Ahmet Altan

Eski şatoda bilardo

16 Temmuz 2006
Hepimiz "bir şeyi" başlatma kudretine sahiptik. Herkes hayatın içinde "bir şeyi" başlatabiliyordu.

Bir kavgayı, bir aşkı, bir acıyı, bir ihaneti, istekayla topa vurur gibi tek bir darbeyle gerçekleştirebiliyorduk.

Başlatmak için sahip olduğumuz büyük kudrete rağmen kendi hareketimizin yarattığı değişiklikleri, çarpışmaları, kırılmaları kontrol edecek bir güce sahip değildik.

Nehirden yükselen beyazımsı bir sis bulutunun altında uçları kaybolmuş çam ormanlarının kuşattığı tepeye yerleşmiş olan şatonun mahzeninde günlerce bilardo oynamıştım.

Duygularımın, sislerin altındaki çam ormanları gibi sürekli bir dalgalanmayla renk ve biçim değiştirdiği zamanlardı.

Fransız taşrasının diplerine saklanmış şatonun mahzenine konmuş masanın üstünde yuvarlanan kırmızı, beyaz toplara her vuruşumda mutluluk, acı, endişe, özlem birbirini takip eden dalgalar gibi kabarıyordu.

Hayat, zamanın tülbendinden süzüldüğünde vaktiyle yaşanmış birçok duygu akıp gidiyor, geriye en baskın olanı kalıyor ve ben o günleri mutluluğu andıran bir duyguyla hatırlıyorum.

Yemyeşil bir çuha.

Tok seslerle birbirlerine çarpan toplar.

Birbirlerine ve masanın kenarlarına hızla vurarak dönen topların her seferinde farklı noktalarda durmaları.

O topların nerede duracağını merakla beklerken yaşanan tuhaf bir kasılmayla gerçeklerin kısa bir süreliğine unutuluşu.

Günlerce o topların hareketlerini izleyerek gerçeklerden kaçmıştım.

Ve, yeşil bir çuhayla üç toptan hayata dair dersler almıştım.

Elindeki uzun istekayla toplardan birine vuruyordun, amacın topları birbirine çarptırmak ve yuvarlanışları bittiğinde bir sonraki vuruş için elverişli bir konumda durmalarını sağlamaktı.

Topa hangi açıdan, ne kadar bir güçle vuracağına sen karar veriyordun.

Vurana kadar bütün kontrol sendeydi.

Vuruyordun.

Sonra, toplar yeniden durana kadar seyretmekten başka yapabileceğin yoktu.

Eğer topa doğru açıdan doğru bir kuvvetle vurduysan senin öngördüğün hareketleri yapıyorlar, birbirlerine çarpıyorlar ve senin istediğine yakın bir yerde duruyorlardı.

Ama yanlış karar verdiysen, topa yanlış bir açıdan istekanı uzattıysan, yanlış bir güçle vurduysan sonuç ne senin ne de başka birinin tahmin edebileceği bir kompozisyonla çıkıyordu ortaya.

Nehirden, ağaçları sarsalayarak esip gelen rutubetli bir rüzgarın şatonun pencerelerinde, kulelerinde, çatılarında ürkütücü sesler çıkartarak dolaştığı o kış gecelerinde, o toplara vurmaya hazırlanırken hep aynı şeyi düşünüyordum:

Hepimiz "bir şeyi" başlatma kudretine sahiptik.

Herkes hayatın içinde "bir şeyi" başlatabiliyordu.

Bir kavgayı, bir aşkı, bir acıyı, bir ihaneti, istekayla topa vurur gibi tek bir darbeyle gerçekleştirebiliyorduk.

Yaptığımız hareketin sonuçları konusunda az çok bir öngörümüz oluyordu.

Bizim hareketimiz sonucunda birçok insanın ruhu dalgalanıyor, düşünceler, duygular birbirine çarpıyordu.

Başlatmak için sahip olduğumuz büyük kudrete rağmen kendi hareketimizin yarattığı değişiklikleri, çarpışmaları, kırılmaları kontrol edecek bir güce sahip değildik.

Yanlış bir hesap yaptıysak, yanlış bir açı seçtiysek, yanlış bir güç uyguladıysak, hayatımız hiç aklımıza gelmeyen bir başka biçim alıyordu.

Bir daha asla geri çeviremeyeceğimiz bir biçimdi bu.

Sonra hamle sırası karşımızdakilere geliyordu.

Bizim yarattığımız duruma göre onlar da kendilerine uygun bir açı seçiyorlar, sevgiyle, öfkeyle, acıyla toplara yeniden vuruyorlardı.

Başlangıçla hiç ilgisi olmayan yepyeni ve şaşırtıcı bir görüntü çıkıyordu ortaya.

Biz ilk hamleyi yapmadan önce sevgilimiz olan biri, bir bakıyorduk ki iki hamle sonra düşmanımız olmuş ya da çok yabancı olduğumuz biriyle kendimizi çok yakın hissetmeye başlamışız.

Arka arkaya iki yanlış hamle insanların hayatlarını mahvedecek sonuçlar verirken, art arda iki doğru hamle bir mutluluk yaratmış.

Yerleri halılarla kaplı o sessiz mahzende, masanın üstüne asılı kenarları siperlikli lambadan sadece yeşil çuhayı aydınlatacak biçimde yayılan üçgen ışığın içine girip toplara vurmak için her eğildiğimde, benden sonra karşımdakinin topa vuracağını hiç düşünmeden, sadece kendi hamleme yoğunlaşarak ve doğru yaptığıma duyduğum büyük bir güvenle istekamla beyaz topa vuruyordum.

Sonra ışık üçgeninden çıkıyor, gölgem ardımdaki duvarda büyürken beni saran loşluğun içinde sonucu bekliyordum.

Ve hep aynı şeyi fark ediyordum.

İnsanın ilk hareketi yaparken hissettiği büyük güvenle, daha sonraki gelişmeler karşısındaki çaresizliği arasındaki o korkunç uçurumu.

İlk hamleyi yaparken her şey o kadar senin denetimin altındaydı ki, bunun yarattığı güven çok rahat biçimde hatayı doğuruyordu.

O anda, her şeyi denetleyebileceğini sanıyordun.

Bütün toplar senin istediğin gibi birbirine çarpacak, senin istediğin yerde duracaktı.

Ama küçücük bir açı kayması bütün hesapları alt üst edebiliyordu.

Ve, o açı kayması hayatın içinde sıklıkla çıkıyordu ortaya.

Yanlış hesap ediyorduk.

Bizim hareketimizin yaratacağı duyguların nasıl tepkilere yol açabileceğini tahmin etmekte zorlanıyorduk.

O ilk andaki güvenle her şeyi denetleyebileceğimize inanıyorduk.

Sonra hayata doğru yavaşça eğilip vuruyorduk.

Birden çevremizdeki bütün ruhlar sarsıntılar geçirmeye başlıyorlardı.

Fransız taşrasının koynuna sokulmuş bir şatonun bodrumundaki bir bilardo masasının üstünde eğilip kalkarken, arada bir dışarı çıkıp nehirden esen çam ve yosun kokulu ıssız rüzgarda şakaklarımı serinletirken, şatonun kulelerinin uçlarında toplanan kül rengi bulutların karı haber verip vermediğini anlamaya çalışırken hep aynı gerçeği görüyordum.

Hayatımdaki acıların çoğunu kendim yaratmıştım.

İlk hareketi ben yapmıştım.

Başlayan hareketler zinciri korkunç bir lanete dönüşerek birbirini doğuran bir acılar yumağına dönmüştü.

O ünlü hikayedeki büyücünün çırağı gibi yaşamıştım birçok olayı.

Büyücünün çırağı eşyalara hükmetmenin esrarını öğrenmişti ustasından.

Ama onları nasıl durduracağını öğrenmemişti.

Ben de, olaylara hükmeden sihri bilmenin güveniyle "başla" emri vermiş ama yeryüzünde hiç kimsenin başlayan hareketi durduracak sihri bilmediğini unutmuştum.

Hepimiz "büyücünün çırağı" gibiydik.

"Başla" diyebiliyor ve başlatıyorduk.

"Dur" dediğimizde ise sözümüzü dinletecek büyü yoktu.

Öyle bir büyü henüz yaratılmamıştı.

Olaylar bir kere başladı mı artık onun nerede duracağını hiçbirimiz kestiremiyorduk.

Toplara vurup birini üzebiliyordun, toplar durduğunda bir bakıyordun ki üzülen sensin.

Gücünü artırmak için toplara vuruyordun, bir bakıyordun ki elindeki iktidarı da kaybetmişsin.

İhaneti başlatıyor sonunda ihanet edilen sen oluyordun.

Karşındakinin duygularını harekete geçirecek hamleyi yaptıktan sonra o duyguların birbirleriyle nasıl çarpışacaklarını, nasıl kavisler alacaklarını ve nerede duracaklarını öngöremiyordun.

İlk hamle çok açık ve netti.

Ondan sonrası ise tam bir belirsizlikti.

Pişmanlık bunun için vardı zaten insanların hayatlarında.

Yanlış yapılmış hamlelerin yarattığı sonuçlarla beliren duyguya pişmanlık diyorduk.

Geceleri kar kokuyordu şatonun bahçesi.

Ormanlar hep beyazımsı bir sisin altında dalgalanıyordu.

Kül rengi bulutlar kulelerde toplanıyordu.

Arada bir dışarı çıkıp rüzgarı ve geceyi koklayarak, günlerce üçgen bir ışığın içinde bilardo oynadım, duvarları asırlardır esen rüzgarlarla kararmış o eski şatonun mahzeninde.

Aradan çok uzun yıllar geçti.

Hayat, zamanın tülbendinden süzüldü.

Mutluluğu andıran bir duygu kaldı bende.

Bir de, yaptığım bütün yanlış vuruşlardan öğrendiğim bir ders.

İlk vuruşu yapma özgürlüğün var, sonrasını hayatın kıpırdanışı ve diğer insanların hamleleri belirler.

Bir gün o şatoya yeniden gidip o sessiz ve loş mahzende bilardo oynayacağım.

Doğru vuruşu yapan biri, hayatın akışını denetleyecek büyüyü ele geçirebilir mi, bunu anlamaya çalışacağım.

Ama önce doğru vuruşu öğrenmeliyim.

Bunu bilen biri var mı?

Var mı böyle bir büyünün sahibi?
Yazının Devamını Oku

Seni en çok ben severim...

9 Temmuz 2006
Aşık bir kadını korkutabilecek hiçbir şey yoktur.<br><br>Ne tanrıdan, ne şeytandan korkar. Onu korkutan tek şey, erkeğin korkusudur.

Aşık bir kadının korkusuzluğu, aşkına olan güveni, mucizelere olan inancı yanında herkes biraz korkak, güçsüz ve zavallı kalır.

Sevdiği erkeğin kendisi kadar güçlü olamadığını görür kadın.

Ona rağmen sevmekten vazgeçmez.


’Şu koca dünyada, yanında ben olmadan, tek başına hiçbir şeyi kusursuz yapamayacağını biliyorum; ikimiz birlikte olmadan, kadınları baştan çıkarmada bile mükemmel olamayacaksın. Şimdi beni anlamaya başlıyor musun? Ben senin yaşamınım, hayatının diğer yarısı benim. Ben yanında olmazsam, sen ne tam bir insan, ne gerçek bir sanatçı, ne doğru dürüst bir oyuncu, ne de yolcu olabilirsin, aynı şekilde ben de sen yanımda olmadan gerçek bir kadın olamam.’

Aşık bir kadının, kendisinin, sevdiğinin, dünyanın, hayatın hatta ölümün bile biraz eksik kaldığını hissetmesindeki o korkunç acıyı, o eksikliği kapatabilmek için sevdiği erkeğe doğru hiçbir sınırda duraklamadan yürüyüşünü, sevdiği erkek bir gün ölse bile duyduğu sevgiyi bu ölümün yok edemeyeceğine olan inancını, o erkek olmadığında "tanrının yalnızlığına" benzer büyük bir yalnızlığın içinde yaşayışını görmeyen, bu duygulara yabancı biri, her taşı siyah pırlantalarla bezenmiş bir tapınağın kapısında bir ömür boyu oturan bir kör gibi geçirir hayatını.

