10 Mart 2005
<B>ŞU </B>meşhur <B>‘Dünya Kadınlar Günü Dayağı’</B>nın ardından ortaya çıkan nevzuhur <B>‘polisin aşırı güç kullanımı’</B> ya da <B>‘orantısız şiddet uygulaması’</B> gibi afili lafların fevkalade tehlikeli bir süreci başlatacağından endişe ediyorum. Bu nedenle bu tabirlere meraklı herkesi uyarıyorum:
Arkadaşlar!
Olayın bizim lisanımızdaki tam adı ‘polis dayağı’dır.
Ne olur, her şeyi mis gibi özetleyen güzelim ‘dayak’ sözcüğünü bir tarafa bırakıp, Frenkçe’den aparma ‘orantısız şiddet kullanımı’, ‘aşırı güç uygulaması’ gibi ‘fiyakalı’ tabirlere yaslanmayalım.
Zira polislerimiz, bu tarz afili tabirlerin etkisinde kalarak göstericilere meydan dayağı atarken ‘fevkalade Avrupai bir eylem’ yaptıklarını sanabilirler...
Bu nedenle aman ‘dayak’ sözcüğünden şaşmayalım.
***
Ama bu kaygımız nedeniyle, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın, İstanbul çapındaki bir kentte ‘polis müdürlüğü’ görevini daha fazla sürdürmemesi gerektiğini anlatırken ‘orantısız müdür kullanımı’ gibi bir tabiri kullanamayacağımız düşünülmesin.
Bal gibi de kullanırız.
Çünkü olay, tam anlamıyla bir ‘orantısız müdür kullanımı’ olayıdır.
Başta İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu olmak üzere hükümet yetkililerinden, İstanbul’da artık eza ve cefa noktasına ulaşan, ‘orantısız müdür kullanımı’ uygulamasına derhal son vermelerini talep edebiliriz.
Yani tabirin bu maksatla kullanılması hem faideli, hem de caizdir.
***
Maruzatımız şudur:
Celalettin Cerrah Bey, dünyanın en büyük metropollerinden olan İstanbul’da ‘sıfır iletişim’ kurarak görev yapmayı kendine şiar edinmiş bir emniyet müdürü olmakta çok kararlı.
İstanbul ‘hırsızlar başkenti’ olmuş, Müdür Bey ortada yok.
Bazı sokaklarda soyulmadık bir tek Emniyet Müdürlüğü binası kalmış, Müdür Bey’den tık yok.
Sabahın 9’unda, kentin en turistik caddesinde eski Baro Başkanı tinerci dehşetini yaşıyor, Müdür Bey’den çıt yok.
‘Ulaşım’ filan gibi devasa sorunlar ikinci plana düşmüş, ‘güvenlik’ İstanbul’un en büyük sorunu haline gelmiş, kentin emniyet müdürü sus pus.
Kapkaç rutine binmiş, Müdür Bey’den tek kelimelik bir uyarı bile yok.
Bir sokak gösterisine yapılan polis müdahalesi yüzünden neredeyse Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri çıkmaza girmiş, Müdür Bey kayıp.
Görünürde sadece Vali Bey var, o da durumu kurtarmaya yönelik iyi niyetli ama ‘iletişim bilimi’nin hiçbir kuralına uygun düşmeyen çırpınışlar içinde.
O çırpınışlar da, ‘Polisimizin eğitim sorunu var’ tarzı klişeyle başlıyor, ‘özlük hakları’ gibi bıktırıcı mazeretle bitiyor.
***
Cerrah örneği şunu göstermiştir:
İstanbul denilen bu şehir, ‘Biz öyle sizin bildiğiniz medyatik olmaya çalışan müdürlerden değiliz. İşimizi yaparız, o kadar’ tarzında tavırlar koyan, demode tevazu gösterisine meraklı, eski usul ‘müdür baba’lara çok büyük geliyor.
Bu şehir artık, çağdaş yöntemleri benimsemiş, akılcı, inisiyatif kullanan, güvenlik konusunda toplumun ortak tepkilerini doğru yerlere kanalize etmeyi başarmış, personelini çağdaş değerler doğrultusunda eğiten, toplumla iletişimini sektirmeyen, genç ve dinamik bir müdüre ihtiyaç duyuyor.
Celalettin Cerrah, görev yaptığı süre içinde ‘aranan kan’ olmadığını kanıtlamıştır.
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2005
<B>LÜTFEN ‘Hayırdır inşallah’</B> deyin. <br><br>Çünkü sizlere dün gece gördüğüm rüyayı anlatacağım: Rüya bu ya, güya ben üniversitede öğrenciyim.
Üniversite öğrencilerine özgü esrik ruh hali ve kayıtsız alışkanlıkla okula geliyorum.
Kapıdan girdiğim andan itibaren o gün okulda bir tuhaflık olduğunu inceden seziyorum.
Herkeste tatlı bir heyecan, sevinçli bir telaş...
