Ahmet Hakan

Cengiz Çandar’a savunma taktikleri

26 Eylül 2005
Artık şuna kesinlikle inanıyorum:Cengiz Çandar, Türk basının çok kadersiz ve de talihsiz bir yazarıdır.Neden mi?

Yazının Devamını Oku

Cengiz Çandar’a savunma taktikleri

26 Eylül 2005
Artık şuna kesinlikle inanıyorum:<br><br><B>Cengiz Çandar, </B>Türk basının çok kadersiz ve de talihsiz bir yazarıdır. Neden mi?

Çünkü: Halil Berktay, Murat Belge, Taner Akçam gibi ‘Elebaşılar’, en küçük bir sataşmaya maruz kalmadan, ellerini kollarını sallayarak ‘Ermeni Konferansı’nın yapıldığı Bilgi Üniversitesi’ne girebilmişlerdir.

Buna mukabil...

Konferansın düzenlenmesinde en küçük rolü bulunmayan, olaya salt ‘dinleyici’ bağlamında dahil olan ‘zavallı’ Cengiz Çandar, koca Ermeni Konferansı’nın bütün sorumluluğunu üstlenircesine sırtına o iki yumurtayı yemiştir...

Konferans başarıyla tamamlanmıştır, kıyamet kopmamıştır, Batı medyası Türkiye’ye övgüler düzmüştür, AB yolunda bir müşkülat daha çözülmüştür...

Yani her şey tıkırındadır...

Ve fakat...

Olayın tek zayiatı, Çandar’ın Lacoste marka lacivert gömleği olmuştur.

Gömleğin sırt kısmındaki iki adi yumurta izi, Ermeni Konferansı’nın tek vukuatının kanıtı olarak orada öylece durmaktadır.

***

‘Vicdanları kanatan ve yaralayan’ bu olay karşısında bir şeyler yapmayı görev bilen yazarınız, Cengiz Çandar’a birkaç işe yarar tüyo vermeye karar vermiştir.

Amaç, Çandar’ın bir sonraki ‘Riskli etkinlik’te donanımsız kalmasına engel olmaktır...

Umarım, Çandar, ‘Ben ki Maoist örgütlenmelerden, Filistin kamplarından geliyorum. Senin tüyolarına ihtiyacım yok’ diyerek yararlanmaktan kaçınmaz...

***

İşte tüyolar:

Cengiz Çandar diyelim ki her zamanki gibi, biraz gecikmiş bir şekilde, Ülkücü/İşçi Partili grupların ‘Haince’ buldukları bir etkinliğe gitmektedir.

Ve yine diyelim ki kapıdaki grup, ‘Burası Türkiye! Ya sev ya terk et’ sloganı atmaya başlamıştır. Cengiz Çandar şunları yapabilir:

BİR: Yüzüne hüzünlü bir ifade oturtan Çandar, bir Türk Sanat Müziği bestekarına özgü ağır başlı edayla, ‘Bir ihtimal daha var. O da ölmek mi dersiniz...’ diye sorabilir... Ya da Attila İlhan’dan ‘Ayrılık da sevdaya dahil’ dizesini patlatabilir... Karşı taraf kısa bir süreliğine dumura uğrayacaktır.

İKİ: Çandar, ‘öğreten adam’ havasına girip, slogan atan ekibe şöyle seslenebilir: ‘Arkadaşlar, bakın, bu attığınız sloganın İngilizcesi ‘Love it or leave it’ şeklindedir.’ Bu kısa nutuk karşı tarafın bir süreliğine gaflete düşünmesine neden olacaktır. Çandar, işte bu fırsattan yararlanıp olay mahallini ufaktan terk eder.

***

Yumurtalı saldırıya karşı ise yapılması gereken çok basittir...

Diyelim ki Çandar, ‘Haince’ bir etkinliğe gidecek...

Sabah evden çıkmadan önce, ‘Tuğba yumurtalar hazır mı?’ sorusunu sorar...

Sonra hazırlanan yumurtaları cebine özenle yerleştirir.

