16 Ekim 2005
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in, ‘Tayyip Erdoğan bir kadını dansa kaldırabilir mi? Böyle çağdaş parti lideri olur mu?’ şeklindeki çıkışı hálá gündemimizde. O kadim ‘çağdaşlık’ tartışmasını yeniden hortlatan Öymen’in bu açıklaması, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da topa girmesiyle farklı bir boyut kazandı.
Erdoğan olaya ‘Peki siz horon tepebilir misiniz?’ yanıtıyla girdi.
Böylece...
Çağdaşlık ve halkçılık meselesi, bir kez daha şekle indirgenmiş oldu.
Ortaya çıkan durum şudur:
Taraflardan birine göre, bir kadını dansa kaldırmayı başarırsan çağdaş olmaya hak kazanmış olursun.
Diğer tarafa göre ise, horon tepmeyi beceremezsen asla halkçı olamazsın.
Demek ki neymiş:
Dans et, çağdaş ol!
Horon tep, halkçı ol!
* * *
İşte tam bu noktada Deniz Baykal’ın durumuna bakmakta yarar var.
CNN Türk’te, ‘Tarafsız Bölge’de Baykal’a şu soruyu sordum:
‘Sayın Baykal, dans ve horon üzerinden bir tartışma yapılıyor. Siz hangisinden yanasınız? Dans mı horon mu?’
Cevap benim açımdan şaşırtıcıydı:
‘Ben vücut kullanımına dayalı eğlence türlerine kendini yabancı hissedenlerdenim. Ne dans edebilirim ne de horon tepebilirim.’
Sonra işin mahiyetini de öğrendim:
Meğer Baykal, bu zamana kadar hiç dans etmemiş.
Türk halk oyunlarından da hiç anlamazmış.
Dahası...
Ne zaman dans etmesini gerektirecek bir ortama düşse acayip gerilirmiş ve işin içinden sıyrılmanın yollarını ararmış.
Ne diyelim?
İyi ki Baykal’ın böyle bir fobisi var.
Aksi takdirde şekil şartların tek belirleyici olmadığını nasıl idrak edecektik?
‘The İmam’ filmine küçük bir itiraz
KÖYDE Müslümanlık kolaydır.
Çünkü köyde, günah işleme koşulları sınırlıdır.
Sıkıcı ve bezgin köy hayatında, entrikalar bile basit ve tekdüzedir.
Ama şehir, öyle değildir.
Her köşesinden ‘günaha çağrı’nın yankılandığı şehirde, Müslümanlığın gereklerini yerine getirmek her babayiğidin yapacağı iş değildir.
İşte bu yüzden...
Dini hayat eksenli gerilimlere işaret etmek amacı taşıyan bir filmin, köyde değil de şehirde geçmesi beklenirdi.
Keşke ‘The İmam’ filmi, köy hayatını anlatma kolaycılığına kaçmak yerine, şehir hayatını anlatmayı deneseydi.
Keşke filmin asıl derdi, şehirde kendini gizlemek zorunda kalan imam hatiplinin, iki dünya arasındaki sıkışmışlığını anlatmak olsaydı.
Neyse...
Belki bu filmin gördüğü ilgi üzerine ‘The İmam 2’ çekilir de biz de muradımıza ereriz.
Sen ne talihsiz bakansın Atilla Abi
ATTİLÁ İlhan’ın cenaze töreninde protesto edilen Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, ertesi gün, belki de biraz moral bulmak amacıyla Cihangir’deki Orhan Kemal Müzesi’ni ziyarete gidince orada da küçük bir protestoyla karşılaşmasın mı?
Uzaktan izleme fırsatını bulduğum olay şöyle gelişti:
Bakanın makam arabasına yer açılsın diye arabası çekilen bir kadın, ortalığı birbirine kattı.
Kameraların önünde yaklaşık 20 dakika süren protesto, Bakan Koç’un olaya müdahale etmesiyle son buldu.
Ve bize de şunu söylemek düştü:
Sen ne talihsiz bakanımızsın Atilla Abi...
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2005
TAM da ‘Yahu Yaşar Nuri Hoca nerede? Neden meydan sadece Zekeriya Beyaz’a kaldı?’ filan diye sayıklıyorduk ki... Yaşar Nuri Hoca’dan ses gelmesin mi?