Anlamadığım bu tuhaf durumu çözmek için etrafa kulak kabartıyorum; her yerde ‘Türban sorunu çözüldü’ cümlesini duyuyorum.
Sonra herkesin aynı mevzuyu konuştuğunu fark ediyorum.
Öğrenciler birbirlerine ‘Türban sorunu çözüldü’ diye ‘günün haberi’ni veriyorlar.
‘Ne? Türban sorunu çözüldü mü? Nasıl olur bu?’ diye haberi atlamış olmanın telaşı ve tarihe tanıklık etmenin heyecanıyla kekeliyorum.
Hiçbir şeyden haberim olmamasından garip bir zevk aldığını fark ettiğim okulun en gıcıklarından bir öğrenci, alabildiğine ‘fırlama’ bir edayla şöyle diyor:
‘Hey dostum! Senin de hiçbir şeyden haberin yok. Etrafa bir baksana.’
Hemen etrafa bakıyorum.
Bir de ne göreyim:
Etraf çeşitli boy ve kiloda onlarca Reyhan Gürtuna kaynıyor.
Pembe, beyaz, mor, koyu mavi korkunç şapkalar ve şapkaların altından kendini belli eden -tabii en az şapkalar kadar korkunç- eşarplar.
Ve bütün Reyhan Gürtuna’ların yüzünde adamı ifrit eden aynı ifade:
Dudaklara kondurulmuş ironik bir kıvrım ve muzaffer bir eda.
* * *
‘Hayır, olamaz’ diye bağırarak uyandığımda karabasan sonrasının yorgunluğu ve teriyle baş başaydım.
Rüya o kadar inandırıcıydı ki, hemen televizyonun uzaktan kumandasına saldırıp sabah haberlerini açtım. ‘Acaba gerçekten Reyhan Gürtuna modeli örnek kabul edilerek türban sorunu çözüldü mü?’ diye tedirginlik içinde biraz haberlere baktım.
Haberlerde her şey olağan seyrindeydi:
Dünya Kadınlar Günü nedeniyle dövülen kadınlar, AB yetkililerinin dövülen kadınlar nedeniyle yaptıkları eleştiriler ve bizim yetkililerin ‘Ne yani? Avrupa’da da polis dövmüyor mu?’ diye özetlenebilecek ‘şahane’ demeçleri...
Yani ‘şaşırtıcı’ hiçbir şey yoktu ve her şey güzel ülkemizin tarihsel dinamiklerine uygun gidiyordu.
Gayri ihtiyari ‘Oh be’ dedim.
İçimden geçenler ise şunlardı:
Reyhan Gürtuna’nın şapkalı tek bir fotoğrafına bile dayanamayan bu yürek, binlerce Reyhan Gürtuna’ya nasıl tahammül eder? Aman sorun bu şekilde çözülecekse hiç çözülmesin. 28 Şubat bin yıl değil, iki bin yıl devam etsin.
* * *
Rüya bana o kadar ‘sahici’ gelmişti ki, olayın gerçek olmadığını öğrenmek bile kesmedi.
Tuttum bir ‘Rüya Tabirleri’ kitabı buldum.
Kitapta tabii ki ‘Rüyada şapkalı Reyhan Gürtuna görmek’ diye bir madde yoktu.
O nedenle en baştaki ‘genel yorumlar’ bölümüne göz attım.
İşte tam bu sırada beni acayip rahatlatan o cümleyi yakaladım:
‘Rüyada gördüklerinizin tam tersi çıkar.’
Din dersinde çözüm önerisi
HADİ her şeyi açıkça yazalım:
Okullarda okutulan ‘Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi’, bir ‘din kültürü’ ve ‘ahlak bilgisi’ dersi değildir. Bu ders, kelimenin tam anlamıyla ‘zorunlu din dersi’ halini almıştır. Bu derste bütün öğrencilere İslam’ın ‘Sünni yorumu’ öğretilmektedir.
Buna ‘insan hakları’na saygı nedeniyle son verilmelidir.
Ancak buna son vermek yetmez. Yine ‘insan haklarına saygı’ gerekçesiyle, çocuklarının doğru dürüst din eğitimi almasını isteyen ailelere de, esaslı bir çözüm getirilmelidir.
Bu esaslı çözüm, tabii ki tatmin edici ağırlıkta ‘seçmeli’ din dersidir.
(Not: Geçen yazımda ‘seçmeli din dersi’ seçeneğini bir çözüm olarak önermeyi atladığımı sonradan fark ettim. Birçok okurum, haklı olarak bu eksikliğe dikkat çeken mesajlar gönderdiler. Kendilerine teşekkür ediyorum).
