Eski şatoda bilardo

Hepimiz "bir şeyi" başlatma kudretine sahiptik.

Herkes hayatın içinde "bir şeyi" başlatabiliyordu.

Bir kavgayı, bir aşkı, bir acıyı, bir ihaneti, istekayla topa vurur gibi tek bir darbeyle gerçekleştirebiliyorduk.

Başlatmak için sahip olduğumuz büyük kudrete rağmen kendi hareketimizin yarattığı değişiklikleri, çarpışmaları, kırılmaları kontrol edecek bir güce sahip değildik.

Nehirden yükselen beyazımsı bir sis bulutunun altında uçları kaybolmuş çam ormanlarının kuşattığı tepeye yerleşmiş olan şatonun mahzeninde günlerce bilardo oynamıştım.

Duygularımın, sislerin altındaki çam ormanları gibi sürekli bir dalgalanmayla renk ve biçim değiştirdiği zamanlardı.

Fransız taşrasının diplerine saklanmış şatonun mahzenine konmuş masanın üstünde yuvarlanan kırmızı, beyaz toplara her vuruşumda mutluluk, acı, endişe, özlem birbirini takip eden dalgalar gibi kabarıyordu.

Hayat, zamanın tülbendinden süzüldüğünde vaktiyle yaşanmış birçok duygu akıp gidiyor, geriye en baskın olanı kalıyor ve ben o günleri mutluluğu andıran bir duyguyla hatırlıyorum.

Yemyeşil bir çuha.

Tok seslerle birbirlerine çarpan toplar.

Birbirlerine ve masanın kenarlarına hızla vurarak dönen topların her seferinde farklı noktalarda durmaları.

O topların nerede duracağını merakla beklerken yaşanan tuhaf bir kasılmayla gerçeklerin kısa bir süreliğine unutuluşu.

Günlerce o topların hareketlerini izleyerek gerçeklerden kaçmıştım.

Ve, yeşil bir çuhayla üç toptan hayata dair dersler almıştım.

Elindeki uzun istekayla toplardan birine vuruyordun, amacın topları birbirine çarptırmak ve yuvarlanışları bittiğinde bir sonraki vuruş için elverişli bir konumda durmalarını sağlamaktı.

Topa hangi açıdan, ne kadar bir güçle vuracağına sen karar veriyordun.

Vurana kadar bütün kontrol sendeydi.

Vuruyordun.

Sonra, toplar yeniden durana kadar seyretmekten başka yapabileceğin yoktu.

Eğer topa doğru açıdan doğru bir kuvvetle vurduysan senin öngördüğün hareketleri yapıyorlar, birbirlerine çarpıyorlar ve senin istediğine yakın bir yerde duruyorlardı.

Ama yanlış karar verdiysen, topa yanlış bir açıdan istekanı uzattıysan, yanlış bir güçle vurduysan sonuç ne senin ne de başka birinin tahmin edebileceği bir kompozisyonla çıkıyordu ortaya.

Nehirden, ağaçları sarsalayarak esip gelen rutubetli bir rüzgarın şatonun pencerelerinde, kulelerinde, çatılarında ürkütücü sesler çıkartarak dolaştığı o kış gecelerinde, o toplara vurmaya hazırlanırken hep aynı şeyi düşünüyordum:

Hepimiz "bir şeyi" başlatma kudretine sahiptik.

Herkes hayatın içinde "bir şeyi" başlatabiliyordu.

Bir kavgayı, bir aşkı, bir acıyı, bir ihaneti, istekayla topa vurur gibi tek bir darbeyle gerçekleştirebiliyorduk.

Yaptığımız hareketin sonuçları konusunda az çok bir öngörümüz oluyordu.

Bizim hareketimiz sonucunda birçok insanın ruhu dalgalanıyor, düşünceler, duygular birbirine çarpıyordu.

Başlatmak için sahip olduğumuz büyük kudrete rağmen kendi hareketimizin yarattığı değişiklikleri, çarpışmaları, kırılmaları kontrol edecek bir güce sahip değildik.

Yanlış bir hesap yaptıysak, yanlış bir açı seçtiysek, yanlış bir güç uyguladıysak, hayatımız hiç aklımıza gelmeyen bir başka biçim alıyordu.

Bir daha asla geri çeviremeyeceğimiz bir biçimdi bu.

Sonra hamle sırası karşımızdakilere geliyordu.

Bizim yarattığımız duruma göre onlar da kendilerine uygun bir açı seçiyorlar, sevgiyle, öfkeyle, acıyla toplara yeniden vuruyorlardı.

Başlangıçla hiç ilgisi olmayan yepyeni ve şaşırtıcı bir görüntü çıkıyordu ortaya.

Biz ilk hamleyi yapmadan önce sevgilimiz olan biri, bir bakıyorduk ki iki hamle sonra düşmanımız olmuş ya da çok yabancı olduğumuz biriyle kendimizi çok yakın hissetmeye başlamışız.

Arka arkaya iki yanlış hamle insanların hayatlarını mahvedecek sonuçlar verirken, art arda iki doğru hamle bir mutluluk yaratmış.