Erkeklerin belki de hiçbir zaman ulaşamayacağı böylesine korkunç bir bağlanışın şahikasına ulaştığında, kadın, yeryüzünde yaşayan herkesten ayrıldığına, eşsizleştiğine, kaderi değiştirecek bir gücü ele geçirdiğine inanır; öylesine koyu bir kedere ve öylesine parlak bir mutluluk hayaline sahiptir ki geceleyin gökyüzünde ışıklar içinde yanan bir gökkuşağı gibi yaşar.

En koyu karanlık ondadır.

En yakıcı parlaklık da...

İşte o zaman, büyük bir inançla fısıldar.

- Seni en çok ben severim... Kimse seni benim gibi sevemez.

Keskin kristalden bir kılıç gibi hayatına saplanmış yalnızlığa, hiç durmadan çalan büyük bir çan gibi içinde yankılanan özleme, tüten bir zehir gibi soluduğu terkedilmişliğe rağmen sevgisinin bir mucize yaratacağına inanır.

Ve, bir dindarın bir dinsize acıdığı gibi bütün bu duyguları anlamayan erkeğe acır.

Mutluluğun kapısında duran zalim bir muhafız gibi o kapıyı açmayan sevdiğine öfkelenir.

Geçtiğimiz yüzyılın en büyük yazarlarından biri olduğu ancak ölümünden sonra kabul edilen "Macar edebiyatının talihsiz ustası" Sandor Marai’nin romanındaki kadının kendisini bırakıp giden sevgilisine seslendiği gibi seslenir.

"Sen bana, ben sana aitiz Giacomo, tıpkı bir katilin kurbana, bir günahın günahkara, bir sanatçının eserine ve her insanın kaderine ait oluşu gibi..."

Hissettiği sevginin bütün engelleri yok edebileceğini haykırır.

"Bir yargıç gibi seni huzuruma çağırıyorum. Seni yepyeni bir yaşama uyandırmak istiyorum, yürümekte olduğun yoldan seni çekip alıyor, bağlı olduğun bütün kuralları söküp atıyorum, çünkü tüm bunlardan daha güçlüyüm, çünkü ben seni seviyorum."

Sevdiği erkeğin aldırmazlığına, "alçaklığına", yalanlarına, korkaklığına, sevgiyi kavrayamayan sığlığına rağmen bir çöl gecesi gibi ıssız ve soğuk geçen yaşamını bir mucizeye çevireceğine olan inancı hep o aşktan beslenir.

Bir kadın, hissettiği ve kendisini değiştiren büyük aşkın erkeği nasıl değiştiremediğini, erkeğin, karşısında elmastan yontulmuş bir heykel gibi duran bu aşktan nasıl etkilenmediğini hiç kavrayamaz.

"Giacomo, seninle paylaşamayacağım bir acı, mahrumiyet ya da alçaklık olmazdı."

Erkeğin getireceği her felakete, kirlenmeye, alçaklığa bile razıdır, sevginin bütün bunları okyanus dalgaları gibi içine alarak temizleyeceğine muhteşem bir safiyetle inanır.

Aşık bir kadını korkutabilecek hiçbir şey yoktur.

Ne tanrıdan, ne şeytandan korkar.

Onu korkutan tek şey, erkeğin korkusudur.

"Neden hançerlerden, zindandan, zehirlenmekten ya da ahlaksızlıktan korkmuyor da benden ve mutluluktan korkuyor."

Aşık bir kadının korkusuzluğu, aşkına olan güveni, mucizelere olan inancı yanında herkes biraz korkak, güçsüz ve zavallı kalır.

Sevdiği erkeğin kendisi kadar güçlü olamadığını görür kadın.

Ona rağmen sevmekten vazgeçmez.

Erkekteki bütün zaafları kendisinin iyileştirebileceğine, onun korkularını kendisinin geçirebileceğine, onun açgözlü mutsuzluğunu doygun bir mutluluğa çevirebileceğine olan güvenini hayatın kendisi bile sarsamaz.

Erkeğe sevgiyi ve mutluluğu anlatmaya çalışır.

"Sen birini sevmek nasıl bir şeydir hiç bilemedin, bilemezsin de. Sana sevgiyi anlatmak zorundayım çünkü onu tanımıyorsun."

Böyle kendinden vazgeçerek, hayattan vazgeçerek, bir gün gerçekleşeceğini umduğu bir hayal karşılığında bütün gerçeklerden vazgeçerek, insanların değerli bulduğu ne varsa onlardan vazgeçerek sevmeyi bilmeyen erkeği, onun vazgeçemeyişlerini, başka kadınların, paranın, şöhretin, dünyevi zevklerin varlığını unutamayışını bazen kederle, bazen öfkeyle, bazen acıyarak seyreder kadın.

Erkekle birlikte çıktıkları bu yolun neresinde erkeğin usulca başka bir patikaya saptığını görebilmek için geçmişi, konuşmalarını, söylenen sözleri defalarca hatırlar, her seferinde söylenen sözlere yeni manalar yükler, yeni ayrıntılar keşfeder.

Erkeğin hangi sözünün, hangi bakışının, hangi davranışının bu acılarla ve umutlarla dolu büyük maceranın başlangıcı olduğunu bulmak ister, erkeğin söylediği hangi cümle onu böyle sarsmış, hayatını altüst etmiş, bütün kaderini değiştirmiştir.

"Seni, beş yıl önce Piostan’da, o solmuş bahçede bana ’vahşi ısırgan otu’ dediğin, benim yüzümden düello ettiğin, sonra da alçakça beni bırakarak kaçıp gittiğin yerde gördüğüm andan beri seviyorum."

Ne zaman sevmeye başladığına dair bir fikri vardır.

Kendisi açık bir düşünceyle değilse de bir sezgiyle "geleceğinin değiştiğini" farkettiği anda erkeğin ne düşünmüş olabileceğini tahmin etmek ister.

Erkeğin içini görmektir arzusu.

Bir kahinin billur küresine baktığı gibi erkeğin içine bakıp oradaki bütün düşünceleri, duyguları, ihanetleri anlayabilmeyi arzular.

Sonra şöyle der kendine.

- Onun içini sadece kendi içimden görebilirim. O benim! Eğer onu en çok ben sevdiysem, kendi yalnızlığını hissettiği yakıcı ve eşsiz bir anda onu kimsenin benden fazla sevemeyeceğini anlayıp ürperecek.

Sevdiği adamı o kadar çok düşünür ki sonunda kendisinden uzakta duran o erkeğin ruhu onun ruhuna sızar, öyle bir zaman gelir ki sevdiği erkeğin ruhuyla kendi ruhu birbirine karışmaya, birbirine benzemeye başlar, kimi zaman o erkeğin sık söylediği bir kelimeyi kendisinin de söylediğini, onun güldüklerine güldüğünü, onun üzüldüklerine üzüldüğünü, erkeğin düşüncelerini anlamaya çalışırken onun düşüncelerinin bir kısmını ödünç aldığını anlar.

Bu çok tuhaf ve şaşırtıcı bir sahip olma biçimidir.

Erkeğe benzeyerek, farkına varmadan onu taklit ederek, onu kendi içinde yaşatmayı, onun alışkanlıklarının bir kısmını kendi varlığına katmayı başarmıştır.

"Günün birinde Giacomo, kendime ait olduğunu düşündüğüm yüzün aslında bir maske olduğunu ve onun arkasında seninkine benzeyen başka bir yüzün saklandığını farkettim."

Bu ruh benzeşmesini sağlayan ve erkeğin ruhunu kendisine getiren sevginin, erkeğin bedenini de getireceğine olan güveni artar.

Bu inancı, böylesine sevmeyen birinin anlaması neredeyse imkansızdır.

Hele bir erkek bunu hiç anlayamaz.

"Seni en çok ben seviyorum," demeyi bilmez bir erkek, ne bunu diyebilecek bir güveni, ne sevgiler arasında "en çok" olmasını sağlayacak bir rekabete tahammülü, ne bütün ruhunu karşısındakine açacak bir cesareti, ne de sevginin gücüne böylesine bir inancı vardır.

Sevginin ona hayatı değiştirecek bir güç vereceğine değil, onu hayatı kaybetmesine yol açacak bir güçsüzlükle sakatlayacağına inanır.

Sevmek durmaktır. Erkek, durmaktan korkar, o kendi varlığını sadece hareket halindeyken hissedebilir çünkü, durduğunda saçları kesilen Samson gibi gücünü yitireceğini sanır.

"Günün birinde gırtlağına sarılmış bir sıkıntıyla uyanmaktan mı korkuyorsun Giacomo? Sakın korkma sevgilim, çünkü duyacağın can sıkıntısı renkli ve neşeli olacak, ayrıca bir anlam da taşıyacak, seviliyor olduğun anlamını."

Sevdiği erkeğin yanında sıkılacağından korkmaz aşık bir kadın hatta bu ihtimali sevecen bir gülümsemeyle, aşkın duraklayıp soluklandığı sakin bir menzil, insanın içini ferahlatan güzel ve durağan bir dağ manzarası gibi düşünür, o sıkıntıda bile bir aşkın ortaklığını bulur.

Seviyordur çünkü.

Onun sevgisiyle yarışacak, onun sevgisinin rengarenk açılacak kanatlarının parlaklığı karşısında solgun kalmayacak bir duygu yoktur onun için.

Acı ve umut doludur.

Sonsuz güneşlerle ve ufuksuz karanlıklarla dolu bir evrende tek başına duran tanrının yalnızlığına ve gücüne sahiptir kader karşısında, yalnızlığını ve gücünü yaratan sevgisini bir gün kaderi değiştirebilmek için parlak bir kederle taşır.

Ve ıssız bir sahilde çalan bir panflüt gibi duyanın içine işleyen bir sesle, kendine, erkeğe ve hayata hep aynı soruyu sorar.

- Onu en çok ben seviyorum... Neden kaderi değiştirmeme izin vermiyor?

Yaşadıklarının ağırlığına dayanamayarak bazen gelecekten kuşkulansa da geçmişten her zaman emindir.

"Zaman ikimizin yaşadığı şeyleri asla yok edemeyecek Giacomo..."

Bir kadın böyle sevdiğinde bazen zaman geleceği de yok edemez.

Zamanı bile ince uzun ellerine alıp uysallaştıran böyle bir sevgi iki şeye muktedirdir.

Ya en çok seven kadını mahveder...

Ya kaderi yeniden yaratır.
Yazının Devamını Oku

Yüzünü taşa gömen kadın

2 Temmuz 2006
Birbirlerini seviyorlar, istiyorlar ama o güçlü heykeltıraş elleriyle birbirlerine yeni biçimler vermeye uğraşıyorlardı. İkisi de yeniden biçimlenmeyecek kadar katı bir malzemeden yapılmıştı, dağılmayı, parçalanmayı göze alıyorlar ama değişmeye yanaşmıyorlardı.

İlişkileri sürdü.

Acıları da.

Diz çökmüş çırılçıplak bir kadın...Yüzünü bir taşa dayamış.Saçlarını, ensesinin çukurunu, aşağıya doğru bir kavisle inen sırtını, gergin belini ve topuklarına doğru yaslanmış kalçalarını görüyoruz.

Bu siyah mermerden heykelin sadece sırtına bakarak, yüzünü taşlara dayamış kadının acısını hissediyoruz.

Zaten heykelin adı da "acı".

Çağımızın Mikelanjelo’su denilen Rodin’in yaptığı bu minik heykelin karşısında durup "acıyı" taşa böyle nasıl işlediğine hayretle bakarken, yanımdaki arkadaşım müzenin sessizliğine uydurduğu sesiyle fısıldayarak konuştu.