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2005
<B>ÖNCE </B>‘<B>Zorunlu din dersine hayır</B>’ diyenlerin ne dediklerine bakalım. Diyorlar ki:
‘Okullarda okutulan ‘Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi’ dersi, gerçek anlamda bir ‘zorunlu din dersi’dir. ‘Bu derslerde sadece İslam değil bütün dinler anlatılmaktadır, müfredat buna göre belirlenmiştir’ yaklaşımının geçerliliği yoktur. Çünkü bu konuda belirleyici olan ‘müfredat’ değil, uygulamadır. Uygulamada ise ‘Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi’ adı altında öğrencilere İslam dininin Sünni yorumu öğretilmektedir. Üstelik bu yorum, isteyene de öğretilmektedir, istemeyene de. Alevi çocuğuna da öğretilmektedir, Sünni çocuğuna da. Ateist ailenin çocukları da bu eğitimden geçirilmektedir, dindar ailelerin çocukları da. Gayrimüslim çocukları da bu derslerde namaz dualarını ezberlemektedir, Müslüman çocukları da. Kısacası ortada bir garabet vardır. Bu ikiyüzlülüğe son verilmeli, zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır.’
Baştan sona doğru bir değerlendirme bu. Hiç çekinmeden altına imzamızı atıyoruz.
***
Ama gelin görün ki sorun burada bitmiyor.
Çünkü bu tür değerlendirmeleri büyük bir heyecanla yapanlar, olaya ‘sıfır empati’ ile yaklaşıyorlar.
Kendi hayatlarında ‘din eğitimi’ gibi bir sorun olmadığı için zannediyorlar ki, kimsenin böyle bir sorunu yok.
Bu nedenle ‘Zorunlu din dersine hayır’ diyorlar ve ötesiyle ilgilenmiyorlar.
Oysa asıl mesele işte o ‘öte’de.
Çünkü ‘Zorunlu din dersi kaldırılsın’ diyenlerin, şu sorunun yanıtını da vermeleri gerekir: ‘Çocuklarına din dersi verdirmek isteyen anne babalar ne yapacak?’
‘Zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır’ diye haykıranlar, aynı heyecanla bu sorunun yanıtını vermeye çalışmadıkları müddetçe, talepleri hep kuşkuyla karşılanacaktır.
***
Çünkü ‘din eğitimi’ alanında ülkemizdeki tablo şudur:
15 yaşından küçüğe din eğitimi verilemez.
15 yaşından büyüklere yaz tatillerinde bir aydan daha uzun süre din eğitimi olmaz. Özel alanda olmaz, kamu alanında hiç olmaz.
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olmayan kurslarda olmaz.
Laik Cumhuriyet’in Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı din kursu olmaz.
Evde özel hocayla olmaz.
Kaçak Kuran kursunda olmaz, legal Kuran kursunda olmaz, camide Diyanet’e bağlı hocanın gözetiminde olmaz.
Ve şimdi okullarda okutulan haftada bir-iki saatlik derslerde de olmayacak.
Pekiyi nerede olacak?
Yanıt: Kocaman bir sessizlik.
***
Oysa din eğitimi, anayasal güvence altına alınmış bir haktır.
Ve tabii ki evrensel bir insan hakkıdır.
O halde ‘Zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır’ diyenler, bu evrensel hakkın yerine getirilmesi için ortaya konacak çözüm önerilerine açık olmalıdır.
Aksi takdirde zorunlu din dersi uygulamasının sona ermesi imkansızlaşır, bir uzlaşma sağlanamaz ve mevcut garabet devam eder.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2005
<B>GEÇEN </B>gece birkaç <B>‘atalar sözü’</B>nün etkisi altında kalarak alnımın tam ortasına yerleşen o lanet ağrının geçmesi için <B>‘Siyaset Meydanı’</B>nı izledim. Malum, ‘Soğuktan donanı buzla ovarlar’ ve de ‘Çivi çiviyi söker’.
Fakat heyhat!
Anladım ki çivinin çiviyi sökmesi diye bir şey yokmuş. Soğuktan donanın buzla ovulmak suretiyle şifa bulacağı söylentisi ise kocaman bir yalanmış.
Çünkü Siyaset Meydanı’nda konuşan AKP Milletvekili Prof. Burhan Kuzu’nun, ‘Nüfus cüzdanlarındaki din hanesinin niçin kaldırılmaması gerektiği’ konusundaki ‘muhteşem’ fikirlerini dinlerken başımın sadece alın kısmını saran ağrı, uğursuz bir şekilde arttı ve üstelik bütün vücudumu kapladı.
Dayanılmaz ağrılar eşliğinde önce ‘Hay bin kunduz’ diye haykırdım, ardından da Burhan Kuzu’dan intikam almak için ant içtim.
Aşağıdaki satırlar, işte böyle bir öfke patlamasının ürünüdür, lütfen mazur görünüz.
* * *
Önce Burhan Kuzu Hocamızın başvurdukları argümana bakalım:
Hocamız diyorlar ki:
‘Nüfus cüzdanlarındaki din hanesi kalkarsa, gurbet ellerde trajik bir şekilde yaşamı sona eren bir vatandaşımızın öbür dünyaya uğurlanmasında hangi dini ritüelin uygulanacağı belirlenemez. Bu önemli bir sorundur. Bu nedenle nüfus cüzdanlarındaki din hanesi kaldırılmamalıdır.’