Ülkücü/İşçi Partili grup, yumurtalı saldırıya başladığında, Çandar cebindeki yumurtaları çıkarıp karşı saldırıya geçer...

Böylece hiçbir şey yapmamış olmaktan kurtulup, daha agresif bir tutum sergilemiş olur...Ve ‘Karizma’ eski halini korur...

Nereden nereye

Hatırlar mısınız?

‘Milli Görüş’ liderliğinin en yakınındaki isim Oğuzhan Asiltürk, Refah Partisi’nin yükselişe geçtiği günlerde İstanbul’daki bir toplantıda ‘Bizans Surları’nın yıkılması gerektiğinden söz etmişti de kıyamet kopmuştu...

İnsanlık tarihinin ortak mirasına yaklaşım konusunda görüşleri netleşmeyen Refah Partisi yönetimi, olayı toparlamak için epey çaba sarf etmişti...

Dünkü Milliyet’in Pazar ekinde Özkan Güven’in ‘Dünyadaki tek Bizans sarayı restore ediliyor’ haberini okurken işte bunları düşündüm...

AKP’li Fatih Belediyesi dünyanın ayakta kalmış tek Bizans Sarayı olan ‘Tekfur Sarayı’nın restorasyonu için harekete geçmiş...

Bence bu habere ‘AKP gerçekten değişti mi?’ sorusu ışığında yaklaşmalıyız.

Çünkü bu olayda ‘bir yanıt’ gizli...
Yazının Devamını Oku

İlahi Cemil Bey

25 Eylül 2005
<B>SAYIN Cemil Çiçek...<br><br></B>İlk <B>‘işaret fişeği’</B>ni siz çaktınız. Meclis kürsüsünden, ‘Hainler! Bizi arkamızdan hançerliyorlar!’ diye gürleyerek ‘Ermeni Konferansı’na katılacakları hedef gösterdiniz.

Öyle bir gürlediniz ki şu soruyu sormadan edemedik:

‘Kürsüde konuşan bu kişi, hedefi AB olan bir hükümetin ‘Sözcüsü’ ve ‘Adalet Bakanı’ mı? Yoksa ‘Yeniden Milli Mücadele’ örgütünün ateşli militanı mı?’

O kadar şaşkındık ki, ‘Adalet Bakanı hedef gösterir mi?’ filan diye sormayı bile akıl edemedik.

Sadece yaptığınız o çıkışın ardından konferansın ertelenmesini sessiz sedasız izlemek zorunda kaldık.

Ve gün geldi, hedef gösterdiğiniz bilim adamları, bilimin namusunu kurtarmak adına yeniden harekete geçtiler.

Ama bu kez bir ‘İdare Mahkemesi’ sizden rol çaldı ve konferansı iptal etti...

Gözüm hemen size çevrildi...

Baktım, öfkenizden eser kalmamış...

‘Hamamın namusu’ uğruna eleştirel tutumunuzu bir parça sürdürüyordunuz; ama ağzınızdan ‘Hainler’, ‘Arkadan hançerliyorlar’ filan gibi laflar çıkmıyordu.

Yani gürlemiyordunuz...

Ne gürlemesi!

Hatta...

Mahkeme kararına hukuki bir yorum getirip, ‘Konferans Bilgi Üniversitesi’nde yapılabilir’ diyerek, ‘Hainler’ diye suçladığınız kişilere yol göstericilik bile yapıyordunuz.

Tabii ki olacağı buydu...

‘Yeniden Milli Mücadele’ fantezileriyle ‘AB’yi hedef olarak seçmiş hükümetin sözcüsü’ olmanın getirdiği sorumluluğu birbirine karıştırırsanız, işte böyle açığa düşüverirsiniz.

Başbakan, tavrını net bir şekilde ortaya koyunca işte böyle ‘Hainler için yol göstericilik görevi’ni üstleniverirseniz.

Neyse...

En iyisi ‘İlahi Cemil Bey’ demek, başka da bir şey dememek...


Tuğçe’nin seçimi


BUGÜN Türkiye’de kendisini ‘Müslüman’ olarak tanımlayanların büyük çoğunluğunun ‘bilinçli bir seçim’ yaptıklarından söz edebilir miyiz?