Halkımızı yükseltmek amacıyla demir çarıklarını giyip kendisini Anadolu yollarına vuran Hocamız, partisinin düzenlediği bir toplantıda açmış ağzını yummuş gözünü...
Hocamız, İstanbul işgal altındayken Bizans’ın ünlü din adamlarının ‘meleklerin cinsiyeti’ne dair hararetli tartışmalar yaptıklarını anımsatmış.
Yani...
‘Türkiye işgal altındayken ‘cinsel ilişkiyle oruç açılır mı’ tartışması yapılmaz’ demeye getirmiş.
Kendisine sadece şunu söylemek isterim:
İyi de hocam, siz ‘Ayşe Özgün / her gün’ tarzı programlarda, ‘Sayın hocam, acaba sakız çiğnemek orucu bozar mı?’ türünden ‘tuhaf’ sorulara verdiğiniz cevaplarla meşhur olmadınız mı?
Çok değil iki sene öncesine kadar televizyon programlarında ilmihal bilginizi konuşturmuyor muydunuz?
Ne yani...
Memleketimiz, iki sene öncesine kadar fevkalade bağımsız ve de acayip anti-emperyalistti de, sizin siyasete girmenizle birlikte mi işgal altına giriverdi?
Cenaze töreninde yuh sesleri
NE yani...
Attilá İlhan ‘Ulusalcılık’ adı verilen ideolojinin dar kalıpları içine mi sıkıştırılacak?
‘Ülkücü-ulusalcı solcu’ birlikteliğinin onu anmaya hakkı olacak da, o ideolojiye sahip çıkmayanların hakkı olmayacak mı?
Şiirlerini ezbere bildiğimiz şairimizi, ‘Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmelidir’ dediğimiz için anamayacak mıyız?
Attilá İlhan’ı, dar ideolojik kalıpların içine yerleştirip, sadece o yönüyle tanıtma gayretiyle ne amaçlanıyor?
Şairin cenazesinden ideolojik atılım mı çıkarılmak isteniyor?
Unutmayın: ‘An Gelir’, ‘Lili Marlen Türküsü’ gibi Attilá İlhan şiirlerini, yeniden tedavüle sokan isim Ahmet Kaya idi.
Ve yine unutmayın: Attilá İlhan, İslamcısından solcusuna, romantiğinden gerçekçisine, liberalinden milliyetçisine, solcusundan muhafazakárına herkesin şairiydi.
Hülya Avşar’a dair kişisel gözlemler
BİR: Kim ne derse desin Hülya Avşar, Türkiye’nin elektrik yaratmayı başaran ender yıldızlarındandır. Tutarlılık arayışında acayip titizlenen adamların bile onun görüşlerini ciddiye almalarının temel nedeni, işte bu elektrik yaratma olayıdır.
İKİ: Dünyanın her yerinde starlar, kameralardan nefret ettiklerini kanıtlama peşinde yarışıp, buradan bir ‘cool’ duruş çıkarmaya çalışırken, Hülya Avşar kameralar önünde yaşamaktan fevkalade memnun olduğunu söyleyecek kadar açık sözlüdür. İşte bu ‘küçük hesapsızlık’ Avşar’ı farklı kılmaktadır.
ÜÇ: Küçük hesapsızlıkların arasına sıkıştırılmış müthiş stratejik büyük hesapları da es geçmemeliyiz. Attığı büyük adımların nelere yol açacağını öğrenmiştir. Yani küçük adımlarda hesapsız, büyük adımlarda ise acayip hesaplıdır.
DÖRT: Kendi deneyimlerinden yola çıkarak bir yaşam felsefesi geliştirir. ‘Erkek aldatır, önemli olan çaktırmamak’ der. Bu tezin kabul edilemez olduğunun farkındadır. Ama değil mi ki sadakatsizlik almış başını gitmiştir. Değil mi ki bu herkesin derdidir. O halde bunu söylemenin sakıncası yoktur. Çünkü Hülya Avşar, empati hissi yaratmada da fena halde ustadır.
BEŞ: ‘Flörte yakın durmak’ ile ‘star olmak’ arasındaki büyülü ilişkiyi kavramıştır. Bu açıdan fark yaratmaktadır.