Öteden beri düşünür dururdum:
Daha yeni doğmuş bir bebeğe nüfus cüzdanı çıkarılırken ‘Dini: İslam’ diye yazmanın nasıl bir gerekçesi olabilir diye.
Ayrıca böyle bir uygulamanın insanın ‘iki dünya saadeti’ne katkı sağlayıp sağlamayacağı hususunu da çözememiştim.
Ama işte Burhan Hoca, olayı çözmemi sağlamış oldu.
Demek ki olayın ‘pratik yarar’ dışında hiçbir uhrevi ve politik bir gerekçesi yokmuş.
* * *
Hoca’nın ortaya koyduğu ‘pratik yarar’ gerekçesine ‘canlandırmalı’ olarak baktığımızda ise karşımıza çıkan ‘dumur detayı’ndan başka bir şey değil.
Şöyle ki:
Şimdi diyelim, gurbet ellerde -Allah korusun- bir trafik kazasına kurban gittiniz.
‘Hoca’nın argümanına göre, Türkçe bilmez, halden anlamaz polis amiri, cesedinizi hoyratça yokladıktan sonra sizin ‘yabancı’ olduğunuza kanaat getirip ekibine ‘Atın bu cesedi kimsesizler mezarlığına’ diye talimat verir. İşte tam bu sırada okuldan yeni mezun ‘çömez polis’, ‘İyi ama amirim, cenaze törenini hangi dine göre yapacağız’ diye safça bir soru sorar. Ve ‘amir’, ‘Efendi, efendi! Nüfus cüzdanındaki din hanesine baksana!’ diye terslenir.
Böylece herhangi bir Frenk dininin sizin için pek bir anlamsız kaçacak törenine kurban gitmekten kurtulup, orada bulunan bir imamın ‘emin’ ellerine teslim edilirsiniz.
Şimdi anladınız mı alnımda oluşan küçücük bir ağrının, vücudumun tüm bölgelerine sirayet ederek beni neden sersemletip sarstığını?
Hay aklınızla bin yaşayın Burhan Kuzu Hocamız.
* * *
Ve fakat...
Burhan Hoca’nın kişisel tarihini bilmediğim için, hayatının bir döneminde ‘Milli Görüş’ labirentlerine dalıp dalmadığından haberdar değilim.
Bu nedenle bir zamanlar ‘Milli Görüş’ camiasında dillere pelesenk olan ‘Kafa káğıdı Müslümanlığı’ tabirini işitip işitmediğini bilemiyorum.
Eğer böyle bir tabire aşina değilse kendisine şu tavsiyede bulunabilirim:
Hocam, lütfen hemen Bülent Arınç Bey’e bir zahmet uğrayın ve kendilerine ‘Yahu nedir şu kafa káğıdı Müslümanlığı? Bana bir anlatıver hele?’ deyin. Göreceksiniz, Bülent Bey size, ‘Biz bir zamanlar, nüfus cüzdanında yazılan Müslümanlığın bir anlam taşımadığını vurgulamak için böyle bir tabir kullanırdık’ diyecek ve ekleyecektir: ‘Burhan Bey, bırakın, nüfus cüzdanlarındaki din hanesi kalksın. Bunun kimseye bir yararı yok.’
Burhan Hoca’nın ‘Nasıl bu kadar emin olabilirsin? Bülent Bey belki bu konuda farklı düşünmeye başlamıştır?’ diyen sesini duyar gibiyim.
Burhan Hocam! Emin olun, bu konuda değişmemişlerdir.
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2005
<B>DİYELİM </B>ki: <br><br>İflah olmaz bir AKP karşıtısınız...‘Bunlar gitsin, başka bir şey istemem’ diyenlerdensiniz...
Erdoğan ve arkadaşlarının başta bulunmasından hiç hazzetmiyorsunuz...
AKP’nin bir puancık bile gerilemesi sizi acayip mesut ve bahtiyar kılacak...
Kiminiz AKP’nin ülkeyi müthiş kötü yönettiğini düşünüyorsunuz, kiminiz de nedensiz bir şekilde adamlara gıcık oluyorsunuz...
Tamam, hepsine eyvallah...
Ancak şunu bilin ki, ‘işiniz hiç de kolay değil’.
Çünkü maalesef iki buçuk yıldır, o kadim soruya, ‘Ne yapmalı?’ sorusuna ‘en doğru, en etkili ve en sağlam’ karşılık hálá bulunamadı.
Ve bu durum, AKP’nin en büyük avantajı olmaya devam ediyor.