Tabii ki edemeyiz.

Olan biten şudur:

Müslüman bir çevrede doğuyoruz...

Doğduğumuzda kulağımıza ezan okunuyor...

Çocukluğumuzdan itibaren bize ‘Müslüman’ olduğumuz söyleniyor...

Sonra aklımız ermeye başladığında herhangi bir sorgulamaya gerek duymadan kendimizi ‘Müslüman’ olarak görmeye devam ediyoruz.

Bu serüvene baktığımızda bir bilinç yolculuğu ya da bir arayış hikáyesinden ziyade ‘Uydum kalabalığa’ havası görürüz.

Oysa dinler, ‘bilinçli bir seçim’ talep ederler...

Manken Tuğçe Kazaz’ın, ‘Ben İslam’ı bıraktım, Ortodoks Hıristiyan oldum’ açıklaması işte bu açıdan anlamlı.

Çünkü Tuğçe Kazaz’la ilgili eldeki delillere baktığımızda şunları görüyoruz:

O da birçoğumuz gibi ‘bilinçli bir din tercihi’ yaparak Müslümanlığı seçmemiş, ana-babasından gördüğüne uymuştur.

Hıristiyanlığı da büyük bir arayış ve sorgulama sonucunda seçmemiş, ‘müstakbel eşi’nin etkisi altında kalarak tercih etmiştir.

Bu durumda...

Diyelim ki Tuğçe, yeni eşiyle anlaşamadı ve karşısına şöyle ‘yakışıklı ve havalı bir Budist’ çıktı...

Tuğçe’nin Budizm’e kaymayacağının garantisi yoktur.

Yani...

Ortada dinleri ontolojik açıdan sorgulayan bir bireyin, çileli ve acılarla dolu bir yolculuğu yoktur.

Ben bu nedenle olaya ‘bir gönül macerası’ denmesini teklif ediyorum.1
Yazının Devamını Oku

Kandil kutlaması konserle olur mu?

23 Eylül 2005
KANDİL gecesi ne yapılır?Ne yapılacak? Televizyonlar ‘mevlit’ yayını yapar ve millet de huşu içinde bu yayını izler. Başka? Başka bir şey yoktur.Peki bu, dinin emri midir?