- O kadar çok acı çektirdi ki acıyı iyi tanıyor.

Rodin’in çok acı çektirdiği doğruydu.

Çok acı çektiği de.

Hayat onu sürekli hırpalamış, o da hayatı ve hayatla birlikte gelen kadınları hırpalamıştı.

Daha genç bir delikanlıyken Güzel Sanatlar Akademisi bütün başvurularını reddetmişti.

İnsanlık tarihinin en büyük heykeltıraşlarından biri hiçbir zaman istediği okula gidememişti.

Gençlik yıllarında yaptığı heykelleri büyük sergi salonlarına kabul etmemişlerdi.

O dönemdeki heykellerinin bedenleri ve yüzleri öylesine gerçeğe benzemişti ki, bir heykeltıraş için en büyük aşağılamayla karşılaşmış, bunları "modellerinin kalıplarını çıkartarak" yapmakla suçlanmıştı.

Bu suçlamayı hiç unutmamıştı.

Kendisine heykel ısmarlayanların çoğu daha sonra çeşitli nedenlerle vazgeçmişlerdi.

Kırklı yaşlarına kadar para kazanabilmek için başka heykeltıraşların yanında çalışmış, kendi tarzını bulmakta zorlanmıştı.

Ancak bir İtalya seyahatinde ne yapması gerektiğine karar vermiş ve klasik heykeli yeniden yaratmıştı.

Altmışlı yaşlarına yaklaşırken, artık şöhret kapısını güçlü bir biçimde çaldığında bile yaptığı Balzac heykeliyle bütün Paris alay etmişti.

Eleştirilmekle, alay edilmekle, reddedilmekle geçmişti hayatının önemli bir kısmı.

Yılmamıştı.

Yonttuğu mermere benzeyen sert ve dayanıklı bir yapısı vardı.

Kadınlara karşı ise epey insafsızdı.

Genç yaşlarında Rose Beuret ile tanışmış, ondan bir çocuk sahibi olmuştu ama Beuret ile evlenmemişti.

Her zaman hayatında birkaç kadın bulunmuştu.

Onları seviyor, onlarla oluyor ama çok fazla yanına yaklaştırmıyordu.

Paris’in entelektüel sosyetesini uzun yıllar konuşturan, kitaplara, filmlere konu olan, kadınlarla erkekler arasında hálá tartışılan en dramatik aşkını ise kendisinden yirmi dört yaş küçük bir heykeltıraşla, Camille Claudel’le yaşamıştı.

Rodin, bir arkadaşının yerine bir grup genç hanıma heykel dersi vermeye kabul ettiğinde karşılaşmışlardı.

Camille daha 18 yaşındaydı.

"İnsanların yüzüne baktığınızda onların ruhlarını görürsünüz" diyen ve karşılaştığı yüzlere bizimkinden daha değişik gözlerle bakan Rodin, Camille’in yüzüne daha ilk görüşte vurulmuştu.

Biçimli kaşları, etli dudakları, uzunca Grek burnu ve bir sırrı saklar gibi bakan siyah gözleriyle Camille, daha sonra Rodin’in birçok heykelinin de modeli olmuştu.

Ve, uzun sürecek sarsıcı bir aşk başlamıştı.

Rodin, genç heykeltraşı asistanı olarak yanına almıştı, aynı stüdyoda yan yana heykellerini yapıyorlardı.

Rodin’in en ünlü heykellerinden biri olan "öpüşmenin" bu aşktan doğduğu söyleniyordu.

Ama aralarındaki sorunlar büyüktü.

Rodin, yıllardır birlikte yaşadığı Rose’dan ayrılmaya yanaşmıyor, ortalarda fazla dolaşıyor, kadınlara kur yapmaktan çekinmiyordu.

Sonunda Camille, "Senin tarzından fazla etkileniyorum, kendi tarzımı yaratmakta zorlanıyorum" diyerek İngiltere’ye arkadaşlarının yanına kaçtı.

Bir kadının yaşayabileceği en acıtıcı ikilemlerden birini yaşıyor, hayatı boyunca birlikte olmak istediği erkekten kaçmaya uğraşıyordu.

Rodin, Camille’in peşinden İngiltere’ye gitti.

Hem bu yetenekli ve güzel kadından ayrılmak istemiyor hem de kendi hayatını yaşamak istiyordu.

Camille yazılı bir anlaşma yapmaları gerektiğini söyledi.

Oturup iki işadamı gibi ciddi ciddi bir anlaşma yazdılar.

Rodin, Camille’den başka hiç kimseye heykel dersi vermeyecek, başka kadınlarla görüşmeyecek, Rose’dan ayrılacak ve Şili’ye yapılacak uzun bir seyahatten sonra da evleneceklerdi.

Buna karşılık, Camille evlenene kadar Rodin’in kendisini ayda dört kez görmesine izin verecekti.

Aslıda ikisi de kıvranıyordu.

Ayrılmak istemiyorlardı.

Kendileri olmaktan vazgeçmek de istemiyorlardı.

Hem karşılarındakini hem de kendilerini seviyorlar ve bu iki sevgi içlerinde vahşice çatışarak canlarını yakıyordu.

Anlaşma yürümedi.

Aklın uzlaşmacılığı duygularda yoktu.

Birbirlerini seviyorlar, istiyorlar ama o güçlü heykeltıraş elleriyle birbirlerine yeni biçimler vermeye uğraşıyorlardı.

İkisi de yeniden biçimlenmeyecek kadar katı bir malzemeden yapılmıştı, dağılmayı, parçalanmayı göze alıyorlar ama değişmeye yanaşmıyorlardı.

İlişkileri sürdü.

Acıları da.

Camille’in eserleri arada sırada önemli sergi salonlarında sergileniyor, övgüler alıyordu.

Ama genç kadın Rodin’i affetmiyordu.

İstediği o büyük ve parlak başarıyı elde edememesinde de Rodin’in rolü olduğuna inanmaya başlamıştı.

Depresyonlara giriyor, bazen öfkeden yaptığı heykelleri kırıyordu.

Kendine bakmıyordu.

Rodin, gizliden gizliye onu korumaya çalışıyor, para gönderiyor ama genç kadının öfkesini dindiremiyordu.

Camille Rodin’e, onu eski sevgilisi Rose’un kuklası halinde gösteren karikatürler çizerek gönderiyordu.

Sonunda koptular.

Ne gariptir ki, bu büyük aşktan Rodin sanat tarihinin en erişilmez başarılarına doğru yürüdü, Camille ise bir akıl hastanesine doğru.

Bir gün Camille’in şair olan kardeşi, ablasını ziyarete geldi, yaşadığı evi, yığılmış çöpleri gördü, sürekli bir şeyler sayıklayan Camille’i bir hastaneye yatırdı.

Ölene kadar orada kaldı.

Rodin’in kendi heykellerini çaldığını söyledi.

Camille’in aslında Rodin’den daha yetenekli bir heykeltıraş olduğunu söyleyenler de çıktı.

Bu iki insanın hikayesi defalarca ve değişik biçimlerde anlatıldı.

Camille, Rodin’e rastlamasaydı nasıl bir hayat yaşardı?

Camille’e hiç rastlamamış bir Rodin’in heykelleri nasıl olurdu?

Rodin, defalarca genç sevgilisinin yüzünün heykelini yapmıştı.

Daha sonra yaptığı kadın heykellerinin çoğunun ise yüzü gözükmüyordu.

Yüzleri saklı kadınlar.

Yüzleri görünmeyen kadınlar.

Yüzlerinin nasıl olduğunu sadece Rodin’in bildiği kadınlar.

Altmışını geçtiğinde artık bütün dünyanın kabul ettiği bir şöhrete erişmişti.

Yeryüzü sanatında öylesine etkileyici bir gücü vardı ki daha sonraları Alman edebiyatının en büyük şairlerinden biri olacak olan Rilke, onun hayatını yazabilmek için Paris’e gelip bir yıl bu hırslı heykeltıraşın sekreterliğini üstlendi.

Krallar ziyaretine geldi.

Fransız devleti ona, daha sonra müze olacak bir ev verdi.

Rodin heykeller yapmaya ve kadınlarla maceralar yaşamaya devam etti.

Klasik heykeli yeniden keşfetti.

Dev eller yaptı, birbirine değen eller.

Düşünen bir adam yaptı.

Küçük bir kadın heykeli yaptı.

Yüzünü taşa gömmüş bir kadın heykeli.

Ensesinde, omuzlarında, sırtının kavisinde acıyı taşıyan bir kadının heykeli.

"Acı" koydu heykelin adını.

Yetmiş yedi yaşındayken yıllarca hep aldatmasına rağmen hiçbir zaman ayrılmadığı ve kendince hep sadık kaldığı Rose Beuret ile karlı bir ocak gününde evlendi.

Rose, bir ay sonra, hep sevdiği, hep sonunda kendine döneceğine emin olarak beklediği, daha onu kimsenin tanımadığı yıllarda bile onun büyük bir heykeltıraş olacağına inandığı adamın karısı olarak öldü.

Rose’suz bir dünyada Rodin sadece on ay kalabildi.

Kasım ayında da o öldü.

Camille ise onun ölümünden sonra yaklaşık otuz yıl daha bir akıl hastanesinde hayatını sürdürdü, heykel yapmasına doktorlar izin vermedi, ailesi hastaneden taburcu edilmesini istemedi.

Bir ölüye kızarak ve heykellerinden uzak yaşadı.

Yüzünü bir daha kimse görmedi.

Çok güzel bir yüzü vardı.

Ve, o yüzünü taşa gömdü.
Yazının Devamını Oku

Tehlikeli fısıltılar...

26 Haziran 2006
İnsanoğlu, kendi hayatını değiştirebilecek yalanı nasıl keşfetti acaba? Doğanın muhteşem kesinliğine karşı bu bulanıklığı nasıl yarattı?

Ve, doğanın hiçbir şekilde değişmeyen gerçekliğine rağmen insan hayatının gerçekleri nasıl bu kadar dayanıksız?

Nasıl böylesine çabuk biçim değiştirebiliyor gerçeklerimiz?

Bizim gerçeklerimizi böylesine kırılgan yapan ne?


Yılın en uzun günü mavi bir mum gibi eriyerek tükeniyor. Solan gökyüzünde birkaç kımıltısız mor bulutçuğun arasında, bir camın üstüne dökülmüş pudra tozu gibi belli belirsiz bir pembelik bir ucunda kızıl bir ışık damlacığını kıskançlıkla tutmaya çabalarken bir ucundan da lacivertleşmeye başlamış.

Birkaç dakikaya kadar son ışıklar da kaybolacak.

Bu yılın da en aydınlık günü gidiyor işte.

Çocukluğumdan beri, geceye karıştığı son anı yakalayabilmek için nedense huzursuz bir istek duyduğum bu "en uzun gün" de kararan denizin üstünden geçmişe katılıyor.

Bugünden bir tane daha yaşayabilmek için tam üç yüz altmış beş gün daha beklemek gerekecek.

Maceralarla ve beklenmedik olaylarla dolu uzun günler geçecek.

Bir dahaki yıl bugün geldiğinde neler değişmiş olacak?

Böyle, tekrarı ancak bir dahaki yıl gerçekleşecek günler beni hep biraz hüzünlendirir, sanırım zamanın geçişini diğer günlerden daha keskin bir şekilde zihnimize çaktığı, şaşmaz düzeninde hep bir insafsızlık sezdiğim doğanın gücünü yüzümüze vurduğu için beni çaresizleştirir.

Kesin gerçeklerle donatılmıştır doğa.

Onu değiştirmek, bozmak, kurallarıyla oynamak mümkün değildir.

Ve, hep merak ederim.

Tanrının ağır çekiciyle biçimlenen kutsal bir heykel gibi karşımıza dikilen doğanın ezici gerçekleriyle kuşatılan insanoğlu, nasıl oldu da bunca tartışılmaz gerçeğin arasında yalanı keşfedebildi?