ALTI: Bir insana zekánın ve aklın yeteceğine iman etmiştir. Birikimle ilgili sorunlarını, telafi edilebilir bulmaktadır. Ama bütün arıza, zekánın ve aklın yetmediği yerlerde çıkmaktadır. Belki de bu yüzden ‘Herkesin sevgilisi Türkan Şoray’ olmak yerine ya çok sevilen, ya da nefret edilen olmayı tercih etmiştir.
YEDİ: Başat bir karakterdir. Bu yüzden yanındayken, o sıkıcı ve kahredici ‘derin sessizlikler’ oluşmamaktadır. Yani... Sirayet edici bir rahatlık duygusu aşılamayı başarmaktadır.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2005
ÖNCE CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in, Vatan’dan Devrim Sevimay’a yaptığı açıklamayı okuyalım:<br><br>‘AKP’nin çağdaş bir parti olduğunu söyleyenlere soruyorum: Tayyip Erdoğan ya da Abdullah Gül, bir balo düzenleyip bir kadını dansa kaldırabilir mi? Kaldıramaz. Peki böyle çağdaş parti olur mu?’ Dikkat! Dikkat!
Benim zavallı küçük dünyam, Onur Öymen Bey’in bu müthiş çıkışının etkisi altındadır.
Üç gündür bu açıklamanın yol açtığı çağrışımların kurbanı olmuş durumdayım.
Kendi kendime şu soruyu soruyorum:
Sen bir kadını dansa kaldırabilir misin?
Cevap: Derin sessizlik.
Ve Onur Bey’in diplomatik ama ürkütücü bir ses tonuyla ‘Çağdışı adam!’ diye ekolu haykırışını duyuyorum.
Ter içinde yataktan fırlıyorum.
***
Sonra...
Onur Öymen Bey’in etkileyici açıklamasından yola çıkarak, Názım’ın ünlü şiirinin dizelerini anımsıyorum.
Hani Nazım, Abidin Dino’ya seslenmişti ya...
‘Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin / İşin kolayına kaçmadan ama’ diye.
Hiç işim yokmuş gibi, bu şiire öykünerek şu tuhaf dizeleri karalıyorum:
‘Sen bir kadını dansa kaldırabilir misin Abdullah / İşin kolayına kaçmadan ama / Kadının önüne gidip ‘Bu dansı bana lütfeder misiniz’ filan diyerek...’
Böyle matrakça bir salaklığın pençesindeyim yani.
***
Bu kadarla kalsa iyi.
Kendi kendime şöyle bir dilekte bulunuyorum: Keşke Onur Bey, AKP’lilere dönse ve ‘Madem çağdaşım diyorsunuz, o halde söyleyin bakalım’ diye gürleyerek, başka ‘etkileyici’ sorular sorsa...
Mesela şu soruları:
BİR: Ey AKP’liler, söyleyin bakalım, siz güneşin ne zaman ‘rakı burcu’na girdiğini bilebilir misiniz?
İKİ: Kızarmış balıkla neden diyet kola içilmez? Madem çağdaşsınız, hadi verin bakalım yanıtını.
ÜÇ: Madem çağdaşlıkta CHP’yi solladınız, o halde lacivert ceketin içine mavi gömlek giymenin sakıncaları konusunda sadece tek bir cümle kurun da görelim bakalım.
DÖRT: Klasik Batı Müziği’nin seçkin örneklerini dinlerken, acaba bir kerecik ‘Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi’ fıkrasını anlatmadığınız oldu mu?
BEŞ: Hayatınız boyunca Klasik Batı müziği’nin seçkin örneklerini dinlemediğinizden eminim. Bari ‘Popüler klasikler’ adlı CD’yi dinleseydiniz. Türkiye’yi AB’ye sokmak kolay, siz asıl Klasik Müzik’le imtihandan sınıfı geçin de görelim.
ALTI: Feng shui nedir bilir misiniz? Reiki’den çakar mısınız? Siz hiç suşi yediniz mi? Hadi konuşun, dilinizi mi yuttunuz?
YEDİ: Size ‘Beyaz leblebiyle ne içilir?’ diye sorsak ‘Sade gazoz’ cevabını verirsiniz. İşte siz bu kadar Atatürkçüsünüz.
Ve buna benzer daha birçok soru...
Eğer Onur Bey isterse, diğer soruları kendisine özel olarak göndermeye hazırım.
Yeter ki AKP’nin çağdaş olmadığı kanıtlansın. Yeter ki memlekete bir hizmetimiz dokunsun.