Din, kandil gecelerinde ‘’ dışında bir etkinliğe izin vermez mi?Kandil coşkusunu, neşesini yansıtacak ‘mevlit’ dışında başka bir etkinlik yapılamaz mı?Modern yaklaşımlara açık ilahiyatçılar, bu soruya ‘Tabii ki yapılabilir’ yanıtını veriyorlar.Peki eğer din, farklı kutlama biçimlerine kapalı değilse, neden yeni bir kutlama formu ortaya çıkarılamıyor?Ben bu sorunun yanıtını İslam toplumunun, henüz ‘kent yaşamı’ ile tam olarak tanışamamış olmasında buluyorum.Unutmayalım: Sofistike törenler, incelikli organizasyonlar ancak kentli toplumların işidir.***Batı’da cenaze törenlerinde gördüğümüz ‘ağırbaşlı zarafet’ ya da düğün törenlerinde rastladığımız ‘göz alıcı özen’, sanıldığının aksine Hıristiyanlık’tan değil Hıristiyanların kentli oluşundan kaynaklanıyor.Tıpkı bizdeki sakilliğin dinden değil, dine inananların çoğunluğunun köylülüğünden kaynaklandığı gibi.Aksi takdirde Müslümanlık uygulamalarının, Batı’ya gittikçe daha incelikli formlar kazandığı gerçeğini nasıl izah edebiliriz?Mesela...Makedonya’da dini bayramlarda, kentin en büyük tiyatrosunda, senfoni orkestrası eşliğinde kadın-erkek karışık korolarla yapılan bayram kutlamalarındaki inceliği nasıl açıklarız?***Geçen Berat Kandili’nde Samanyolu Televizyonu’nda yayınlanan ‘Kandil Özel Programı’, farklı kandil kutlama arayışının ülkemizdeki ilk örneği gibiydi.Büyük bir konser salonunda toplumun değişik kesimlerinden kadınlar ve erkekler buluşup, ünlü sanatçıların söylediği ‘ilahi’ formundaki türkü ve şarkıları dinlediler.Böylece kandil coşkusu, farklı bir formla yaşanmış oldu.‘İlle de mevlit’ yaklaşımının ilk kez dışına çıkıldı.‘Gelenek demek din demektir’ anlayışına saplanıp kalmanın gereksizliği ortaya çıktı.‘Özlem duyulan yeni bir form bulundu’ müjdesini vermiyorum.Sadece arayışın başladığını muştuluyorum.Kutlu olsun.Bir sırrı açıklıyorum: Gülen için istek şarkıSAMANYOLU Televizyonu’ndaki ‘Kandil Özel Programı’nda ‘Gülay’ adlı sanatçı da sahne aldı ve gecenin ruhuna uygun ilahiler seslendirdi.Ancak ‘genel istek’ üzerine, gecenin ruhuna pek uygun düşmeyen bir türküyü de söyledi.O türkü, ‘gelmeyen sevgili’ye seslenen ‘Sen Gelmez Oldun’ türküsüydü.Peki ‘Kandil gecesi’, dünyevi aşktan söz eden bu içli Azeri türküsünün genel istek alması neyin nesiydi?Bu sorunun yanıtını, dünkü Zaman’da Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın yazısını okurken buldum.Şöyle diyor Dumanlı:‘Gülay’ın seslendirdiği ‘Sen Gelmez Oldun’ şarkısı bir şarkı olmaktan çıkıyor, uhrevi bir hasret havasına bürünüyor.’İşte bu cümle, beynimde şimşeklerin çakmasına neden oldu.Özellikle ‘uhrevi’ ve ‘hasret’ sözcüklerinden ‘şifre’yi çaktım.Ve şöyle dedim:‘Tamam, buldum! İçli Azeri türküsü Fethullah Gülen için söylenmiştir.’***Şimdi lütfen, ‘Sen Gelmez Oldun’ türküsünün şu sözlerini, hep birlikte, bu bilgi ışığında okuyalım:‘Deyiptin baharda görüşelim / Bahar geldi geçti sen gelmez oldun / Yaradan eşkine ne olur dön / Kuşlar kondu göçtü, sen gelmez oldun. / Biz bu sonbaharda buluşacaktık / Bahar geldi geçti, sen gelmez oldun. / Demiştin kapına gelirim diye / Kulağım kapıda, ses vermez oldun / Boş yere mi yemin ettik ikimiz / Kuşlar yuva kurdu, sen gelmez oldun.’

Yazının Devamını Oku

Kandil kutlaması konserle olur mu?

23 Eylül 2005
<B>KANDİL </B>gecesi ne yapılır?<br><br>Ne yapılacak? Televizyonlar ‘<B>mevlit</B>’ yayını yapar ve millet de huşu içinde bu yayını izler. Başka?

Başka bir şey yoktur.

Peki bu, dinin emri midir?

Din, kandil gecelerinde ‘mevlit’ dışında bir etkinliğe izin vermez mi?

Kandil coşkusunu, neşesini yansıtacak ‘mevlit’ dışında başka bir etkinlik yapılamaz mı?

Modern yaklaşımlara açık ilahiyatçılar, bu soruya ‘Tabii ki yapılabilir’ yanıtını veriyorlar.

Peki eğer din, farklı kutlama biçimlerine kapalı değilse, neden yeni bir kutlama formu ortaya çıkarılamıyor?

Ben bu sorunun yanıtını İslam toplumunun, henüz ‘kent yaşamı’ ile tam olarak tanışamamış olmasında buluyorum.

Unutmayalım:

Sofistike törenler, incelikli organizasyonlar ancak kentli toplumların işidir.