Doğada bulunmayan yalan, bizim hayatımızda nasıl ortaya çıktı?

İnsanoğlu zihninin derinliklerinden hayatın gerçeklerine meydan okuyan yalanı nasıl bulup çıkardı?

Doğanın düzeni içinde sanırım düzensizliği temsil eden tek canlı insan.

Kendi zayıflıklarımızdan bir başka düzen yapmaya uğraşır gibiyiz.

Acaba doğanın gerçekliğiyle ve gücüyle uyumlu bir insanoğlu mu evreni daha mükemmel kılardı yoksa doğanın düzeniyle insanın düzensizliğinin armonisi mi mükemmelliği yaratıyor?

Bunun cevabını bilmiyorum.

Ama doğaya dokunamazken kendi hayatımızdaki gerçekleri yalanlarla değiştirebildiğimizi biliyorum.

Bazen bir yalan, bütün gerçekliği yıkıp yeni bir gerçek yaratabiliyor.

Biri bir yalan söylüyor ve insan hayatının derme çatma gerçekliği kasırgaya tutulmuş kuş yuvası gibi dağılıyor.

O dağınıklık yeniden biraraya geldiğinde karşımızda yeni bir gerçeğin durduğunu görüyoruz.

Yalanda, gerçeği bozup onu yeni bir gerçeğe dönüştürme gücü var.

Geçenlerde, bir gece vakti bir film seyrettim.

Tehlikeli Fısıltılar isimli filmde Audrey Hepburn’la Shirley MacLaine oynuyorlardı.

Çocukluk arkadaşı olan iki iyi yetişmiş genç hanım bir kasabada zengin ailelerin kızları için seçkin bir okul kuruyorlar.

Zarif bir disiplin içinde küçük kızlar Fransızca, edebiyat, tarih öğreniyorlar.

Bir gün, bir telefon geliyor ve küçük kızlardan birisinin annesi şoförünü göndereceğini ve kızın hemen eve dönmesi gerektiğini söylüyor.

Arkasından aynı şekilde bir telefon daha geliyor.

Arkasından bir telefon daha....

Okul anlaşılmaz bir şekilde bir anda boşalıyor.

İki genç kadın çok tuhaf bir şey olduğunu ve okulun batmakla yüzyüze geldiğini anlıyorlar ama bunun nedenini bilemiyorlar.

Niye birdenbire herkesin çocuğunu okuldan almaya başladığını anlamaya çalışıyorlar.

Sonunda anlaşılıyor ki küçük kızlardan biri öğretmenlerine kızıp, bu iki öğretmen hanımı sevişirken gördüğünü söylemiş büyükannesine.

Söylenti bir anda yayılmış.

Yalan söyleyen küçük kız, bir başka arkadaşını da tehditle kendisini desteklemesi için ikna etmiş.

İki genç öğretmen bunun yalan olduğunu kanıtlamaya uğraşıyorlar.

Hatta gerçeğin ortaya çıkması için mahkemeye başvuruyorlar.

Olay ülkedeki bütün gazetelerde yer alıyor.

Kasaba halkı genç kadınlara lanetliymiş gibi davranıyor.

Serseriler okulun karşısında durup kadınları seyrediyor.

Kadınlardan birinin doktor olan nişanlısı sonuna kadar iki genç öğretmenin yanında duruyor ama kasabanın baskısı, okulun kapanması, parasızlık, yalnızlık iki kadının da sinirlerini geriyor.

Bir gün genç öğretmen nişanlısına, "aslında sormak istiyorsun, değil mi" diyor.

- Hayır, diye cevap veriyor doktor. Bunu sormak aklımdan bile geçmedi.

- Sormak istiyorsun, diye ısrar ediyor kadın. Bunun gerçek olup olmadığını sormak istiyorsun bana.

Sonunda doktor, ağlayarak, "gerçek mi" diye bağırıyor, "evet, bilmek istiyorum, gerçek mi?"

- Git bu evden, diyor kadın.

Ve, doktor gidiyor.

İki kadın, ıssızlaştıkça kasvetleşen, soğuk okul binasının içinde tek başlarına kalıyorlar.

Yorgun ve yalnızlar.

Nişanlısından ayrılan öğretmeni oynayan Audrey Hepburn, "gidelim buradan" diyor.

- Gidip başka bir şehirde bir okul açalım.

- Nereye gideceğiz, diyor MacLaine, bütün ülkede bizi tanıyorlar artık. Bizim okulumuza kim kızını gönderir?

Belirsiz bir geleceğin onları amansızca sıkıştırdığını hissederek konuşurken MacLaine birdenbire, "biliyor musun," diyor.

- Belki de küçük kız haklıydı.

- Saçmalama, bizim aramızda asla öyle bir şey olmadı.

- Evet olmadı ama kız başka bir şeyi sezdi belki de... Sen hep erkeklerle oldun, ben hiç olmadım. Ben hep senden hoşlandım, sana dokunmak istedim. Aslında küçük kız o yalanı söyleyene kadar ben de bunun farkında değildim. Ama düşündüm sonra... Kızın doğru söylediğini anladım, ben seni sevdim hep, üstelik de arkadaşça değildi bu sevgi. Sadece kız söyleyene kadar bunun farkında değildim.

Büyük bir sinir krizine dönen bu itiraftan sonra MacLaine ağlayarak odasına giderken kapı çalınıyor.

Gelen, bütün bu olayların başlamasına neden olan küçük kızın büyükannesi.

- Özür dilemeye geldim, diyor. Torunumun yalan söylediğini anladım. Mahkeme başkanıyla da konuştum, yeniden mahkeme yapılacak ve adınız temize çıkarılacak.

Hepburn, kadını biraz da öfkeyle gönderiyor.

Sonra haberi vermek için arkadaşının odasına çıkıyor.

Kapı kilitli.

Kapıyı kırıyorlar ve kadının intihar ettiğini görüyorlar.

Hepburn, cenazeden sonra doktoru da kasabayı da bırakarak başka bir şehre gidiyor.

Hayatında gerçek olarak gözüken ne varsa, aşk, dostluk, başarı, zenginlik, hepsinin bir yalanla başka gerçeklere, güvenilmezliğe, gizli bir sevdaya, yalnızlığa dönüşmüş olduğunu görerek ayrılıyor kasabadan.

Ve, bütün film boyunca bir yalanın nasıl gerçeklerden güçlü olabileceğini, görünen gerçekleri değiştirebileceğini izliyorsunuz.

Doktorun büyük aşkı, sevdiği kadına yüzde yüz güveni içermiyor, ilk karşılaştıkları yalanda kuşkular içinde çırpınmaya başlıyor.

Çocukluğundan beri birlikte olduğu en yakın dostu, tahmin edilemeyen duygular besleyen başka biri olarak beliriveriyor.

Yalanın yalan olduğu anlaşıldığında, artık karşımızda tümüyle başka gerçekler var.

Küçük kız yalan söylemese, ne doktorun aşkındaki kuşku çatlakları, ne de öğretmenin ruhunun diplerinde saklanmış sevgi ortaya çıkacak.

O yalan olmasa, bunların varlığından belki sahipleri bile haberdar olmayacak.

Ama burada bir başka soru daha var, daha acıtıcı bir soru.

Acaba, küçük kızın yalanı, olmayan gerçekleri mi yarattı?

Belki aslında doktorun duyduğu aşkta hiçbir çizik, hiçbir kuşku yoktu ama yalanın yarattığı olağanüstü ağırlığın altında genç adamın duyguları dayanamayarak çatladı ve o çatlaktan kuşkular sızdı içeri.

Belki MacLaine aslında sıradan bir kadın dostluğunu, çocukluktan bu yana gelişen bir arkadaş sevgisini, karşılaştığı yalandan sonra toplumdan değil de kendisinden kuşkulanmayı tercih ederek gereksiz bir titizlikle sorguladı, iki kadın arasındaki olağan bir dostluğun işaretlerini yanlış yorumladı, hayatındaki erkeksizliği yanlış bir nedene bağladı.

Belki de yalan, olmayan gerçekleri yarattı.

Bunların hepsi mümkün.

Kesin olan, yalanın gerçekleri değiştirecek sinsi bir güce sahip olması.

Yarattığı kuşkularla gerçekleri esneterek onları yeni biçimlere sokabilmesi.

Sadık bir kadının sevgilisine yalan söyleyerek "seni aldattım" demesi ya da bir erkeğin sevdiği kadına "artık onu sevmediğini" söylemesi, söylenenlerin yalan olmasına rağmen o sözden sonra yaşanacak bütün gerçekleri ve o sözleri duyanların duygularını değiştirerek yeni bir gerçeklik doğurur.

Söylenenler yalan da olsa, ondan sonra yaşananlar artık bambaşka bir gerçektir.

İnsanoğlu, kendi hayatını değiştirebilecek yalanı nasıl keşfetti acaba?

Doğanın muhteşem kesinliğine karşı bu bulanıklığı nasıl yarattı?

Ve, doğanın hiçbir şekilde değişmeyen gerçekliğine rağmen insan hayatının gerçekleri nasıl bu kadar dayanıksız?

Nasıl böylesine çabuk biçim değiştirebiliyor gerçeklerimiz?

Bizim gerçeklerimizi böylesine kırılgan yapan ne?

Zihnimizin kuşkulara kapılmaya çok fazla yatkın olması mı?

Kuşkular bizi nasıl böylesine çabuk esir alabiliyor peki?

Kendimize ve hayata karşı güvensizliğimizden mi?

Kuşkuya yer bırakmayan bir doğanın içinde kuşkularla yaşıyoruz.

Yalan, gerçeği değiştirebiliyor.

Yılın en uzun günü bitti.

Bugün bir daha gelene kadar sayılamayacak kadar çok yalan söylenecek, sayılamayacak kadar çok gerçek ve hayat değişecek.

Gecelerden ve gündüzlerden emin olacağız sadece.

Ve kendimizden hep kuşkulanacağız.

Keskin gerçeklerden oluşan bir doğada yalanı keşfetmenin sancılı bedeli bu çünkü.
Yazının Devamını Oku

İki sürgün, bir hayat

18 Haziran 2006
Koca kafalı, iri kangal köpeklerinin bağlı olduğu tel kafeslerin arasından bahçeye girdiğimizde yaşlıca bir adamla karşılamıştık. Babam, sevgi dolu bir saygıyla adamın elini sıkarken, hiç anlayamadığım ama bir daha da unutamadığım tuhaf bir cümle söylemişti.

- Piyanoya hálá çivi çakıyorlar, üstat.

Yaşlı adam da gülmüştü.

- Hep çakarlar Çetinciğim.


Yaz başlarında sıcak bir gündü. Çiftlik evinin önündeki çimenlikli geniş bahçeye uzun tahta masalar yerleştirilmişti.

Bir kenarda yanan harlı ateşin üstünde bir kuzu budu dönüyordu.

Refi Cevad Bey, Kartal yakınlarındaki çiftliğinde yazar dostlarına bir davet veriyordu.

Ben 11-12 yaşlarındaydım, Mehmet 8-9, babam da 34-35.

Mehmet’le benden başka çocuk yoktu sanırım.

Babam da oradaki yazarların en genciydi.

Koca kafalı, iri kangal köpeklerinin bağlı olduğu tel kafeslerin arasından bahçeye girdiğimizde yaşlıca bir adamla karşılamıştık.

Babam, sevgi dolu bir saygıyla adamın elini sıkarken, hiç anlayamadığım ama bir daha da unutamadığım tuhaf bir cümle söylemişti.

- Piyanoya hálá çivi çakıyorlar, üstat.

Yaşlı adam da gülmüştü.

- Hep çakarlar Çetinciğim.

Mehmet’le ben de adamın elini sıkmıştık.

Masalardan birine doğru yürürken babama o adamın kim olduğunu sormuştum.