***
Ancak bir sorun var...
Tıpkı Abdullah Gül ya da Tayyip Erdoğan gibi ‘Bir kadını dansa kaldıramayacak’ türden çağdışı adamlar, maalesef CHP içine de sızmış durumda.
Mesela kendilerini yakından tanıdığım CHP Kastamonu İl Başkanı ile Hakkari İl Başkan Yardımcısı, ne balo düzenleyebilir, ne de bir kadını dansa kaldırabilirler.
Onların durumu ne olacak? Ben bir çıkış bulamadım.
Neyse... Artık o kadarını Onur Bey düşünsün.
Hülya Avşar fotoğraflarıyla ilgili zorunlu bir açıklama
CENGİZ Semercioğlu dünkü Hürriyet’te benim Hülya Avşar’la yaptığım röportajı analiz etmiş.
İtirazım analizin son cümlesine.
Şöyle diyor: ‘Fotoğrafta Ahmet Hakan’ın sağ ayağını sıkıntılı bir ifadeyle kırması her şeyi özetledi’.
Olayın doğrusu şudur:
O görüntü, dostum Sebati Karakurt’un, o fotoğrafları çekerken bana ‘Düz durma, sağ ayağını biraz kır’ filan gibi telkinlerde bulunması sonucu ortaya çıkmıştır.
Sıkıntıyla ilgisi yoktur yani.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2005
Daha ne olsun: <br><br>‘Adım sonbahar’ diyen şair, sonbaharda öldü. ‘Yağmur kaçağı’ tuttu, yağmurlu bir günde kaçıverdi dünyamızdan.
Ama içimiz rahat.
Çünkü ‘büyük şair’in ölüme acayip hazırlıklı olduğunun bütün delilleri elimizde.
Anımsayalım:
Ne demişti ‘Diyalektik Gazel’de:
‘Büyük bir şaşaadır ölüm / Ebruli nurlarla gelir.’
İşte gördüğünüz gibi ebruli nurlarla geldi ölüm.
O zaman şu iki dizeyi da araya sıkıştırmanın tam sırası:
‘Ölmek kimi zaman rezilce korkuludur / İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur.’
Yani? Sorun yok... Ölüm için gerekli hazırlıklar çok önceden yapılmış. Şair kendini sağlama almış.
* * *
İyi, güzel de söyler misiniz...
Şimdi İzmir’in kederini, Karşıyaka’nın hüznünü kim dindirecek?
İstanbul ne olacak? Emirgan ne yapacak?
Aysel’i, Müjgan’ı nasıl zapt edeceğiz?
‘Ne kadınlar sevdim zaten yoktular’ diye kim seslenecek?
Şairin ölümünden etkilenip kendilerini bir parça öksüz hisseden Paris cafelerini kim teselli edecek?
Fatih’te çalan yoksul gramofonu kim anlatacak?
Ayrılığı sevdaya kim dahil edecek? Kim ‘Sevmek için geç, ölmek için erken’ diyecek?
O mahur beste çaldığında Müjgan’la kim ağlaşacak?
‘Vurdun kanıma girdin itirazım var’ şeklindeki arabesk ama şahane dizeyi kim patlatacak?
* * *
Ne tartışmalar yapmıştık o şiirler için...
İçimizden biri ‘Ben sana mecburum bilemezsin’ için ‘Şiirin en harika dizesi budur’ derdi.
Hemen itiraz ederdik: ‘Adını mıh gibi aklımda tutuyorum’ ondan çok daha iyi.
Şiire yeni başlayan her delikanlının kábusu olurdu o dizeler...
Çok bilmiş üstatlar, acemi şairlerin şiirlerine şöyle bir göz gezdirdikten sonra acımasızca yorum yaparlardı:
‘Sen Attilá İlhan’a mı öykünüyorsun? Şiirinde onun etkisi var. Bu sesten kurtulmalısın.’
Herkes ‘Aysel git başımdan’ ya da ‘Felaketim olurdu ağlardım’ gibi şiirlere hasta olurken, biz aykırı gider, ‘Emperyal Oteli’ adlı şiiri ya da ‘Beni bir kere dövdüler çok gözlüklüydüm’ dizesini yere göğe koyamazdık.
Ama işte hepsi bitti.
Şairin dediği gibi: Elde var hüzün.