Yerleri halılarla kaplı o sessiz mahzende, masanın üstüne asılı kenarları siperlikli lambadan sadece yeşil çuhayı aydınlatacak biçimde yayılan üçgen ışığın içine girip toplara vurmak için her eğildiğimde, benden sonra karşımdakinin topa vuracağını hiç düşünmeden, sadece kendi hamleme yoğunlaşarak ve doğru yaptığıma duyduğum büyük bir güvenle istekamla beyaz topa vuruyordum.

Sonra ışık üçgeninden çıkıyor, gölgem ardımdaki duvarda büyürken beni saran loşluğun içinde sonucu bekliyordum.

Ve hep aynı şeyi fark ediyordum.

İnsanın ilk hareketi yaparken hissettiği büyük güvenle, daha sonraki gelişmeler karşısındaki çaresizliği arasındaki o korkunç uçurumu.

İlk hamleyi yaparken her şey o kadar senin denetimin altındaydı ki, bunun yarattığı güven çok rahat biçimde hatayı doğuruyordu.

O anda, her şeyi denetleyebileceğini sanıyordun.

Bütün toplar senin istediğin gibi birbirine çarpacak, senin istediğin yerde duracaktı.

Ama küçücük bir açı kayması bütün hesapları alt üst edebiliyordu.

Ve, o açı kayması hayatın içinde sıklıkla çıkıyordu ortaya.

Yanlış hesap ediyorduk.

Bizim hareketimizin yaratacağı duyguların nasıl tepkilere yol açabileceğini tahmin etmekte zorlanıyorduk.

O ilk andaki güvenle her şeyi denetleyebileceğimize inanıyorduk.

Sonra hayata doğru yavaşça eğilip vuruyorduk.

Birden çevremizdeki bütün ruhlar sarsıntılar geçirmeye başlıyorlardı.

Fransız taşrasının koynuna sokulmuş bir şatonun bodrumundaki bir bilardo masasının üstünde eğilip kalkarken, arada bir dışarı çıkıp nehirden esen çam ve yosun kokulu ıssız rüzgarda şakaklarımı serinletirken, şatonun kulelerinin uçlarında toplanan kül rengi bulutların karı haber verip vermediğini anlamaya çalışırken hep aynı gerçeği görüyordum.

Hayatımdaki acıların çoğunu kendim yaratmıştım.

İlk hareketi ben yapmıştım.

Başlayan hareketler zinciri korkunç bir lanete dönüşerek birbirini doğuran bir acılar yumağına dönmüştü.

O ünlü hikayedeki büyücünün çırağı gibi yaşamıştım birçok olayı.

Büyücünün çırağı eşyalara hükmetmenin esrarını öğrenmişti ustasından.

Ama onları nasıl durduracağını öğrenmemişti.

Ben de, olaylara hükmeden sihri bilmenin güveniyle "başla" emri vermiş ama yeryüzünde hiç kimsenin başlayan hareketi durduracak sihri bilmediğini unutmuştum.

Hepimiz "büyücünün çırağı" gibiydik.

"Başla" diyebiliyor ve başlatıyorduk.

"Dur" dediğimizde ise sözümüzü dinletecek büyü yoktu.

Öyle bir büyü henüz yaratılmamıştı.

Olaylar bir kere başladı mı artık onun nerede duracağını hiçbirimiz kestiremiyorduk.

Toplara vurup birini üzebiliyordun, toplar durduğunda bir bakıyordun ki üzülen sensin.

Gücünü artırmak için toplara vuruyordun, bir bakıyordun ki elindeki iktidarı da kaybetmişsin.

İhaneti başlatıyor sonunda ihanet edilen sen oluyordun.

Karşındakinin duygularını harekete geçirecek hamleyi yaptıktan sonra o duyguların birbirleriyle nasıl çarpışacaklarını, nasıl kavisler alacaklarını ve nerede duracaklarını öngöremiyordun.

İlk hamle çok açık ve netti.

Ondan sonrası ise tam bir belirsizlikti.

Pişmanlık bunun için vardı zaten insanların hayatlarında.

Yanlış yapılmış hamlelerin yarattığı sonuçlarla beliren duyguya pişmanlık diyorduk.

Geceleri kar kokuyordu şatonun bahçesi.

Ormanlar hep beyazımsı bir sisin altında dalgalanıyordu.

Kül rengi bulutlar kulelerde toplanıyordu.

Arada bir dışarı çıkıp rüzgarı ve geceyi koklayarak, günlerce üçgen bir ışığın içinde bilardo oynadım, duvarları asırlardır esen rüzgarlarla kararmış o eski şatonun mahzeninde.

Aradan çok uzun yıllar geçti.

Hayat, zamanın tülbendinden süzüldü.

Mutluluğu andıran bir duygu kaldı bende.

Bir de, yaptığım bütün yanlış vuruşlardan öğrendiğim bir ders.

İlk vuruşu yapma özgürlüğün var, sonrasını hayatın kıpırdanışı ve diğer insanların hamleleri belirler.

Bir gün o şatoya yeniden gidip o sessiz ve loş mahzende bilardo oynayacağım.

Doğru vuruşu yapan biri, hayatın akışını denetleyecek büyüyü ele geçirebilir mi, bunu anlamaya çalışacağım.

Ama önce doğru vuruşu öğrenmeliyim.

Bunu bilen biri var mı?

Var mı böyle bir büyünün sahibi?
Yazarın Tüm Yazıları