***
Yani demem o ki:
Hasan Abi’den İlhan Abi’ye, Güngör Bey’den Melih Bey’e bilumum ‘muhalif kalemler’, AKP’yi ‘din, irtica, laiklik, türban’ bağlamından vurmaya çalıştıkça, AKP’yi ‘fırsatını bulduğunda Türkiye’ye şeriat rejimini getirecek bir parti’ olarak görmeye devam ettikçe, yani değişimi ve dönüşümü hesaba katmayıp yeni durumu doğru okumaktan ısrarla kaçındıkça, AKP ‘güçlü’ konumunu sürdürecektir.
Türkiye’de iki buçuk yıldır olan biten şudur:
Geniş muhafazakár tabanın, ‘sorunlarımızı çözer’ diye bir umut yöneldiği AKP, bu zamana kadar en etkili muhalefeti sadece ve sadece ‘din, iman, laiklik’ alanında gördü.
İşte bu durum, o geniş muhafazakár tabanda AKP sempatisinin artmasını sağlamaktan başka bir işe yaramadı.
Yani Hasan Abi’ler, İlhan Abi’ler, Güngör Bey’ler, ‘Bu AKP dincidir, bu AKP gizli niyet taşımaktadır’ diye ‘devlete jurnal’ gibi algılanacak yazılar döşendikçe, AKP’yi o geniş muhafazakár taban nezdinde ‘iktidardaki mazlum’ yaptılar.
AKP halen bu durumun keyfini sürmektedir.
***
AKP’nin ‘ekmeğine yağ süren’ bir başka unsur ise hiç kuşkusuz kendisini ‘devleti koruma memuru’ gibi konumlandıran Cumhurbaşkanı Sezer’in, en küçük bir esnekliğe dahi kapılarını sıkı sıkıya kapatan yaklaşımı oldu.
Cumhurbaşkanı Sezer, icraatının odak noktasına, ‘Büyük muhafazakár tabana ödün gibi algılanabilecek en küçük bir adımdan dahi kaçınmalıyım’ ilkesini yerleştirmiştir.
İşte bu durum da AKP’nin en büyük şanslarından biridir.
Yani Sezer’in ‘kamuoyu’nu zerre kadar hesaba katmayan o ketum ve toleranssız muhalefeti sürdükçe, AKP’nin çöküş ve yıkılışı, sadece ve sadece muhaliflerin gördüğü tatlı bir rüya olacaktır.
***
Hemen söylemeliyim: Deniz Baykal ve silah arkadaşlarının AKP’ye yaptığı katkı, diğer unsurların katkısından çok daha büyüktür.
Çünkü tablo şudur: Baykal ve arkadaşlarını harekete geçiren, motive eden, yırtıcı bir kaplana dönüştüren tek mevzu ‘din, iman, irtica’ bahsidir.
Diyelim ki ortada ‘türbana birazcık hoşgörü sağlayacak küçücük bir adım’ var. Böyle bir adım karşısında ‘kaplan’ kesilen Baykal ve arkadaşları, iş mesela SEKA işçilerine filan geldiğinde en beceriksizinden bir ‘kedicik muhalefeti’ sergilemektedirler.
AKP’ye bundan büyük iyilik mi olur?
CHP böyle yaptıkça, hiçbir sorununa çözüm getirilememiş olan dindar taban, hükümet yetkililerine ‘Neden bizim sorunumuzu çözmüyorsunuz?’ diye hesap sormaktan kaçınmaktadır. Zaten AKP’nin gerekçesi de hazırdır: ‘Biz çözeceğiz ama durumu görüyorsunuz.’
***
Bazen şöyle analizler duyuyorum: Bu hükümet bir dönem daha gider.
Bu analizi yapanlara şunu demek isterim: Ne bir dönemi? Bu ‘gizli dostlar’ sayesinde bir dönemin lafı mı olur?
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2005
<B>KABUL </B>edelim: Biz milletçe övgüde ölçü tanımıyoruz ve acayip bir <B>‘gazlama’</B> merakına sahibiz... En ‘cool’ adamları bile kolayca zıvanadan çıkarabilecek bu ‘milli hasletimiz’ nedeniyle, yeni filizlenmekte olan yeteneklerimizi en baştan kaybediyoruz.
Tek özelliği eli yüzü düzgün filmler çekmek olan yönetmene, öyle bir gaz veriyoruz ki, ‘Ben neymişim abi’ tribine giren adam ya da kadın ontolojik sorunların pençesinde kıvranan adam pozuna bürünmekten yeni bir film çekmeye derman bulamıyor.
Tek özelliği ‘dinlenebilir şarkılar’ bestelemek olan nice usta sanatçımıza öyle ölçüsüz övgüler düzüyoruz ki, adam ya da kadının ölçüsüzlüğümüzün kurbanı olması mukadder oluyor.
Başka yerlerde ‘vasatın biraz üstünde’ kabul edilebilecek nice değerimiz, bizdeki bu gazlama merakı yüzünden o tripten bu tribe savrulup gidiyor.