***

Batı’da cenaze törenlerinde gördüğümüz ‘ağırbaşlı zarafet’ ya da düğün törenlerinde rastladığımız ‘göz alıcı özen’, sanıldığının aksine Hıristiyanlık’tan değil Hıristiyanların kentli oluşundan kaynaklanıyor.

Tıpkı bizdeki sakilliğin dinden değil, dine inananların çoğunluğunun köylülüğünden kaynaklandığı gibi.

Aksi takdirde Müslümanlık uygulamalarının, Batı’ya gittikçe daha incelikli formlar kazandığı gerçeğini nasıl izah edebiliriz?

Mesela...

Makedonya’da dini bayramlarda, kentin en büyük tiyatrosunda, senfoni orkestrası eşliğinde kadın-erkek karışık korolarla yapılan bayram kutlamalarındaki inceliği nasıl açıklarız?

***

Geçen Berat Kandili’nde Samanyolu Televizyonu’nda yayınlanan ‘Kandil Özel Programı’, farklı kandil kutlama arayışının ülkemizdeki ilk örneği gibiydi.

Büyük bir konser salonunda toplumun değişik kesimlerinden kadınlar ve erkekler buluşup, ünlü sanatçıların söylediği ‘ilahi’ formundaki türkü ve şarkıları dinlediler.

Böylece kandil coşkusu, farklı bir formla yaşanmış oldu.

‘İlle de mevlit’ yaklaşımının ilk kez dışına çıkıldı.

‘Gelenek demek din demektir’ anlayışına saplanıp kalmanın gereksizliği ortaya çıktı.

‘Özlem duyulan yeni bir form bulundu’ müjdesini vermiyorum.

Sadece arayışın başladığını muştuluyorum.

Kutlu olsun.

Bir sırrı açıklıyorum: Gülen için istek şarkı

SAMANYOLU
Televizyonu’ndaki ‘Kandil Özel Programı’nda ‘Gülay’ adlı sanatçı da sahne aldı ve gecenin ruhuna uygun ilahiler seslendirdi.

Ancak ‘genel istek’ üzerine, gecenin ruhuna pek uygun düşmeyen bir türküyü de söyledi.

O türkü, ‘gelmeyen sevgili’ye seslenen ‘Sen Gelmez Oldun’ türküsüydü.

Peki ‘Kandil gecesi’, dünyevi aşktan söz eden bu içli Azeri türküsünün genel istek alması neyin nesiydi?

Bu sorunun yanıtını, dünkü Zaman’da Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın yazısını okurken buldum.

Şöyle diyor Dumanlı:

‘Gülay’ın seslendirdiği ‘Sen Gelmez Oldun’ şarkısı bir şarkı olmaktan çıkıyor, uhrevi bir hasret havasına bürünüyor.’

İşte bu cümle, beynimde şimşeklerin çakmasına neden oldu.

Özellikle ‘uhrevi’ ve ‘hasret’ sözcüklerinden ‘şifre’yi çaktım.

Ve şöyle dedim:

‘Tamam, buldum! İçli Azeri türküsü Fethullah Gülen için söylenmiştir.’

***

Şimdi lütfen, ‘Sen Gelmez Oldun’ türküsünün şu sözlerini, hep birlikte, bu bilgi ışığında okuyalım:

‘Deyiptin baharda görüşelim / Bahar geldi geçti sen gelmez oldun / Yaradan eşkine ne olur dön / Kuşlar kondu göçtü, sen gelmez oldun. / Biz bu sonbaharda buluşacaktık / Bahar geldi geçti, sen gelmez oldun. / Demiştin kapına gelirim diye / Kulağım kapıda, ses vermez oldun / Boş yere mi yemin ettik ikimiz / Kuşlar yuva kurdu, sen gelmez oldun.’
Yazının Devamını Oku

Hiç

22 Eylül 2005
<B>DÜN </B>bir okurum aradı.<br><br>Telaşlı bir şekilde şöyle diyordu: <br><br><B>‘Karaköy’de bir binanın üzerine Arapça pankart asılmış. Lütfen bu provokasyonun üzerine gidin.’</B> Telefonu kapattım.