* * *
Ey delikanlılık çağlarında birkaç Attilá İlhan dizesi patlatarak Aysel’inden Müjgan’ına nice içli genç kızı kendine meftun etmeyi başarmış adamlar...
Yarın size ‘Nasıl bilirdiniz?’ diye sorulacak..
Patlattığınız o dizeler karşılığında satın aldığınız aşklar hatırına...
Lütfen ‘İyi bilirdik’ deyin.
Ve tertemiz aşklar için kullandığınız o dizeler için...
Ne olur Attila İlhan’dan ‘helallik’ dileyin.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2005
GERÇEKTEN yadırgadım, gerçekten ayıpladım. ‘Ayıp’ dedim, ‘Yazık’ dedim.
‘Atilla Koç gibi ‘İslami terbiye’den geçmiş bir kişi bunu nasıl yapar’ diye çok düşündüm.
Şu manzara gözümün önünden hiç gitmedi:
Bakan, bürokratlarını arayıp talimat veriyor: ‘Ben şimdi Atatürk Havaalanı’ndayım. Eyüp Camii’ndeki Sakal-ı Şerif’i alıp derhal buraya getirin.’
Talimatı alan bürokratlar, Eyüp Camii’ne girip Sakal-ı Şerif’i alıyorlar, ardından da Atatürk Havaalanı’nda x-ray cihazından filan geçirip VIP’teki koltuklara gömülmüş olan Bakan Koç’un önüne koyuyorlar.
Sakal-ı Şerif önüne getirilince Bakan ne yaptı acaba?
Öyle ya...
Camilerde yüzlerce kişinin sadece bir saniye görmek ya da biraz daha yakın olmak için birbirlerini ezdikleri Sakal-ı Şerif, bir talimatla önüne getirilmişti.
Acaba Bakan, hangi duyguların içine girdi?
Hadi Bakan’ı bir tarafa bırakalım.
Camilerde Sakal-ı Şerif’i görünce heyecanlanan yurttaşları saygılı olmaya davet eden din adamları, kutsal sakalın x-ray cihazından geçirildiğini görünce acaba ne düşündüler?
İşte bunları düşündüm.
Sadece ‘Edep yahu’ diyebildim.
Yani işin adap kısmına gönderme yapmakla yetindim.
***
Sakal-ı Şerif etrafında yapılan ilahiyat tartışmalarını biliyorum.
Şimdi birileri çıkıp, Bakan Koç’u savunma adına, o eski ilahiyat tartışmasını gündeme getirebilirler...
Sıralayacakları tezler şunlardır:
- Türkiye’de birçok camide Hz. Muhammed’in sakalı diye ziyaret edilen Sakal-ı Şerif’lerin gerçekten Hz. Muhammed’e ait olup olmadığı tartışmalıdır.
- Sakal-ı Şerif geleneği Türkiye dışında hiçbir İslam ülkesinde yoktur. Türkiye’ye özgü bir durumdur. Dolayısıyla dini açıdan tartışmalıdır.
- Hz. Muhammed’in gerçek sakalı olsa bile uygulama yanlıştır. İnananları şirke götüren bir yaklaşım söz konusudur.
Bu tarz bir tartışma başlatmak isteyenleri şimdiden uyarmak istiyorum:
Sakın yapmayınız.
Çünkü konumuz uygulamanın yanlışlığı ya da doğruluğu değildir.
Mevzu bellidir:
Doğru ya da yanlış, değil mi ki on binlerce yurttaşımız, Sakal-ı Şerif’i Peygamber’in bir parçası kabul ediyor ve bu kabulden yola çıkarak olağanüstü saygı gösteriyor.
Bu durumda hepimiz en az o yurttaşlar kadar saygılı olmalıyız.
Bakan olmak, bu saygıdan muaf olmak anlamına gelmez.
***
Hem unutmayalım:
Bu ülkede Sakal-ı Şerif çalmaya kalkan hırsızlar bile, yaptıkları şeyden utanıp iki gün sonra çaldıkları kutsal emaneti titreyerek yerine koyarlar.
Böyle bir ülkede bakan olmak işte bu yüzden zordur.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2005
ÇOK eskiden ramazan eğlencesi olarak hayal perdesinde ‘Hacivat-Karagöz atışmaları’ izlenirdi. Sonra renkli camda eğlence boyut değiştirdi ve politik bir içerik kazandı: Bedri Baykam’lı, Hüseyin Üzmez’li, İsmail Nacar’lı, Nil Demirkazık’lı ‘din ve laiklik tartışmaları’ ortaya çıktı.