Gelin, bir örnek üzerinden gidelim ve hep birlikte düşünelim:
Acaba son 5 yılda dünya sinemasının en sarsıcı üç filmine imza atmış, buna mukabil haddinden fazla cool ve mütevazı kalabilmiş büyük usta Clint Eastwood Türk olsaydı neler olurdu?
* * *
Evet, soru ‘Clint Eastwood Türk olsaydı ne olurdu?’ sorusudur ve aşağıda bu ‘kabus senaryosu’nun herkese tanıdık gelecek parçaları sıralanmıştır:
- ‘Son bin yılın en büyük Türk’ü ilan edilir, tüm ‘Devlet Sanatçıları’nın başkanı seçilirdi. Kendisine mutlak surette en koyusundan ‘kırmızı pasaport’ verilmesi gerektiğine dair makaleler döktürülürdü.
- İki yılda bir attırdığı ‘bomba gibi filmler’in ardından, işini başarıyla tamamlamış alçakgönüllü bir zanaatkar havasında sessiz sedasız köşesine çekilen adam olmaktan çıkar, ontolojik sorunların pençesinde bunalan adam triplerine girip sinemaya küserdi.
- 90 yaşındaki annesine ya ‘Uzun Yaşamanın Sırları’ konulu bir televizyon programı yaptırılır ya da ‘Clint’in annesi olmak’ başlıklı bir kitap yazdırılırdı.
- Röportaj vermekten kaçınacağı için gazeteler ‘Dostları Clint’i anlatıyor’ başlıklı ‘devasa dosyalar’ yayınlardı.
- Usta kalemler, ‘Clint benim en yakın dostumdur. Gece beni arayabilen tek dostumdur. Bir keresinde saat gecenin üçü. Uyuyorum. Telefon çaldı. Clint arıyordu. Filminin montajını tamamlamış, ilk kez benim seyretmemi istiyor. Bre aman! Clint ister de durmak olur mu? Kalktım stüdyosuna gittim. Filmi izledim. O ağlıyor, ben ağlıyorum. Gözyaşları içinde Clint’i alnından öptüm. Clint sen bu evrenin en büyük yıldızısın dedim’ diye yazılar döktürürdü.
- En steril televizyon kanalımızda ‘demir bacaklı sandalyeler’e ‘Vakko’ marka beyaz örtüler örterek oluşturulmuş bir ‘Zümrüt Düğün Salonu’ dekorunda ‘patlatılma anı’na tanık olamadığımız şampanyalar eşliğinde yapılan sohbetlerde yaşam öyküsü anlatılırdı.
- Müslüm, Ferdi ve Orhan babaların ardından yeni bir babamız daha olurdu: Hepimiz ona ‘Clint Baba’ derdik.
- Aykırılık yapmaya hevesliler ‘Clint’i aşmak’ mevzusunda kalem oynatmaya kalkıştıklarında, karşılarında güçlü, sağlam ve dayanışmacı bir ‘Clint’e laf söyletmem arkadaş!’ ekibi bulurdu.
- Özellikle sağ partilerin gözdesi haline gelir, kendisine ‘İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı’ filan önerilirdi.
- Etrafı bir türlü ‘yırtma fırsatı’ bulamamış ‘hem uzun bacaklı, hem de opera dinlemeye hevesli’ manken adayı kızlarla çevrilir, magazin basınında ‘Clint’in dokunduğu meşhur olur’ başlıklı haberler çıkardı.
* * *
Şimdi hep birlikte ‘İyi ki Clint Eastwood Türk değilmiş’ diye şükretmenin zamanı değil mi?
Süleymancılar Küçükali’yi dışlamış
AKP’den istifa eden Göksal Küçükali’nin ‘Süleymancı’ kontenjanından politikada bir yerlere geldiğini ima eden yazım nedeniyle çok sayıda mesaj aldım.
Aldığım mesajlardaki ‘yeni’ bilgi şu: Göksal Küçükali’nin Süleymancılarla arası açılmış. Cemaatin başındaki Ahmet Denizolgun (Refah Partisi’nden ANAP’a geçmiş, kısa bir süre Yılmaz hükümetinde bakanlık yapmıştı) ile Küçükali’nin arası açılmış. Küçükali’nin Süleymancılara ait yurtlara ve cemaatin ortak kullanım alanlarına girmesi yasaklanmış.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2005
<B>AKP’</B>nin <B>‘Kim kimdir’</B>ini bilmeyenler için peşinen belirtelim:<br><br>Sakın, <B>‘AKP’de bir istifa daha... İstanbul Milletvekili Göksal Küçükali de partiyi terk etti’</B> şeklindeki haberlerden etkilenmeyin. Sakın, Göksal Küçükali’nin istifasını diğer istifalarla karıştırmayın.
Ve yine sakın, bu istifadan yola çıkarak ‘AKP kan kaybediyor, içe kapanıyor, dışarıdan gelenler partiyi terk ediyor’ türünden siyasal analizlere filan kalkışmayın.