İçimden ‘Herhalde yeni bir Hizb-ut Tahrir saçmalığıyla karşı karşıyayız’ diye geçirdim.

Ama...

Çok geçmeden işin aslı ortaya çıktı:

Dünkü Hürriyet’in birinci sayfasında yayınlanan ‘Hat eserini örgüt pankartı sandılar’ başlıklı haber, her şeyi özetliyordu.

Meğer ‘duyarlı’ vatandaşların, ‘örgüt işi’ sandıkları pankartta, Türk hat sanatının iki ustasının Arap harfleriyle yazdıkları ‘Bu da geçer ya hu’ ve ‘Gel keyfim gel’ ibareleri varmış.

Meğer pankarta bakıp, ‘Burada garanti ‘Hilafet devleti kurulacaktır’ filan gibi bir slogan yazıyordur’ diye düşünenler fena halde yanılmışlar.

Çünkü pankartta ‘Gel keyfim gel’ yazıyormuş.

Şikayet üzerine Belediye’nin pankartı kaldırması da komedinin tamamlayıcı unsuru gibi.

Ne diyelim?

Türk hat sanatına yabancılaşmadan mı yakınalım? Elifi görünce mertek sanmaktan mı dem vuralım? Paranoyanın yükselişinden mi söz edelim?

Belki de en iyisi, evimin duvarında asılı duran Arap harfleriyle yazılmış Türkçe ‘Hiç’ tablosundan söz etmek.

Ama ya buradan yola çıkıp benim ‘nihilist’ olduğum yargısına varılırsa...

Savunma sporları

SATAŞMA:

Gazetesini ve görüşlerini benimsemeseniz bile, Ahmet Hakan’ın pazartesi yazısındaki girişi gerçekçi bulmaz mısınız?’ MÜMTAZ SOYSAL (Dünkü Cumhuriyet)

YANIT:

‘Ahmet Hakan’ın kişisel görüşleri’ ile ‘Cumhuriyet okurlarının kişisel görüşleri’ arasında devasa bir fark olduğunu iddia etmek tabii ki meşrudur. Bu nedenle Mümtaz Hoca’nın, ‘Görüşlerini benimsemeseniz bile’ ifadesine takılmadım. Ve fakat... ‘Gazetesini benimsemeseniz bile’ ifadesi acayip dikkatimi çekti... İşin içinden çıkmak için kendi kendime sorduğum sorular şunlardır: BİR: Mümtaz Hoca, bir zamanlar Hürriyet’te yazmamış mıydı? İKİ: Acaba Hoca, Cumhuriyet okurlarının Hürriyet’i bile benimsemeyecek kadar marjinalleştiğini mi düşünmektedir? ÜÇ: Yoksa Hoca, benim Hürriyet’te değil de Vakit’te yazdığımı mı zannetmektedir?

***

SATAŞMA:

Ahmet Hakan uzun bir aradan sonra ekranda. (...) Hürriyet’in Kelebek ilavesinde Mevlüt Tezel kendisi ile bir söyleşi yapmış. ‘Ben kafalardaki konforu bozuyorum’ demiş. Valla sağ iktidarın muhalefetinin de sağda olduğu bir ülkede hangi konfordan bahsedebiliriz? Programın adı ‘Tarafsız Bölge’. Bence ‘Taraflı Bölge’ olsaydı daha iddialı olurdu. Sonuçta çıkan konuklar ‘taraflı bölge’den olacak.’ SİNA KOLOĞLU (Dünkü Milliyet)

YANIT:

Amacımız tabii ki ‘kafa konforu’nu bozmaktır. Ama görüyorum ki rahatına düşkün Sina Koloğlu’nun konforunu bozabilmek imkansız. Oysa Koloğlu’nun ‘Rahatı kaçan ağaç’ olmaya ne de çok ihtiyacı var... Keşke ‘Sevgili’ Koloğlu, ‘Hiç bunları kendine dert etmeye değer mi?’ nakaratını bırakıp, ‘Sağ nedir? Sol nedir? İslamcı ille de sağcı mı olur? Solcu İslamcı olamaz mı? Bir insan bir kelimeyle izah edilebilir mi?’ gibi konularla meşgul olsa. Belki o zaman, yeni başlayan bir televizyon programının, henüz belli olmayan konuklarıyla ilgili bu kadar iddialı ön görülerde bulunmaz. Neyse... Belki de Sina Koloğlu’na laf anlatmak yerine gidip ‘Atom’u parçalamalıyım. Çünkü o daha kolay.