Gün geldi, bu eğlence yöntemi de demode oldu.
Ve en sonunda, ramazanda halkı eğlendirme işi Zekeriya Beyaz’a kaldı.
Artık ramazan gelince muzip ve hınzır muhabirler, mikrofonlarını ‘Mutlaka malzeme çıkar’ anlayışıyla Zekeriya Beyaz’a uzatıp soruyorlar:
‘Hocam, orucun hurmayla değil de cinsel ilişkiyle bozulması dinen caiz midir?’
Gündeme gelmek için eline bir kez daha fırsat geçtiğini düşünen Zekeriya Beyaz, hemen yanıtı yapıştırıyor:
‘Tabii ki caizdir.’
Hiç kuşkusuz, Hoca’nın aklına, ‘Bu ne biçim soru kardeşim? Ayıp değil mi? Böyle soru olur mu?’ diye cevap vermek de gelir.
Ama o zaman siyaha boyattığı saçlarıyla ekranda arzı endam edemeyecektir.
Çünkü burası, cinselliğin ve dinselliğin acayip prim yaptığı bir ülkedir ve Zekeriya Beyaz da olayın farkındadır.
Yani veren memnundur, satan memnundur.
Memnun olmayanlar ise yüce din duyguları Zekeriya Beyaz’ın açtığı yol nedeniyle zedelenen inançlı insanlardır.
Ama onları ne Zekeriya Beyaz düşünür, ne de onu kullananlar.
Tatlıses’in üniversite hocası olmasına dair
HABER şudur:
‘Flaş... Flaş... İbrahim Tatlıses, Bahçeşehir Üniversitesi’ne bağlı Plato Uygulama Merkezi’nde sinema dersi verecek.’
Ve bunlar da haberin çağrışımlarıdır:
BİR: Urfa’da Oxford vardı da ders vermedik mi?
İKİ: Üniversitede başarının yeni ölçüsü: Ünlüyü kap, ilgiyi çek.
ÜÇ: Yaramazlık yapan öğrenciyi döven İbrahim Tatlıses Hoca’nın olası savunması: ‘Benim dövdüğüm kişinin ağzı yüzü böyle olur mu?’
DÖRT: Dikkat! Amfide mangal tehlikesi.
BEŞ: Öğrencilerin her durumda işitecekleri beddua: Allah cezanı verecek!
ALTI: Üniversite yönetimi, Tatlıses’le ilişkiyi kesmek istediklerinde Prof. Tatlıses’in olası yanıtı: ‘Ben bitti demeden bu iş bitmez.’
YEDİ: Bu zamana kadar ‘Asena benim kedimdir’ diyen Tatlıses, sinema dersleri vermeye başlayınca yaklaşımını şöyle değiştirir: ‘Fellini benim kedimdir.’
SEKİZ: Üniversite sayesinde hafiften entelleşecek olan Tatlıses, ‘Sartre Fransa’dır’ sözüne nazire yapar: ‘İbo Türkiye’dir.’
DOKUZ: Rakip üniversite Asena’yı ‘Tebelleş olan erkekten kurtulmanın 12 yolu’ başlıklı ders için transfer eder.
ON: Dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasına bir Türk üniversitesinin girme olasılığı acayip yükselir.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2005
<B>CNN </B>Türk’te <B>‘Tarafsız Bölge’</B>de <B>Demirel</B>’le son gelişmeleri konuştuk. Demirel, programın en başında, Türkiye’nin 42 yıllık Avrupa Birliği macerasının geniş bir özetini yaptı.
O geniş özetten çıkan sonuç şuydu:
1963’ten 2005’e kadar gelmiş geçmiş bütün hükümetler, Avrupa Birliği için çalışmıştır.
Yani...
3 Ekim’de elde edilen başarı, 42 yıllık emeğin ürünüdür.
Demirel’in bu tespiti doğru.
‘Uzun ince yolda’, bütün hükümetler katkıda bulunmuştur.
Ama...
Özal yörüngeyi belirgin kılarak...
Çiller Gümrük Birliği’ne geçişi sağlayarak...
Yılmaz en olumsuz koşullarda sağlam durarak...
Biraz daha öne çıkmıştır.