Neden mi?
Çünkü bu istifa, o türden bir istifa değil.
***
Bu istifanın ne türden bir istifa olduğunu anlayabilmek için öncelikle Göksal Küçükali’nin hikáyesini tüm yönleriyle ortaya koymak gerekir:
Göksal Küçükali denilince akla ‘Süleymancılar’ adı verilen dini grup gelir. Çünkü Küçükali, ‘Süleymancılar’ grubunun ‘politikaya meraklı’ etkili bir ismidir.
Küçükali 1980 öncesi Adalet Partisi’ne yakındı. 1980 sonrası ise ANAP’lı oldu.
- 1995 seçimlerinde Tayyip Erdoğan’ın önerisiyle Refah Partisi’nden aday olup milletvekili seçildi. Refah kapatılınca Fazilet’e geçmedi. Bu süreç içinde hep Erdoğan’a yakın durdu.
AKP’nin kurulmasıyla birlikte kendisini ‘En ateşli AKP’li’ olarak niteledi.
3 Kasım seçiminin aday listeleri açıklandığı gün ‘Dostlukların son günü’ oldu. Çünkü kendisini ‘listelerin efendisi’ olarak gören Küçükali, alt sıralarda aday olarak gösteriliyordu. Küçükali bu durumu hazmedemedi. Daha seçim yapılmadan öfkeyle Erdoğan’a bir mektup yazdı. Mektupta Erdoğan’a ağır hakaretler vardı. Küçükali ‘seçilemeyeceğini’ düşünüyordu. Öfkeye kapılmış, genel başkana meydan okumuştu...
Küçükali, ‘hakaret mektubu’nu yazdı ama listeden çekilmedi. AKP’nin oy patlamasının doğal sonucu olarak, alt sıralarda yer almasına rağmen parlamentoya girmeyi başardı.
- Ama ortada ‘genel başkana hakaret eden bir mektup’ vardı. Yani köprüler atılmıştı. Bir ‘barış’ umudu da yoktu. Küçükali işte bu noktada rotasını çizdi: Parti içi muhalefet yapmaya kendini adadı.
Hükümetin Irak politikasına karşı çıktı. Arınç’ın ikinci kez Meclis Başkanı seçilmesine itiraz etti. İşin içyüzünü bilmeyenler açısından ‘fevkalade ilkeli siyasetçi’ portresi çiziyordu. Oysa ortada ‘kaderin cilvesi’ vardı ve Küçükali’nin ‘muhalefet yapmak’ dışında pek seçeneği yoktu.
Küçükali adı en son gündeme, Uğur Dündar’ın ‘Arena’ programında geçti. Küçükali, Arena’ya konuşan bir işadamı tarafından ‘Asrın Yağması’ olarak nitelenen büyük bir yolsuzluk olayının ‘aracı milletvekili’ olarak suçlanıyordu. Erdoğan, Arena’daki haber üzerine ‘Gereği yapılsın’ dedi. Ve Küçükali ‘kesin ihraç istemiyle’ disipline sevk edildi.
- Küçükali’nin AKP’den ihracına ‘kesin’ gözüyle bakılıyordu. Ancak süreç tamamlanmadan Küçükali dün istifa etti.
***
Yani bu istifa, ‘Son zamanlarda AKP’de baş gösteren istifa zincirinin son halkası’ olarak nitelendirilmemeli.
Olay, zaten ‘gönderilecek’ bir ismin, ‘Onlar göndermeden bari ben gideyim’ atağıdır.
Uyanık milletvekili, gündemi iyi koklayıp, kendi istifasını, son zamanlardaki istifaların arasına karıştırma ve sıkıştırma kurnazlığını göstermiştir.
Mesele bundan ibarettir.
***
Ama tabii bu ‘kıssa’nın da bir de ‘hisse’si var:
Artık ‘Cemaatler sürü gibidir, onların elebaşlarından birini aday gösteririz, oyları kaparız’ mantığı iflas etmiştir. Çünkü böylesi yaklaşımlar, artık ‘aşiretler’de bile yok. Akıl, mantık ve vicdan, ‘cemaat yapısı’ içinde bile bu derece ‘kiralık’ olmaz.
Üstelik, ‘Cemaatin ileri gelenini aday göster, oyları kap’ anlayışı, bin türlü politik ve ahlaki sorunun yanı sıra, ‘cemaat oyları pazarlamacısı’ adını verebileceğimiz ‘profesyonel simsarlar’ı doğurmaktadır.
Simsarlar da her zaman girdikleri partinin ‘en zayıf halkası’ olurlar.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2005
<B>BUGÜN </B>28 Şubat...<br><br>Bugün hepimiz, ‘<B>Demokrasi postmodern bir darbeyle kesintiye uğramıştır, demokrasi yara almıştır</B>’ şeklinde özetlenebilecek görüşleri de, ‘<B>28 Şubat demokrasinin önünü açmıştır. Türkiye’yi şeriat rejimine sürükleyen hükümete şanlı ordumuz müdahale etmiştir’ tarzında nutukları da bol bol dinleyeceğiz.
