsunuz, o halde şunu size hatırlatabilirim: Bir insanın dinini anlatmasının yasaklanması, her şeyden önce insanlığa aykırıdır! İnsanlığa aykırı olan şey İslam’a da aykırıdır. Vallahi, belki üzüleceksiniz ama Mustafa Bey, bana imam hatipte bunu öğrettiler. Benim saf değiştirmem meselesine gelince: Saf değiştirmekten gocunacak biri değilimdir, hayatımın her döneminde her konuda hem saf, hem de görüş değiştirdim. Girmediğim cemaat, izinden gitmediğim önder kalmadı. Ama hayatımın hiçbir döneminde ‘misyonerlik yasaklansın’ anlayışında olmadım. Çünkü ben, bir görüşün, bir düşüncenin ve bir dinin anlatılmasının yasaklanmasını istemenin, her şeyden önce ‘ayıp’ olduğu yaklaşımını, aklımın ermeye başladığı dönemden beri kendime ilke edindim.

Amerika nasıl sevilir?

ABD’
den gelen ‘Bizi sevmek mecburiyetindesiniz’ talebine nasıl karşılık verebiliriz? Bu konuda benim bir önerim var: Rafet El Roman’ın ‘Amerika’ adlı şu şarkısını yeniden tedavüle sokalım:

‘Burası New York Amerika / Evler karıştı bulutlara / Nasıl bir zaman / Nasıl bir yaşam / A memo / İnsanlar nasıl simsiyah, kızıl beyaz / Sokaklar basketbol, müzik ve dans / Öyle bir zaman, öyle bir yaşam / Macera dolu Amerika Amerika Amerika / A Memo / Gece variller ateş ateş / Etrafta sis duman ve cankiler / O repçiler ve rakçılar / O Memo / Burası Teksas Amerika / Herkes çizme, fötr, kot pantolon / Öyle bir yaşam inan a Memo’
Yazının Devamını Oku