- Demin elini sıktığın adamın adı Refik Halid, demişti. Türkçe’yi o kadar güzel yazar ki...

Babamın yaşlı adama gösterdiği saygıdan etkilenmiştim, bu saygının nedeninin "Türkçe’yi o kadar güzel yazması" olduğunu da anlamıştım.

Her gün birçok yeni söz duyan çocuk zihninin bunların aralarından hangilerini seçip zaptedeceği, bunlardan hangilerinin onun hayatını etkileyeceği bilinemez; benim hayatım boyunca Türkçe’ye, bu horlanmış, özenilmemiş, Türkler tarafından bile çok sevilmemiş dile duyduğum aşk da, bu dili "güzel" yazan herkese hissettiğim saygı da sanırım o gün o cümleyle başladı.

Uzun tahta masalardan birine oturduk.

Bizim masada oturanlardan Doğan Nadi’yi ve Ercüment Behzat Lav’ı hatırlıyorum. Daha sonra Refik Halid de bizim masaya gelmişti.

Oradakilerin hepsi değişik meşreplerden, değişik fikirlerden insanlardı.

Ama neşeyle, dostça konuşuyorlardı.

Çoğunluğu, belki de hepsi "Mekteb-i Sultani"dendi.

Okulları, yetişme tarzları, okudukları kitaplar, İstanbul süzülmüşlüğünden paylarını almış olmaları, çok değişik yazı ve hayat maceraları arasından geçen bu adamlar arasında tuhaf bir kader birliği, garip bir yoldaşlık yaratıyor gibiydi.

Doğan Nadi, Cumhuriyet Gazetesi’nin birinci sayfasında yazdığı kısa fıkralar gibi alaycı bir üslupla konuşuyor, kuzunun pişmesi gecikip açlık arttıkça da, Refi Cevad’ın çiftliğinden geldiğimiz gibi aç gideceğimizi, kuzunun asla pişmeyeceğini söylüyordu.

Refi Cevad Ulunay’ın Milliyet’teki odası babamın odasının yanındaydı, onu gazeteden de hatırlıyordum. Odasındaki bir peykede oturup nargile içer, genç ve yakışıklı bir çocuk da ona hizmet ederdi. Milliyet spor servisinin kahkahası bol hergele muhabirleri de o "genç çocukla" ilgili benim pek anlayamadığım şakalar yapıp gülerlerdi ama Refi Cevad Bey’e saygıda da kusur etmezlerdi.

Refi Cevad’la Refik Halid, İttihatçılar tarafından kalabalık bir grupla birlikte Sinop’a sürgüne gönderilmişlerdi.

Sürgüne gidişlerini kahkahalar arasında anlatmıştı Refik Halid.

- Gemideki muhafızların hepsi Anadolu çocuğuydu, biz de, bunları deniz tutar, hava patlar patlamaz biz gemiyi ele geçirelim diye aramızda anlaştık, bir tek fırtına bile çıkmadı Sinop’a kadar, rüzgar bile esmedi, çarşaf gibiydi Karadeniz. Anladım ki sürgünlük kaderim...

İlk sürgüne gittiğinde 25 yaşındaydı Refik Halid.

Sinop’ta sürgündeyken bir gün kaldığı pansiyona dönmüş, bakmış ki eşyalarını boşaltıp başka bir odaya taşımışlar.

- Ne oldu? diye sormuş.

Pansiyonun sahibi yaşlı kadın ezile büzüle, "Bir posta müfettişi geldi," demiş, "odanızı o istedi, ona verdik."

Aradan yıllar geçmiş, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmişiz, İttihatçıların liderleri kaçmış, İtilafçılar iktidara gelmiş ve Refik Halid 31 yaşında Posta Nazırı olmuş.

O müfettişi buldurmuş.

Ve, ona Sinop’taki pansiyonu hatırlatmış.

"Sürgünlere dokunmanın uğursuzluk getirdiğini" söyleyerek.

Ercüment Behzat da babamın çok sevdiği, Balkan komitacılarıyla ilgili hikayeler anlatıyordu.

Tam hatırlamıyorum ama anlattığı adamlar herhalde babasının arkadaşlarıydı.

Sürekli olarak aralarında bir "hainin" bulunduğundan kuşkulanır, o gün toplantıda kim yoksa onun hain olduğuna inanıp onu vurma kararı verirlermiş.

Vururlarmış.

Sonra da onun hain olmadığı anlaşılınca, "Tüh boşina vurmuşiz Recepcağızı" deyip yeni bir hain ararlarmış.

Onları dikkatle dinliyordum.

Ama aklımda o tuhaf cümle vardı:

"Piyanoya hálá çivi çakıyorlar, üstat."

Kuzu, tam da Doğan Nadi’nin tahmin ettiği gibi epey gecikerek üstelik de iyi pişmemiş olarak gelmişti.

Dönüşte, babam bize orada "tanıştığımız" yazarların maceralarından söz etmişti.

Refik Halid, çok genç yaşta yazılarıyla parlamış, sürgüne gidip geldikten sonra politikaya girmiş ve "saygıyı hak etmeyen" bir safta yer alarak Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkmıştı. Bu yüzden de daha sonra ikinci kez sürgüne gitmek zorunda kalmıştı.

İki sürgününden de, kendisini sürgüne gönderenlerin "sevgisini" yazarlığının gücüyle kazanarak geri dönmüştü.

İlk sürgününden onu Ziya Gökalp’in tasavvutuyla geri çağırıp ona İttihat Terakki’nin genel karargáhında diğer genç yazarlarla birlikte bir oda vermişlerdi.

Refik Halid, "Kızıl Konak" dediği o binaya "utanç ve tuhaf bir gururla" girdiğini söylemişti daha sonra anılarında.

Kendisini sürgüne gönderenlerin arasına katıldığı için utanç ama o insanların hürmetini kazandığı için de gurur duyduğunu yazmıştı.

İlk sürgününe, sert yazılar yazan bir yazar olarak gönderilmişti.

Ama ikinci sürgüne "bir politikacı" olarak gitmişti.

Ve, ikinci sürgün ilkinden çok daha uzun sürmüştü.

Sürgünün ilk yıllarında Beyrut yakınlarında Cuniye kasabasında "denize nazır bir kır evinde" kalmıştı.

Parasızlık çektiği için küçük bir kasabada kalmayı tercih etmişti.

Daha sonra Halep’te "Doğru Yol" gazetesini çıkaran Celal Kadri Bey onu davet etmişti.

Halep’e giderek gazeteye düzenli yazılar yazmaya başlamıştı.

Ve, yazının mucizesi orada gerçekleşmişti.

İstanbul gazeteleri, Halep’te sürgünde olan Refik Halid’in yazılarını "imzasız" olarak basmaya başlamışlardı.

Bir zaman sonra imzasını da kullanmaktan çekinmez olmuşlardı.

Bu kısa yazılar, Anadolu’yu ve Anadolu insanını, biraz da uzakta olmanın getirdiği özlemle ve olağanüstü berrak bir Türkçe’yle anlatıyordu.

İlkokulda okuduğumuz "Ayşegül" isimli hikayenin Refik Halid’e ait olduğunu ben çok sonraları öğrenmiştim.

Bir çocuğun bile unutamayacağı kadar ışıklı bir yazıydı.

Yazıları büyük övgülerle karşılanmıştı.

Sürgündeki bir yazarın böylesine çömertce övülmesinde "Gazi Hazretleri"nin o yazıları beğenmesinin de önemli bir rolü vardı elbet.

1938’de çıkan af yasasıyla geri döndüğünde "unutulan" değil "sevilen" bir yazardı.

Ben, Refi Cevad’ın çiftliğinden döndükten sonra hemen babamın kütüphanesine dalıp Refik Halid’in kitaplarını çıkartmıştım.

Aradığım yazıyı, mizahi bir üslupla yazdığı yazıları topladığı "Kirpinin Dedikleri" kitabında bulmuştum.

Bir eve hacize gelen memurları anlatıyordu yazı.

Memurlar çok hoyratça davranıyorlardı.

İşlemeli bir paravandaki leylek resminin gagasına basıyorlardı mührü.

Ve, piyanoya çivi çakıyorlardı üstüne haciz kağıdını takmak için.

O garip cümlenin nereden geldiğini anlamıştım.

Birbirlerine hiç benzemeyen o yazarlar arasındaki sıcak dostluğun kaynağını da keşfetmiştim.

Çok değişik fikirleri savunmuşlar, çok değişik politik maceralara girmişlerdi ama ortak bir özellikleri vardı.

Hepsi de "piyanoya çivi çakan" ilkel hoyratlıktan sıkılmışlardı.

Geçenlerde babam, Mehmet, ben, üçümüz Boğaz kıyısındaki salaş bir lokantaya gittik.

Koyu lacivert bir deniz, bukleli küçük çırpıntılarla önümüzden akıyor, minik iskeleye küçümen beyaz vapurlar yanaşıp "şehirden" erken dönmüş birkaç yolcusunu bırakıyordu.

Sahile dizilmiş balıkçılar, uzun kamışlara bağlı oltalarını suda ustaca gezdirdikten sonra sakin hareketlerle çekiyorlardı.

Oltalara takılmış istavritler, gümüş virgüller gibi kıvrılarak parlıyordu.

Karadeniz’den esen serince bir rüzgar, karşı tepelerdeki koyu yeşil koruluklardan, yalı bahçelerindeki meyve ağaçlarından, sahillere saklanmış ıslak yosunlardan topladığı kokularla güneşli güne diri bir tazelik katıyordu.

Biz hayattan ve edebiyattan konuşuyorduk.

Babam hiç ihtiyarlamayan o dirençli neşesiyle bize hikayeler anlatıyordu.

Bir ara laf, yıllar yıllar önce gittiğimiz Ulunay’ın çiftliğindeki "kuzu partisine" geldi.

Oradaki yazarlardan söz ettik.

Refik Halid’den, kitaplarından, babamın onunla nasıl tanıştığından.

Onlardan konuşurken babamla Mehmet’in aklından neler geçti bilmiyorum.

Ama ben o güzel günde Refik Halid Bey aramıza katılabilseydi, onu, yıllar önce babamın selamladığı aynı tuhaf cümleyle selamlayacağımı düşündüm.

- Piyanoya hálá çivi çakıyorlar, üstat.

Sanırım o da aynı cevabı verirdi.

- Zaten hep çakarlar...
Yazının Devamını Oku

Zakkum ve ölüm kokar tarihimiz

11 Haziran 2006
Bu kadar çok "gizli örgütün" nereden çıktığını merak ediyor insanlar.<br><br>Bana sorarsanız, bu çeteler "tarihten" çıkıyor. Kökleri ta Osmanlı’da. Bu kadar karanlıkta bırakılan bir tarihten ne çıkmasını bekliyorsunuz? Osmanlı’nın son zamanındaki çeteler bugün de var. Sadece, bahçeleri zakkum, leylak, yasemin, hanımeli kokan o köşkler yıkıldı.

Yıkılan da galiba bir tek onlar oldu.

Yakın tarihin, ardındakileri karaltılar halinde gösteren kalın tüllerini kaldırıp öbür yanına geçtiğimizde, ıhlamur, akasya, çam, manolya ağaçlarının gölgelediği, zakkum, yasemin, hanımeli, ağaçkavunu, gül kokan geniş bahçelerin içindeki yayvan merdivenli uçuk sarı, beyaz, fıstık yeşili büyük konaklarla, çamurlu dar sokaklarda birbirine yaslanmış, yıkılacak gibi gözüken, kararmış ahşabının boyası dökülmüş eski evler karşılar bizi.

Ne bulaşık suyu ve yanmış yağ kokan, tahtaları yerlerinden fırlamış eski evler ne de o evlerde yaşayan avurdu çökmüş fakir insanlar tarihimizin ilgisini çeker; bizim tarihimiz tombul bir kedi gibi köşklerin geniş bahçelerinde, koca sakallı, iri sesli paşaların meşverete daldığı selamlıklarında dolaşmayı sever.