Eğer 8 yıldır aynı şeyleri duymaktan ve okumaktan sıkılmadıysanız, bugün sizin gününüz, lütfen keyfini çıkarın.
Yok eğer ‘Sıkıldım ben bunlardan, artık duymak istemiyorum’ diyorsanız o halde buyurun işin en eğlenceli ve tabii en ‘hakiki’ tarafına.
Madem kocaman ve ciddi adamlar işin bu boyutuna değinmeye tenezzül buyurmuyorlar, biz kendimizi feda edelim.
***
İşte 32 kısım tekmili birden 28 Şubat’ın değiştirdikleri:
28 Şubat’tan önce ‘sakallı’ olmak ve kişisel geçmişi ta ‘Milli Nizam Partisi’ne dayandırmak iki önemli avantaj unsuruyken, 28 Şubat’tan sonra ise ‘sakal kesmek’ ve mümkünse kendine ‘sol bir geçmiş’ uydurmak avantaja dönüşmüştür.
28 Şubat’tan önce gurbetçi parasıyla ‘vahşi kapitalizm’in ümüğünün sıkılacağına kesin iman varken, 28 Şubat’tan sonra ‘Gurbetçinin parasını soydular, ben öteden beri hep bunu söylerdim’ demek moda olmuştur.
28 Şubat’tan önce dindar vatandaşa ‘Taksim’e cami, karayoluyla hac, türbana selam duran rektör’ rüyaları gördürülürken, 28 Şubat’tan sonra rüyalar değişmiştir. Artık ‘toplumsal barış’ herkesin dilindedir. ‘Hele bir AB’ye girelim sonrası kolay’ yaklaşımı parola olmuştur. Taksim’e cami yerine Beyoğlu’nun imam-hatipli başkanı ‘Sevgililer Günü’ kutlamalarına önayak olmaya başlamıştır.
28 Şubat’tan önce hareket içindeki ‘dindar bireyler’in özel hayatları ‘sıkı bir şekilde kontrol altında’ tutulurken, 28 Şubat’tan sonra ‘açılma saçılma’ ile karışık bir sosyalleşme devri başlamıştır.
28 Şubat’tan önce ‘Sultan Fatih Han’ın İstanbul’u fethettiği gibi bütün Türkiye’nin fethedileceği müjdesi verilirken, 28 Şubat’tan sonra bayrağın dikileceği yerin Brüksel olmasında karar kılınmıştır. Artık 29 Mayıs ‘out’, 17 Aralık ‘in’dir.
28 Şubat’tan önce ünlü hatipler, her türlü kötülüğün sorumlularını ortaya koyarken ‘Mason, Bilderbergçi, Yahudi dostu’ türünden sıfatları haykırırken, 28 Şubat’tan sonra bu sıfatları kullananlardan köşe bucak kaçılmaya başlanmıştır.
28 Şubat’tan önce ‘doğum günü’, ‘evlenme yıldönümü’, ‘Sevgililer Günü’, ‘Anneler Günü’ gibi özel günlerin kutlanması bir tür ‘Frenk mukallitliği’ olarak görülür ve kapılardan içeri girmesine izin verilmezdi. 28 Şubat’tan sonra ise bu tür bidatlere tolerans en üst noktaya çıkmıştır.
28 Şubat’tan önce menkıbeler, efsaneler, şifreler hayatın her alanını kaplamışken, 28 Şubat’tan sonra ‘gerçek’ olanca ağırlığıyla hayata damgasını vurmuştur.
28 Şubat’tan önce revaçta olan sözcük ‘dava’ idi ve herkes ‘ihale’ sözcüğüne acayip yabancıydı. 28 Şubat’tan sonra ise ‘ihale’ sözcüğü popüler hale gelirken, ‘dava’dan söz eden ‘arkaik’ kalmıştır.
28 Şubat’tan önce her şeyin başına İslam getirmek modaydı: İslami tatil, İslami edebiyat, İslami ticaret, İslami moda vs. 28 Şubat’tan sonra ise hem bu moda demodeleşmiş, hem de ‘ortalama kültür’ herkesin kültürü olmuştur.
28 Şubat’tan önce çok bağıran alkışı kaparken, 28 Şubat’tan sonra ağırbaşlı konuşmalar yapanlar öne çıkmıştır.
28 Şubat’tan önce farklı hayat tarzlarına müthiş bir yadırgama duygusu ile bakılırken, 28 Şubat’tan sonra ‘farklı hayat tarzı’na sahip olmak yükselmenin birinci koşulu olmuştur.
***
Şimdi soru şudur: İyi mi oldu? Kötü mü oldu?
Eh artık buna da siz karar verin...
Yazının Devamını Oku