***

SATAŞMA:

Ahmet Hakan ‘Deniz Akkaya solculuğun anlamını bile bilmez’ demiş. Hani Deniz Akkaya Hanım’ı biraz tanısam ‘haklıdır, haksızdır’ diyeceğim ama yok işte. Diyeceksiniz ki, Peki Ahmet Hakan’ı tanıyor musun sanki?’ AHMET TURAN ALKAN (Dünkü Zaman).

YANIT:

İlahi Ahmet Turan Bey... Demek Deniz Akkaya’yı tanımıyorsunuz... O halde gitti ömrünüzün yarısı! Neden mi? Çünkü Deniz Akkaya bir fenomendir. Hem solcudur, hem ANAP’a oy vermiştir. Kürtlerin ezildiğini düşünür ama buna mukabil Kürtçe’nin konuşulmasına tavırlıdır. Türbandan yanadır ama türban serbestliğine karşıdır vs... Yani ortada kaçırılmayacak bir eğlence kaynağı vardır... Ve siz ‘Tanımıyorum’ diyerek kestirip atmışsınız. İlahi Ahmet Turan Bey... Bir de ‘matrak yazılar’ yazmaya heves ediyorsunuz... Peki Deniz Akkaya’yı tanımadan nasıl olacak bu iş?
Yazının Devamını Oku

Koç: Uyumam hastalıktandı tedavi oldum ve iyileştim

21 Eylül 2005
<B>KÜLTÜR </B>ve Turizm Bakanı <B>Atilla Koç’</B>un toplantılarda kameralar karşısında uyumasını günlerce tartıştık.<br><br>Onun uyuyan görüntüleri ekranlara yansıdı, gazetelere manşet oldu. Hatta Bakan’ın adı ‘Uyuyan bakan’a bile çıktı.

Bütün bu tartışmalar sırasında Atilla Koç, kendisini hep, ‘Ben uyumuyorum. Medya beni uyuyormuş gibi gösteriyor’ diye savundu.

Ve filmin sonu:

Dün akşam CNN Türk’te ‘Tarafsız Bölge’ye konuk olan Bakan Koç, uyku meselesine açıklık getirdi.

Bunu yaparken de ilk kez medyayı suçlamadı. Bakan Koç’un konuyla ilgili açıklaması şudur:

‘Doktora gittim. Yüksek tansiyon için kullandığım ilaçların uykuya neden olduğunu öğrendim. Ayrıca bende ‘uyku apnesi’ olduğu tespit edildi. Yani uyumamın hastalık nedeniyle olduğu ortaya çıktı. Ben hep az uyuduğum için gündüzleri uykumun geldiğini düşünüyordum. Meğer asıl neden ‘uyku apnesi’ ve kullandığım yüksek tansiyon ilaçlarıymış. Ayrıca bu rahatsızlığın Türkiye’de son zamanlarda giderek yaygınlaştığını da öğrendim. Sonuç olarak tedavi oldum, iyileştim ve artık uyumuyorum.’

Geceleri sadece dört saat uyuduğunu belirten Bakan Koç, ‘Günlük rutinimi değiştirmedim. Yine dört saat uyuyorum. Ama buna rağmen gündüz toplantılarda uyumuyorum. Demek ki tedavi işe yaramış’ dedi.

Atilla Koç’un mesajları

UZUN
bir süredir canlı yayınlarda gözükmeyen Atilla Koç, ‘Tarafsız Bölge’de ‘biriken sorular’ın tümünü yanıtladı.