Ancak yine de, bu macerada en ayrıcalıklı konum AKP’nin konumudur.
* * *
Peki AKP neden ayrıcalıklı?
Bu sorunun iki temel yanıtı var:
BİR: AKP kadroları, Avrupa Birliği’ni ‘Hıristiyan Kulübü’ olarak gören ve bu yüzden AB’ye karşı çıkan bir siyasal gelenekten geliyor. Ancak AKP’liler, inanılmaz bir dönüşüm geçirdiler. Bu dönüşüm, tabanı da etkiledi. Böylece Türkiye’de AB karşıtı kamp genişleyemedi, cılız kaldı. Bu da işlerin kolaylaşmasına neden oldu.
İKİ: 42 yıllık süreç içinde atılan adımların en büyüğü, son üç yıllık süreç içinde atıldı. Son üç yılda yapılanlar, geçmiş dönemlerde yapılanlarla kıyaslanmayacak kadar fazlaydı. Eğer AKP hükümeti, bu kadar operasyonel davranmasaydı, 3 Ekim’de alınan sonuç alınamayabilirdi.
İşte bu iki nedenle Erdoğan’a ‘ayrıcalıklı bir konum’ verilmelidir.
Aksi takdirde hakkı teslim etmemiş oluruz.
Gül’ü Gül yapan özellik: Sükûnet
ÖZELLİKLE ülkemizdeki eğitimli kesimler, Abdullah Gül’e büyük sempati besliyor.
Soğukkanlılığı, gerçekçi değerlendirmeleri, sakinliği, nezaketi ve sürekli gülümsemesiyle Gül, televizyonlardaki reyting sisteminin diliyle söyleyecek olursak, ‘AB Grubu’nun gözdesi.
Gül, son olarak, Lüksemburg’da İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw’la birlikte katıldığı basın toplantısında çok hoş espriler yaptı, Straw’a ön adıyla hitap etti.
Böylece sempati çıtasını en yükseğe çıkarmayı başardı.
Fakat ne yazık ki...
O çıta, en tepede sadece iki gün kalabildi.
Çünkü Gül, Meclis’te CHP Lideri Baykal ile çok gereksiz bir polemiğe girişti.
Sinirlendi, öfkelendi...
Hatta bir ara temayülleri çiğneyerek kürsüyü bıraktı ve Baykal’ın üzerine bile yürüdü.
Ayrıca o gereksiz polemiğin galibi olmayı da başaramadı.
Önce Müzakere Çerçeve Belgesi’ni CHP’ye gönderdiklerini kanıtlamaya çalıştı.
Sonra gelen itirazlar üzerine, ‘Biz CHP ile koalisyon değiliz, belgeyi gönderme zorunluluğumuz yok’ savunmasını yaptı.
Keşke böyle yapmasaydı da imajını zedelemesiydi.
Çünkü imajlar, hiç de kolay oluşmuyor.
‘Selvi Boylum’a kıyılmasın
DEDİM ki:
Durun, yapmayın. Hayallerimizde kekremsi, buruk ama sıcacık bir tat bırakmış olan o güzelim Yeşilçam klasiğine, ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’a kıymayın.
Sinema filmini tiyatro oyununa uyarlamayın.
Gelin, yol yakınken vazgeçin bu sevdadan...
Evet... Bunları söyledim.
Ve fakat...
Filmdeki Kadir İnanır/Türkan Şoray birlikteliğinin, oyundaki karşılığı olan Kerem Alışık/İpek Tuzcuoğlu birlikteliğinden yanıt geldi.
Diyorlar ki:
Dur bakalım arkadaş! Daha oyun sahnelenmemişken, daha bizim nasıl bir performans ortaya koyacağımız belli değilken, sen nasıl bunları yazarsın? Sen ne peşin hükümlüsün?
İlk bakışta haklı gibi görünen bu itiraz, nedense beni zerre kadar etkilemedi.
Çünkü bu konuda peşin hükümlü olacak kadar deneyimliyiz:
Zavallı Hababam Sınıfı’nın başına gelenler ortadadır. Çalıkuşu’nu Star’da ne hale getirdiklerini görüyoruz. Tuba Ünsal’ın o demode ‘çocuk/kadın’ hallerine ifrit olmuyor muyuz?