O paşalar devleti yönetirlerdi.

En büyük özellikleri Padişah Abdülhamid’e olan sadakatleriydi.

Bu sadakat karşılığında padişah onlara servetler bağışlardı.

O paşaların bir kısmı kendilerine birer örgüt kurmuş ve İstanbul’u paylaşmıştı.

Yıldız Sarayı’nın çevresindeki güvenliği sağlayan Beşiktaş Muhafızı Yedi Sekiz Hasan Paşa bu bölgeyi denetlerdi.

Padişah’ın baş jurnalcisi Fehim Paşa ise şehrin külhanbeylerinden kurduğu "çetesiyle" Beyoğlu’nun haracını yerdi.

Onun adamlarına suç işlemek neredeyse serbestti, hiçbir polis onlara hesap soramazdı.

Fehim Paşa’nın gençliğinde bir gün Kurtuluş’ta sarhoş bir şekilde sokaklarda koşarken karşısına çıkan hiç tanımadığı yedi kişiyi elindeki palayla parçaladığı dedikoduları dolaşırdı ama bunu yüksek sesle söylemeye cesareti yetecek hiç kimse bulunmazdı şehirde.

Fehim Paşa çetesinin tek rakibi, Tahir Paşa’nın Arnavut Tüfekçileri’ydi ve bu iki grubun adamları sık sık Pera’nın orta yerinde kapışırlardı.

Koltukaltlarındaki "saldırmalar, beldeki kuşağa sokulmuş iri Nagant tabancalar çekilir, iki çetenin adamları geride ölülerini ve yaralılarını bırakıp gidene kadar polisler saklanır, ortaya çıkmazdı.

Çatışma bittikten sonra gelip yaralıları hastaneye götürürlerdi.

Kimse kimseden şikayetçi olmaz, bir dahaki "müsademede" intikamlarını almak için hazırlanırlardı.

Üsküdar ise Bedirhan aşiretinin "prenslerinden" Kürt Ali Şamil Paşa’ya verilmişti.

Onun düşmanı da İstanbul’un o zamanki belediye başkanı Rıdvan Paşa’ydı.

Rıdvan Paşa, Ali Şamil Paşa’nın kardeşine ait köşkün önündeki yolu asfaltlamadığı için aralarında başlayan düşmanlık sonunda Şişli’de iki grubun adamları çatışmış, bu ilk çatışmada Şamil Paşa’nın yeğeni vurularak ölmüştü.

O da yeğeninin intikamını almak için belediye başkanıyla oğlunu Göztepe tren istasyonunun çıkışında, bugün Rıdvan Paşa’nın adını taşıyan sokağın başında Kürt silahşorlara vurdurarak öldürtmüştü.

Belediye başkanının öldürülmesine Abdülhamid bile kızmıştı.

Bu olayın ertesinde Bedirhan aşiretinin İstanbul’daki bütün üyeleri, kadın erkek ayrımı yapılmadan sürgüne gönderilmişti.

İstanbul’da paşalar birbirleriyle savaşırken Balkanlar’da da bağımsızlık hareketleri sürüyordu, Bulgar komitacılar "tedhiş" hareketlerine girişiyorlardı, karşılıklı Türk ve Bulgar köyleri basılıyor, insanlar öldürülüyordu.

İttihat Terakki Partisi de güçleniyordu.

Selanik’te ve Manastır’da bu gizli örgütün elemanları çoğalıyordu.

Osmanlı ordusunun subayları da "komitacılara" karşı komitacı usulleriyle dövüşüyorlardı.

O dönemde Bulgar komitacılara yardım ettiğinden şüphelenilen 1071 kişi "faili meçhul" cinayetlerde öldürülmüştü.

Özellikle İttihatçılar arasında "Türk milliyetçiliği" yükselişe geçmişti.

Türk ve Müslüman olmayan herkes düşman olarak görülüyordu.

İttihatçılar, hem bağımsızlık isteyenlerden hem de Abdülhamid’den nefret ediyorlardı.

Abdülhamid’i tahttan devirmek, Bulgarları da silahla susturmak istiyorlardı.

Sonunda üç "yüzbaşı", Enver Bey, Niyazi Bey ve Eyüp Sabri Bey birliklerini alıp dağa çıktılar.

Bu, "yüzbaşıların" İstanbul’daki paşalara savaş açması anlamına geliyordu.

Abdülhamid, İttihatçı ayaklanmayı bastırmak için sertliğiyle ünlü Şemsi Paşa’yı gönderdi.

Ve, genç bir teğmen olan Atıf Bey, göreve başladığının ertesi günü Manastır’daki karargah binasının önünde bir el ateş ederek Şemsi Paşa’yı vurdu.

Abdülhamid panikledi.

Ve, İkinci Meşrutiyet ilan edildi. Bu, bizim tarihimizin belki de en özgür dönemiydi.

İktidarın tam olarak kimde olduğu belli değildi, padişah çok güçsüzdü, paşalar korkup sinmişti, İttihatçılar iktidara tam sahip çıkamamıştı.

O günlerde ardarda partiler kuruluyordu, dergiler çıkıyordu, insanlar fikirlerini açıkça söylüyorlardı.

Daha sonra, kimin tarafından kışkırtıldığı hálá tam olarak bilinemeyen o "esrarengiz" 31 Mart olayı yaşandı.

İki üç bin asker, başlarında çavuşlarıyla "şeriat isteriz" diye sokaklara döküldü.

İstanbul’daki Birinci Ordu, olaylara müdahale etmedi.

Ordunun, başlarında subayları olmayan bu iki üç bin askere niye müdahale etmediği, çok rahatlıkla bastırabileceği bir kalkışmayı neden hemen önlemediği de ayrı bir sır olarak kaldı.

Ayaklanan askerlerin cebinden çıkan altınları onlara kimin verdiği de bir türlü anlaşılamadı.

Ayaklanmayı el altından Abdülhamid’in kışkırttığı söylendi ama bu da hiçbir zaman kanıtlanamadı.

Sonunda, Mahmud Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu Selanik’ten geldi ve Birinci Ordu’nun nedense bastıramadığı ayaklanmayı üç günde bastırdı, askerleri yazıları ve konuşmalarıyla kışkırttığı söylenen Derviş Vahdeti gibi "yobazlar" asıldı.

Abdülhamid devrildi.

Mahmud Şevket Paşa’nın "güçlü adam" olduğu bir baskı dönemi başladı.

Bir kenara itilen İttihatçılar huzursuzlandıkları sırada, bugün İstanbul Üniversitesi’nin ana binası olan Beyazıt’taki Harbiye Nezareti’nin önünde Mahmud Şevket Paşa bir suikasta uğrayarak öldürüldü.

Vuran saldırganı yakaladılar, çok sayıda paşayı Divan-ı Harbe verdiler ama bu cinayet de tam aydınlığa çıkmadı.

Sonra Balkan Savaşı başladı.

Hemen hemen bütün paşalar bu savaşı Osmanlı’nın kazanmasının mümkün olmadığını biliyordu ama "şan kazanmak" isteyen Harbiye Nazırı ile ona uyan padişahı ikna etmek için kimse uğraşmadı.

"Biz bu savaşı kazanamayız" diyenin "vatan hainliğiyle" suçlanması işten bile değildi.

Sadece o zamanlar İstanbul belediye başkanı olan Cemil Topuzlu, bu savaşa girilmemesi için açıkça fikrini belirtti, kayınpederi olan şeyhülislamla padişahı etkilemeye çalıştı ama başaramadı.

Balkan savaşında arka arkaya yenilgiler gelmeye başladı.

Ve, İttihatçılar yeryüzünün en tuhaf "hükümet darbesini" gerçekleştirdiler.

Enver Paşa’nın liderliğinde beş altı kişi Babıali’yi basıp sadrazamı devirdi.

Baskın sırasında Enver Paşa’nın fedailerinden Yakup Cemil Bey, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı vurup öldürdü.

Bu baskınla İttihatçılar kesin olarak iktidara geldiler.

Aslında iktidarı ele geçirenler Almanlar oldu.

Alman subaylar Osmanlı ordusunun önemli yerlerine yerleştirildi.

Enver Paşa "başkomutan vekili" yapıldı.

Ve, diğer İttihatçı yöneticilere de güvenmediği için ordu içinde kendine bağlı olan subaylardan gizli bir örgüt oluşturdu, başına da Harbiye Nezareti iaşe daire başkanı Topal İsmail Hakkı Paşa’yı getirdi.

Bu "gizli" örgütün başkanı olan paşa aynı zamanda "yolsuzluklarından" da en çok şikayet edilen paşaydı.

"Gizlilik" ve "hırsızlık" biraradaydı.

Almanlarla anlaşan Enver Paşa’nın bir "oldu bittisiyle" Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’na girdi.

Enver Paşa, hükümetteki arkadaşlarına savaşa girdiğimizi şu cümleyle duyurdu.

- Beyler bir çocuğunuz oldu.

Savaşta Osmanlı halkı büyük felaketler yaşadı.

Çok acı yenilgiler aldık.

Sarıkamış’ta Enver Paşa’nın yeteneksizliği yüzünden onbinlerce genç asker donarak öldü ve yıllarca bu askeri fiyaskonun konuşulması yasaklandı.

Bugün hálá tartışamadığımız ve ölenlerin sayısını bile tam bilemeyip "üç yüz binle bir buçuk milyon" arasında bir sayı seçmeye çalıştığımız "Ermeni tehciri" yaşandı.

Doğu’da Ruslarla işbirliği yapan Ermeni çeteleriyle hiçbir ilgisi olmayan günahsız bebekler, kadınlar, ihtiyarlar o tehcir sırasında öldürüldü.

İttihatçılara bağlı istihbarat örgütü "Teşkilat-ı Mahsusa"nın Ermeni ölümleriyle ilişkisi asla gündeme getirilmedi.

Öldürülen Ermenilerin mallarına hangi İttihatçıların el koyduğu, kimlerin nasıl aniden zenginleştiği hiçbir zaman araştırılmadı.

Bu olay, yakın tarihimizin ciğerine, hálá çıkartamadığımız kanlı bir kıymık gibi girdi.

Bu olayın sorumlularını yargılamak için bir Divan-ı Harp kuruldu ama asıl sorumlular ortaya çıkmadı.

Daha sonra Cihan Savaşı’nı kaybettik.

Anadolu’nun önemli bir bölümü işgal edildi.

Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Kurtuluş Savaşı başladı.

Bu savaşın başlangıcında çok yararlıkları görülen ama daha sonra yurt dışına kaçmak zorunda kalan Çerkez Ethem meselesinin ayrıntılarını da; o sırada tek düzenli kuvvet olan doğudaki Üçüncü Ordu’nun komutanı Kazım Karabekir’le Kurtuluş Savaşı’nın diğer önemli paşalarının büyük çoğunluğunun daha sonra neden sahne dışına itildiğini de pek merak etmedik.

Birinci Meclis kuruldu.

İkinci Meşrutiyet’ten sonra en özgür dönem olan o günlerde Meclis’te Mustafa Kemal’in muhalifleri de vardı.

Mustafa Kemal’in muhaliflerinden Ali Şükrü Bey bir "faili meçhul" cinayetle öldürüldü.

Cinayeti Topal Osman’ın işlediği söylentisi yayıldı.

Başının belaya gireceğini anlayan Topal Osman çetesiyle birlikte Çankaya’yı bastı.

Geçen hafta, Hürriyet’te bazı bölümleri yayınlanan Latife Hanım’ın kızkardeşinin anılarından öğrendiğimiz kadarıyla Mustafa Kemal bir kadın çarşafı giyerek kaçtı.

Mustafa Kemal’e bağlı askerler Topal Osman’la çetesini sıkıştırarak "imha" etti.

Ali Şükrü Bey’i kimin öldürttüğü ise o zamandan bu yana aydınlatılmadı.