Yaptığı açıklamalardan ‘altı çizilmesi gerekenler’ şunlardı:

PAPA DUA EDEMEZ:

Vatikan Büyükelçiliği İstanbul Temsilcisi Georges Marovitch’in ‘Papa Ayasofya’da 2 saniye diz çöküp dua etsin, ne olacak?’ çıkışına Atilla Koç, şu yanıtı verdi: ‘Papa aynı zamanda devlet başkanıdır. Konuk devlet başkanları, konuk oldukları ülkenin kurallarına uyarlar. Ayasofya müzedir, orada ibadet edilmez.’

EN SEVDİĞİM ŞAİR KARAKOÇ:


Atilla Koç, ‘En sevdiğiniz şair Necip Fazıl mı? Yoksa Nazım Hikmet mi?’ sorusuna ‘İkisi de değil’ diyerek şaşırtıcı bir yanıt verdi. Bakan, en çok ‘Diriliş’ ekolünün temsilcisi İslami kesimin ünlü şairi Sezai Karakoç’u sevdiğini söyledi. ‘En sevdiğiniz romancı?’ sorusuna ise Dostoyevski yanıtını verdi.

OPERA VE BALE İZLERİM:

Opera ve baleyi bakan olmadan önce de izlediğini söyleyen Bakan Koç, ‘Devletin bale ve operası olur ama devletin tiyatrosu olur mu konusunda tereddütlerim var’ yanıtını verdi.

TİYATRODA ÖDÜN YOK:

Tiyatrocuların talepleri konusunda da konuşan Bakan Koç, ‘Tiyatroya bakan karışmasın diyorlar. Ben karışırım. Karışmaktan amacım tiyatrocuların yüksek bir performansla çalışmalarını sağlamaktır’ dedi.

KİLOLU BALET:

Çok tartışılan kilolu balet konusuna da değinen Kültür ve Turizm Bakanı, ‘Sizin kastettiğiniz kilolu balet kimdi?’ sorusuna yanıt vermekten kaçındı ama ‘Ben amacıma ulaştım’ mesajını vererek, yapılan tartışmalardan memnun olduğunu gizlemedi.

AKM’Yİ YIKACAĞIM:

Gündemdeki ‘AKM yıkılacak mı?’ konusuna da açıklık getiren Atilla Koç, ‘İstanbul Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi kesinlikle yıkılacak. Yapıldığı dönemin koşulları gereği bina son derece yetersiz. Eksiksiz bir onarım çok pahalı. Onun yerine yıkıp yeniden yapmak daha akılcı’ dedi.

Güzel bir film Cinderalla Man

TAMAM, bunda da biraz ‘Rocky’ sertliği var...

Tamam, bunda da Jon Voight’un ünlü ‘Şampiyon’ filmindeki ‘ağlak hava’dan biraz mevcut.

Tamam, bu da geçen yıl hepimizi kendine meftun eden ‘Million Dollar Baby’ ile akraba...

Ve fakat...

Sakın, bütün bunlar nedeniyle ‘Aman, yine bir boks filmi daha’ deyip boş geçmeyin.

Çünkü ‘Cinderalla Man’, bir boks filmi değil.

Filmin konusu ‘1929 buhranını yaşayan Amerika’da umutsuz yoksullara umut olmuş bir boksörün hayatı’ gibi görünse de, ana tema daha ‘yakıcı insani sorunlar’a işaret ediyor:

Yoksulluk, gurur, gururu ayaklar altına alma, çaresizlik, direnç, dayanışma, zafer, hezimet...

Ayrıca...

Hikaye sağlam.

Oyunculuk mükemmel.

Atmosfer gerçekçi.

Yani...

Haftalardır güzel bir film hasretiyle yanıp tutuşanlar için kaçırılmayacak bir fırsattan söz ediyoruz.

Sakın, ‘İyi ama, ‘Banyo’ gibi berbat bir filmin kaçırılmaması gerektiğini yazan Hıncal Uluç da bu filmi göklere çıkardı. İşin içinde bir yamukluk olmasın?’ diye tereddüt etmeyin.

Hıncal Uluç’u boş verin, kafaya takmayın.

Çünkü film, gerçekten iyi...
Yazının Devamını Oku