Yani... Çok alametler belirmiştir, bu iş tutmayacaktır ve hayallerimize yazık edilecektir.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2005
<B>‘TARIK Akan solcu bir sanatçı değildir’ </B>demiş ve neden böyle düşündüğümü ayrıntılarıyla yazmıştım.<br><br>Ve fakat görüyorum ki:<br><br><B>Özdemir İnce</B>’yi ikna edememişim. Olabilir... Normaldir...
Özdemir Bey, ‘Tarık Akan! Aman da ne müthiş adam!’ diyebilir...
Buna mukabil ben de ‘Tarık Akan solcu bir sanatçı değildir’ diyebilirim.
İşin bu kısmında mesele yapılacak bir taraf yok.
Zaten ben de işin bu kısmıyla ilgili değilim.
Ancak...
Mesele şuradadır:
Özdemir Bey beni eleştirirken adımı yazmak yerine, benden ‘Yazar’ diye söz etmeyi tercih ediyor.
Üstelik aynı gazetede yazmamıza rağmen...
Peki neden böyle yapıyor?
Özdemir Bey’e göre ben ‘Adı anılmaya bile değmez bir adam’ mıyım?
Eğer öyleyse...
Neden ‘Adı anılmaya bile değmeyecek bir adam’ın yazdıklarına, en az üç yazıyla cevap yetiştirmeye çalışıyor.
Neden adını yazmaya layık bulmadığı birinin yazdıklarını tartışmak için bu kadar büyük bir arzu ve iştah içinde?
Özdemir Bey’den dileğim şudur:
Hazır, ‘Tarık Akan’ı savunma yazıları’ devam ederken, lütfedip, neden adımı yazmaktan kaçındığı sorusuna vereceği yanıtı da araya bir yere sıkıştırabilir mi?
Böylece belki ben de ‘isim vermeme’ olayının hikmetini kavrar ve bundan böyle racona uygun davranırım.
***
Bitmedi...
Özdemir İnce dünkü yazısının sonunda şöyle diyor:
‘Tarık Akan’ın özellikleri ‘yazar’a göre (buradaki ‘yazar’ ben oluyorum A.H.) solcu olmasına yetmiyor ama bu, bence, onun tam anlamıyla bir ‘Adam’ olduğunun kanıtları.’
Görüyor musunuz saptırmayı?
Sanki ben Tarık Akan’ın adamlığı konusunda herhangi bir tez ileri sürmüşüm...
Özdemir İnce’ye sadece şunu hatırlatmak isterim:
Ben ‘Tarık Akan adam değildir’ demedim, ‘Solcu değildir’ dedim.
Elimizi vicdanımıza koyarak yanıt verelim
HADİ, hiç çekinmeden, açıkça soralım:
3 Ekim’den hiç mi hiç memnun kalmayan Deniz Baykal, 3 Ekim’de Tayyip Erdoğan’ın yerinde olmak için ömründen kaç yıl verirdi?
Ben ‘10 yıl verirdi’ diyorum...
Peki siz ne diyorsunuz?
Yine soralım:
‘Bizi ikinci sınıf üyeliğe mahkum ettiler’ diye durumdan şikayet eden Mesut Yılmaz, bugünkü koşullarda Tayyip Erdoğan’ın yerinde olmak için hangi fedakárlıkları göze alırdı?
Ben sandığımızdan daha büyük fedakárlıkları göze alırdı diyorum...
Sizin yanıtınız ne?
Soruları sürdürelim:
‘Müzakere Çerçeve Belgesi mutlaka Meclis’e getirilmeliydi’ diye çıkış yapan CHP’li Onur Öymen, aynı gelişmeler CHP iktidarında meydana gelseydi, o belgenin Meclis’e getirilmesini savunur muydu?
Ben hiç çekinmeden ‘Savunmazdı’ cevabını veriyorum...
Siz ne diyorsunuz?
Bu sorular yetmez.
Tersini de sormak gerekir:
CHP iktidarda, Tayyip Erdoğan da muhalefette olsaydı, Erdoğan ve arkadaşları ‘Müzakere Çerçeve Belgesi mutlaka Meclis’e getirilmeliydi’ diye ortalığı ayağa kaldırmazlar mıydı?
Benim yanıtım ‘Evet, kaldırırlardı’, sizinki ne?
Son soru şudur:
Politika yapma biçimimiz ne zaman Avrupalılaşacak?
Yazının Devamını Oku