Daha sonra Doğu’da Şeyh Sait isyanı patladı.

İsyan doğuda patladı ama "Takrir-i Sükun" yasası İstanbul’daki gazetelere yasaklar getirdi.

1950 yılına kadar "tek parti" ve "tek şef" anlayışıyla yönetildik.

On yıl sonra bir askeri darbe oldu.

Ondan on yıl sonra bir tane daha.

Ondan on yıl sonra bir tane daha.

Son askeri darbenin getirdiği baskılar sürerken, Kürtlerin Kürtçe konuşması, çocuklarına Kürtçe isimler vermesi, Kürtçe şarkılar söylemesi yasaklanırken son Kürt ayaklanması başladı.

Ordu birlikleri dağlarda Kürt militanlarıyla savaşırken, şehirlerde binlerce insan "Kürt örgütüne" yardım ettiği kuşkusuyla "faili meçhul" cinayetlerin hedefi oldu.

Devletin içinde, daha sonra "Susurluk çetesi" adını alan gizli örgütler kuruldu.

Bu örgütlere hiç kimse karışamadı. Uyuşturucu kaçakçılığı yaptılar, haraç topladılar, cinayetler işlediler...

Kendi aralarında çatıştılar. Birbirlerini de öldürdüler.

Ve, bugüne geldik.

Şimdi gene aralarında "devlet görevlilerinin" bulunduğu birçok çete çıkıyor ortaya.

Bu kadar çok "gizli örgütün" nereden çıktığını merak ediyor insanlar.

Bana sorarsanız, bu çeteler "tarihten" çıkıyor.

Kökleri ta Osmanlı’da.

Bu kadar karanlıkta bırakılan bir tarihten ne çıkmasını bekliyorsunuz?

Osmanlı’nın son zamanındaki çeteler bugün de var.

Sadece, bahçeleri zakkum, leylak, yasemin, hanımeli kokan o köşkler yıkıldı.

Yıkılan da galiba bir tek onlar oldu.
Yazının Devamını Oku

Aşk, felsefe ve reddedilmek

4 Haziran 2006
Biz, doğanın en büyük karmaşasıyız.<br><br>Sadece dünyanın değil evrenin sırrını da insanın içinde taşıdığına inanırım ben. Bu sırrın şifresi de zıtlıklarda, "akılla duygunun çarpışmasında" saklı.

Duyguları küçümseyen hiçbir filozof o şifrenin kilidini bulamayacak bence.

Sanırım felsefenin çaresizliği de, en sıradan aşığın bile bildiği duygusal kaosu kendi "mantığının" parçası haline getirememesinde yatıyor.

Her şeyin "kendi zıddıyla birlikte varolduğuna" inanan o eski öğretinin öğrencilerindenim ben. Evrendeki her maddenin ve duygunun mutlaka bir de zıddı olduğuna inanırım.

Hayat varsa ölüm de vardır.

Gece varsa gündüz de vardır.

Akıl varsa akılsızlık da vardır.

Sevgi varsa nefret de vardır.

Hiçbir şey, zıddı olmadan varlığını sürdüremez.

Filozoflar biliyorsunuz dünya tarihinin en akıllı insanları arasındadır.

Onların sahip olduğu aklı dengeleyecek kadar da akılsızlık her zaman kendine tarihte yer bulmuştur.

Ama işin en hoş yanlarından biri, akılsızlığın bazen aklın tam da dibinde ortaya çıkmasıdır.

Binlerce yıl boyunca hayatın, evrenin, insanın sırlarını arayan filozoflar kendi akıllarının tam zıddı, akılsız bir küçümsemeyle "aşk" konusuyla hemen hemen hiç ilgilenmediler, insanın en temel duygularından birinin varlığını "önemsiz insanlara ait" bir mesele gibi gördüler.

Aklın ve mantığın büyüsüne öylesine kapılmışlardı ki "duygular álemini" neredeyse tümüyle kendi sistemlerinin dışında tutmuşlardı.

Sadece mantıktan oluşmuş "duygusuz" bir dünyanın sırlarını çözmenin peşine düştüler.

Evrenin bazı sırlarını sezseler de "insan" onlar için bir sır olarak kaldı.

Aşk konusunu felsefenin sınırları içine çeken ilk filozof Arthur Schopenhauer oldu.

Huysuz ve karamsar bir adam aşkın sırlarını aradı.

Neden filozof olduğunu açıklayan sözleri bile karamsarlığını gösteriyordu:

- Hayatı yaşamak üzüntü verici bir şey... Ben de hayatımı, hayat üzerine düşünerek geçirmeye karar verdim.

Felsefeyle ilgilenmeye başladığında kendisinden önceki filozofların aşka hiç önem vermemiş olduklarını şaşırarak fark etti ve bu şaşkınlığını da yazıya döktü:

"İnsan yaşamında bu denli önemli rolü olan bir meselenin şimdiye kadar filozoflar tarafından neredeyse tümüyle görmezden gelinmesi ve en işlenmemiş, en ham haliyle önümüzde durması bizi şaşırtmalı."

Aslında belki o kadar da şaşırmamak gerekiyordu.

Çünkü aşk ortaya çıktığında "mantığı" yok ediyor, mantıklı düşünme düzenini parçalıyor, aklın kavrayamayacağı tuhaf bir kaos yaratıyordu.

Felsefenin "mantık tutkusu", bu mantıksızlığın kapısından geçemiyor ve bu anlaşılması zor karmaşayı yok saymayı yeğliyordu.

Doğrusu ya birçok filozof eğer bu alana el atmış olsaydı felsefeden ziyade mizaha katkıları olurdu diye düşünüyorum.

Düşünsenize, "Saf Aklın Eleştirisi" kitabını yazan ve hayatında bir tek kez bile bir kadınla olmamış Kant, "Saf Duygunun Eleştirisini" yazsaydı nasıl bir kitap çıkardı ortaya.

Bazı filozofların hayatlarına girmemiş olsa bile "aşk" her yerdeydi Schopenhauer’a göre:

"Aşk en ciddi işleri sekteye uğratır, hatta en büyük zihinleri bile karıştırır. Devlet adamlarının müzakerelerine, bilim adamlarının araştırmalarına burnunu sokar. Bir yolunu bulup bakanlığa ait evrakların arasına, filozofların müsveddelerinin arasına, küçük aşk mektupları, saç lüleleri iliştirir."

Aşkın, mantığın düzenini bozan gücünü nereden aldığını merak ediyordu.

Diğer canlılarla kıyaslandığında insanın mutlak üstünlüğünü sağlamasına yol açan "mantık" neden böylesine kolay yaralanıyordu.

Filozofların hayatın en büyük değeri olarak gördükleri mantık karşısında aşk neden böylesine güçlüydü?

Ve Schopenhauer, "mantığın" aşk karşısındaki yenilgisine "mantıklı" bir neden buldu.

Bu huysuz filozofa göre bütün insanlarda bir "yaşama iradesi" bulunuyordu.

Yaşama iradesi de, insanın doğasındaki hayatta kalma ve üreme güdüsüydü.

Aşk da bu "üreme güdüsünden" kaynaklanıyordu.

"Bütün aşk maceralarının nihai amacı bir sonraki kuşağın oluşturulmasından, insan ırkının gelecekteki varlığının sağlanmasından başka bir şey değildir" diye yazıyordu.

Bu "üreme" isteği bilinçaltımızda saklıydı ve aklımız buna müdahale edemiyordu.

Tam aksine, bilinçaltına saklanan bu güdünün kölesi haline geliyordu.

İnsanlığın devam etmesini sağlayan "güdü" elbette tek bir insanın "mantığından" daha güçlüydü.

Peki, bilinçaltında gizli olan bu güdü, aşık olacağımız insanı nasıl belirliyordu?

Niye ona değil de öbürüne aşık oluyorduk?

Neden birine karşı ifadesiz gözlerle bakarken diğeri için hayatımızı altüst etmeye razı oluyorduk?

Bunun da "mantıklı" bir nedeni vardı Schopenhauer’a göre.

"Herkes kendi zayıflıklarını, kusurlarını, türün özellikleriyle farklılık gösteren yanlarını başka bir birey aracılığıyla düzeltmeye, yani dünyaya gelecek çocuğun aynı kusurları taşımasını önlemeye çalışıyordu."

Hepimiz, kendi fiziksel ve ruhsal kusurlarımızı dengeleyip düzeltecek birini arıyorduk farkına varmadan, böylece çocuğumuz bizim kusurlarımıza sahip olmayacaktı.

Korkaksak cesur birine aşık oluyorduk.

Kısaysak uzun boylu biri bizi çekiyordu.

Dağınıksak disiplinli birini seviyorduk.

Aşk, insanoğlunun kusurlarını gidermeye yönelik bir araçtı.

Ama doğanın bize oynadığı bir oyun da vardı filozofa göre, en "sağlıklı" çocuğu yapmamıza yarayacak olan "eş" her zaman bizim "mutluluğumuzu" sağlayacak eş olmuyordu.

Onunla sağlıklı bir çocuk yapıyorduk ama genellikle ruhumuz öksüz kalıyordu.

O yüzden evlilikler çoğunlukla mutsuz birlikteliklere dönüyordu bir zaman sonra.

"Gelecek kuşak şimdiki kuşak pahasına yaratılır" diyordu.

Çünkü, "evlilikte asıl istenen şey, zekice sohbetlerle vakit geçirmek değil, çocuk dünyaya getirmektir."

Aşkı, üremenin aracı olarak gören bu yaklaşım, insanların en çok yaralandığı "reddedilme" konusuna da bir açıklama getiriyordu.

Bazen hoşlandığımız biri bizim isteğimizi geri çeviriyor, bizi sevmiyor, bizden uzaklaşıyordu.

Böyle durumlarda egomuz hırpalanıyordu, kendimizi eksik hissetmemize yol açıyordu.

Halbuki bunun da basit bir nedeni vardı.

O "bizim için" en sağlıklı çocuğu yapacağımız eşti ama biz "onun için en sağlıklı çocuğu yapacak eş" değildik, onun bilinçaltı bunu sezdiği için bizi reddediyordu.

Sevilmeyecek biri olduğumuzdan değildi bu.

Sadece "o insan" için sağlıklı bir çocuk yapmaya uygun bir eş olmadığımızdandı.

Aslında Schopenhauer’ın bu teorisi "kendi içinde" mantıklı bir yapıya sahipti.

Belki de bu yüzden de çok taraftar buldu.

Bugün bile hálá aşk ilişkilerini "üreme güdüsüyle" açıklamaya yatkın epeyce insan bulunur.

Ama bu "mantıklı" yaklaşımı yazarken Schopenhauer’ın aklına gelmeyen başka bir konu vardı.

Eşcinseller.

Eğer aşkın tek nedeni "üreme güdüsüyse" nasıl oluyor da asla üreyemeyecek olan aynı cinsten insanlar birbirlerine aşık oluyorlardı?

Andre Gide, cinselliğin ve aşkın tek amacının üreme olmadığını anlatabilmek için "Corridon" adlı bir kitap yazmıştı.

Bir ömürde yaklaşık beş bin defa sevişebilen insanların bunun tümünü "üremek" için yapamayacağını söylüyordu.

Başka bir "güdü" daha çıkıyordu ortaya.

Haz.

Hiçbir sisteme girmeyen, hiçbir mantıkla uyum sağlamayan o müthiş duygu.

İnsanı her kim yaratmışsa, yarattığı canlının "saf mantıkla" anlaşılamayacak kadar karmaşık olmasını arzulamış.

İnsanın yapısına mantığı yerleştirirken onun yanına da mantığı allak bullak eden duyguları eklemiş.

Schopenhauer’ın belki de en haklı olduğu konu, aşkın felsefenin sınırları içine girmesi gerektiğini söylemesi.

Çünkü aşkı anlamadan insanı anlayamıyorsunuz.

Aşkı da "mantıkla" çözmek mümkün değil.

İnsan ruhunda birbirinin zıddı olarak sürekli olarak birbirini etkileyen, değiştiren akılla duyguyu, mantıkla hazzı, kuralla kuralsızlığı bir bütün olarak görmeden, bunlardan birini inkar etmenin ya da küçümsemenin diğerini de yok sayıp küçümsemek anlamına geleceğini kavramadan, binlerce yıldır merak ettiğimiz içimizdeki karanlığı aydınlatmak belli ki çok kolay olmayacak.

Biz, doğanın en büyük karmaşasıyız.

Sadece dünyanın değil evrenin sırrını da insanın içinde taşıdığına inanırım ben.

Bu sırrın şifresi de zıtlıklarda, "akılla duygunun çarpışmasında" saklı.

Duyguları küçümseyen hiçbir filozof o şifrenin kilidini bulamayacak bence.

Sanırım felsefenin çaresizliği de, en sıradan aşığın bile bildiği duygusal kaosu kendi "mantığının" parçası haline getirememesinde yatıyor.
Yazının Devamını Oku

Erkek aldatıldığını anladığında...

28 Mayıs 2006
Daha erkeksi, daha kaba, daha sert olan erkek, aldatıldığını ancak kadın kendisine söylediğinde anlıyor. Daha kırılgan, daha zayıf, hatta daha kadınsı olan erkek ise aldatıldığını kadının davranışlarındaki çok küçük değişikliklerden seziyor.

Ama ikisinin de aldatılmaya tepkisi hemen hemen aynı.

İkisi de aynı soruları soruyorlar.

İlk öğrenmek istedikleri "diğer herifin" yatakta nasıl olduğu, nasıl seviştiği.


Fotoğrafçı kadın, karşısındaki tabureye oturmuş adamın resmini çekmeye hazırlanıyor. Birbirlerini tanımıyorlar. Aslında tam tanımıyorlar denilemez, kadın adamın kitabını okumuş, onunla ilgili bir fikri var.

Kısa, kesik, konuşmalar geçiyor aralarında.

Bakışıyorlar.

Kadın gelip adamın kravatını düzeltiyor.

Bu, iki insan arasında zamanın ve mekanın birdenbire kaybolduğu ve bu kayboluşun yarattığı tuhaf boşluk içinde ortaya çıkan çekim alanında, ikisinin birbirlerine doğru sürüklendiği o isimsiz ve belirsiz anlardan biri.

Hiç kimsenin nedenini bilmediği ama herkesin varlığından haberdar olduğu o gizemli an.

Öpüşüyorlar.

Çok zekice yazılmış bir piyesten Mike Nicholson’un yaptığı "Closer" isimli film böyle başlıyor.

Cinselliğin, içine ölümcül mayınlar gibi gömüldüğü aşk ilişkilerini anlatıyor.

Yanlış bir adımda cinsellik infilak edip neredeyse çevresindeki herkesin hayatını altüst ediyor.

Hayatları birbirine kenetlenen dört kişinin birbirlerini sevişmelerle nasıl yaraladıklarını, parçaladıklarını görüyorsunuz.

Ve, en ürkütücü yanı, cinsellik şarapneller gibi patladığında, insanların çok güvendiği aşk onları korumaya yetmiyor.

Tam aksine, onları daha yaralanabilir kılıyor.

Aldatan ve aldatılan rollerinin sürekli değiştiği bu dört kişinin ilişkisini izlediğinizde, erkeklerin aldatıldıklarını anladıklarında nasıl ilkel bir hayvana dönüştüklerini anlıyorsunuz.

Daha erkeksi, daha kaba, daha sert olan erkek, aldatıldığını ancak kadın kendisine söylediğinde anlıyor.

Daha kırılgan, daha zayıf, hatta daha kadınsı olan erkek ise aldatıldığını kadının davranışlarındaki çok küçük değişikliklerden seziyor.

Ama ikisinin de aldatılmaya tepkisi hemen hemen aynı.

İkisi de aynı soruları soruyorlar.

İlk öğrenmek istedikleri "diğer herifin" yatakta nasıl olduğu, nasıl seviştiği.

- Seni nasıl becerdi?

- Nerede becerdi?

- Neler yaptınız sevişirken?

- Orgazm oldun mu?

Bütün erkeklerde gözüken "dünyanın en iyi sevişen erkeği olma" isteği ve buna gizlice inanmanın getirdiği erkeksi güven, aldatıldığını öğrendiğinde ağır biçimde sarsılıyor.

O yüzden ilk merak ettiği "diğerinin" kendisinden daha iyi olup olmadığı", "o" daha mı fazla zevk verdi, daha mı tecrübeliydi, daha mı hoyrattı...

Bütün ayrıntıları öğrenmek istiyor.

Hepsini.

En acı verenleri bile.

İki erkeğin arasındaki bu hayvansı rekabet onlara "duyguları" neredeyse tamamen unutturuyor.

Aldatılmak erkekler için öncelikle bedensel çünkü.

"Onu seviyor musun" diye sormuyor, "onunla sevişmekten hoşlandın mı" diye soruyor.

İlk hissettiği acı tümüyle bir başka erkeğe karşı bedensel bir yenilgi almasından.

Sonra ikinci acı dalgası geliyor.

Bu, aslında daha kalıcı bir acı.

Bir kadınla bir erkek yatağa girdiklerinde, şehvet patlamalarıyla kimliklerinden soyunup sadece iki bedene dönüştüklerinde, bu iki beden arasındaki güç farkı da bütün yalınlığıyla ortaya çıkıyor; tutan, çeviren, döndüren, sürekli hareket eden ve kendi gücünü hissettiren erkek, bu "güce" teslim olan kadın.

Bu yüzden, aldatıldığını öğrenen erkek, "kendi kadınının" bir başka erkeğin gücüne "teslim oluşunu", bir başka erkeğin ona "hoyratça" davrandığını hayal ediyor kaçınılmaz olarak.

Uzun süre aklından silinmeyecek görüntü, yenilginin ve yitirmenin getirdiği ruhsal çöküntüyle bulanıklaşan hayalinde şeytani bir kötülüğe dönüşecek olan o "hoyratlık" ve "teslimiyet".

Kadının bir başkası tarafından "aşağılandığına" inanıyor.

Ve, iki erkek de ilk tepkilerinden, sorularından sonra ağlıyorlar.

Yedikleri ağır darbe onların bütün erkeksiliklerini, güçlerini, güvenlerini, kendi "iktidarlarından" duydukları memnuniyeti yıktığından, ezberledikleri bütün davranış biçimleri de tarumar oluyor, geriye sadece canı yanan, yenilmiş, yaralanmış zavallı bir canlı kalıyor.

Ve, filmde hep aynı sahne yaşanıyor.

Kadına vahşi sorular soran, kadını bütün gerçekleri açıklamaya zorlayan ve sonunda ağlayan erkek, kadını kaybediyor.

O erkekleri terk ediyor kadınlar.

Aldattıkları erkeği ağır bir biçimde yaraladıklarını tecrübelerinden önce içgüdüleriyle biliyor kadınlar ama bu yaranın derinliğini ve erkeği nasıl etkilediğini tam bilmiyorlar.

Önce, sevişmenin bütün ayrıntılarını soran, onun mahremiyetine işgal orduları gibi düşmanca giren erkeğin, sadece aralarındaki sevgiyi değil dostluğu da parçalayan bu zorbaca tavrına şaşırıyorlar; bir kızgınlığı bekleseler de böyle bir düşmanlığı pek beklemiyorlar.

Erkeğin, diğer erkeğe "kendi kadınına" verdiğinden daha fazla önem vermesi de irkiltiyor onları.

Sevişmeyi, erkeğin, bir kadın için nasıl bir "aşağılanma" olarak gördüğünü aslında bu sorularla hissediyorlar.

Genç bir striptizçi olan Alice, kendisini sorguya çeken ve yıllardır tutkuyla sevdiği erkeğe birdenbire, "artık seni sevmiyorum," diyor.

- Ne zamandan beri sevmiyorsun?

- Şimdi sevmiyorum, şu andan itibaren sevmiyorum, artık seninle olmayacağım.

Kendisine söylenenleri anlamamış gibi bakan adama durumu açıklıyor dümdüz bir sesle açıklıyor..

- Sana yalan söylemek istemedim, doğruyu da söyleyemezdim.

Onu böylesine bir çıkmaza sıkıştıran erkeği sevmekten de aniden vazgeçiyor.

Ama galiba, kadınları asıl şaşırtan erkeklerin ağlaması oluyor.

Buna kızıyorlar da.

Yıllarca, yiğitlikleriyle, cesaretleriyle, güçleriyle, dayanıklılıklarıyla övünüp kadınları çabuk etkilenen duyarlılıkları nedeniyle küçümseyen, kadında her zaman "sığınılabilecek" biri duygusu yaratan erkeklerin birdenbire çökmesi, çözülmesi, yıkılması, kadınlarda "bunca zaman benden güçsüzlüğünü saklamışsın, beni kandırmışsın" duygusu yaratıyor.

O halde gördükleri erkeğe kızıyor ama daha fenası acıyorlar da.

Acımak onları üzüyor.

Bir zamanlar sevmiş oldukları erkeği "acınacak" halde görmek, o erkekle birlikte biriktirdikleri bütün anıları da bulanıklaştırıp silikleştiriyor. İlişkilerinin hafızalarında bıraktığı güzel görüntüler suluboya bir resim gibi akıyor, boyalar, renkler birbirine karışıyor.

Buna dayanamıyorlar.

Onların gizli dünyasında beğenilen "vahşi, güçlü, sağlam erkek figürü"nün gözlerinin önünde zavallılaşması belki onların kadınlıklarını da yaralıyor.

Aldattıkları erkeği, bir başkasıyla yattıklarında değil, bu yıkılmış hallerini gördüklerinde terk ediyorlar.

Erkeğin o çöküntüsüne şahit olduğunda artık o ağlayan, yalvaran erkeğin merak edilecek bir sırrı kalmıyor onlar için, çözülüp bütün kareleri harflerle doldurulmuş eski bir bilmece gibi sıkıcı oluyorlar, çözülmüş bir bilmeceyi bir daha çözmeyecekleri için de bırakıp gidiyorlar.

Film boyunca, aldatılanla aldatanın sürekli yer değiştirdiği karmaşık ilişkiler içinde hep aynı sonuçla karşılaşıyor insan.

Aldatılan erkek, kadını terk edemiyor.

Aksine kadını geri almaya çalışıyor.

Bütün o insafsız soruları, hoyrat merakları, acınacak gözyaşlarıyla yaşananları temizlemeye, kendilerine bir teselli bulmaya uğraşıyor, "yenilgilerini" onlara unutturacak bir çıkış arıyor.

Ama bu çıkışı bulmak kolay olmuyor.

Ağlıyorlar, yalvarıyorlar, bütün vakarlarından vazgeçiyorlar ve ancak "rakiplerini" ağır bir şekilde yaraladıktan sonra kadınlarını geri alacak güce kavuşuyorlar.

Bazıları da buna hiç kavuşamıyor.

Bütün bu dramatik maceralara, yıkılışlara neden olan "aldatma"nın kendisi ise bazen tuhaf bir gülünçlük de kazanıyor.

Filmde değişik zamanlarda aynı kadınla yatan iki erkek de, ayrı ayrı zamanlarda "aldatılan" durumuna düşüyorlar, birbirinin benzeri acılar çekiyorlar.

Niye aynı kadınla yatan iki erkekten biri aldatan biri aldatılan oluyor peki?

Kimin aldatıldığını belirleyen ölçü ne?

Sanırım, kimin aldatıldığını anlamak için kimin "sadakat" beklediğine bakmak gerekiyor.

İki erkek ya da iki kadın, aynı zamanda aynı insanla yattığında, hangisi "sadakat" bekliyorsa "aldatılan" o oluyor.

Sadakat beklemeyen birini aldatmak mümkün değil çünkü.
Yazının Devamını Oku