İnsanoğlu, kendi hayatını değiştirebilecek yalanı nasıl keşfetti acaba?
Doğanın muhteşem kesinliğine karşı bu bulanıklığı nasıl yarattı?
Ve, doğanın hiçbir şekilde değişmeyen gerçekliğine rağmen insan hayatının gerçekleri nasıl bu kadar dayanıksız?
Nasıl böylesine çabuk biçim değiştirebiliyor gerçeklerimiz?
Bizim gerçeklerimizi böylesine kırılgan yapan ne?
Yılın en uzun günü mavi bir mum gibi eriyerek tükeniyor. Solan gökyüzünde birkaç kımıltısız mor bulutçuğun arasında, bir camın üstüne dökülmüş pudra tozu gibi belli belirsiz bir pembelik bir ucunda kızıl bir ışık damlacığını kıskançlıkla tutmaya çabalarken bir ucundan da lacivertleşmeye başlamış.
Birkaç dakikaya kadar son ışıklar da kaybolacak.
Bu yılın da en aydınlık günü gidiyor işte.
Çocukluğumdan beri, geceye karıştığı son anı yakalayabilmek için nedense huzursuz bir istek duyduğum bu "en uzun gün" de kararan denizin üstünden geçmişe katılıyor.
Bugünden bir tane daha yaşayabilmek için tam üç yüz altmış beş gün daha beklemek gerekecek.
Maceralarla ve beklenmedik olaylarla dolu uzun günler geçecek.
Bir dahaki yıl bugün geldiğinde neler değişmiş olacak?
Böyle, tekrarı ancak bir dahaki yıl gerçekleşecek günler beni hep biraz hüzünlendirir, sanırım zamanın geçişini diğer günlerden daha keskin bir şekilde zihnimize çaktığı, şaşmaz düzeninde hep bir insafsızlık sezdiğim doğanın gücünü yüzümüze vurduğu için beni çaresizleştirir.
Kesin gerçeklerle donatılmıştır doğa.
Onu değiştirmek, bozmak, kurallarıyla oynamak mümkün değildir.
Ve, hep merak ederim.
Tanrının ağır çekiciyle biçimlenen kutsal bir heykel gibi karşımıza dikilen doğanın ezici gerçekleriyle kuşatılan insanoğlu, nasıl oldu da bunca tartışılmaz gerçeğin arasında yalanı keşfedebildi?
Doğada bulunmayan yalan, bizim hayatımızda nasıl ortaya çıktı?
Doğanın düzeni içinde sanırım düzensizliği temsil eden tek canlı insan.
Kendi zayıflıklarımızdan bir başka düzen yapmaya uğraşır gibiyiz.
Acaba doğanın gerçekliğiyle ve gücüyle uyumlu bir insanoğlu mu evreni daha mükemmel kılardı yoksa doğanın düzeniyle insanın düzensizliğinin armonisi mi mükemmelliği yaratıyor?
Bunun cevabını bilmiyorum.
Ama doğaya dokunamazken kendi hayatımızdaki gerçekleri yalanlarla değiştirebildiğimizi biliyorum.
Bazen bir yalan, bütün gerçekliği yıkıp yeni bir gerçek yaratabiliyor.
Biri bir yalan söylüyor ve insan hayatının derme çatma gerçekliği kasırgaya tutulmuş kuş yuvası gibi dağılıyor.
O dağınıklık yeniden biraraya geldiğinde karşımızda yeni bir gerçeğin durduğunu görüyoruz.
Yalanda, gerçeği bozup onu yeni bir gerçeğe dönüştürme gücü var.
Geçenlerde, bir gece vakti bir film seyrettim.
Tehlikeli Fısıltılar isimli filmde Audrey Hepburn’la Shirley MacLaine oynuyorlardı.
Çocukluk arkadaşı olan iki iyi yetişmiş genç hanım bir kasabada zengin ailelerin kızları için seçkin bir okul kuruyorlar.
Zarif bir disiplin içinde küçük kızlar Fransızca, edebiyat, tarih öğreniyorlar.
Bir gün, bir telefon geliyor ve küçük kızlardan birisinin annesi şoförünü göndereceğini ve kızın hemen eve dönmesi gerektiğini söylüyor.
Arkasından aynı şekilde bir telefon daha geliyor.
Arkasından bir telefon daha....
Okul anlaşılmaz bir şekilde bir anda boşalıyor.
İki genç kadın çok tuhaf bir şey olduğunu ve okulun batmakla yüzyüze geldiğini anlıyorlar ama bunun nedenini bilemiyorlar.
Niye birdenbire herkesin çocuğunu okuldan almaya başladığını anlamaya çalışıyorlar.
Sonunda anlaşılıyor ki küçük kızlardan biri öğretmenlerine kızıp, bu iki öğretmen hanımı sevişirken gördüğünü söylemiş büyükannesine.
Söylenti bir anda yayılmış.
Yalan söyleyen küçük kız, bir başka arkadaşını da tehditle kendisini desteklemesi için ikna etmiş.
İki genç öğretmen bunun yalan olduğunu kanıtlamaya uğraşıyorlar.
Hatta gerçeğin ortaya çıkması için mahkemeye başvuruyorlar.
Olay ülkedeki bütün gazetelerde yer alıyor.
Kasaba halkı genç kadınlara lanetliymiş gibi davranıyor.
Serseriler okulun karşısında durup kadınları seyrediyor.
Kadınlardan birinin doktor olan nişanlısı sonuna kadar iki genç öğretmenin yanında duruyor ama kasabanın baskısı, okulun kapanması, parasızlık, yalnızlık iki kadının da sinirlerini geriyor.
Bir gün genç öğretmen nişanlısına, "aslında sormak istiyorsun, değil mi" diyor.
- Hayır, diye cevap veriyor doktor. Bunu sormak aklımdan bile geçmedi.
- Sormak istiyorsun, diye ısrar ediyor kadın. Bunun gerçek olup olmadığını sormak istiyorsun bana.
Sonunda doktor, ağlayarak, "gerçek mi" diye bağırıyor, "evet, bilmek istiyorum, gerçek mi?"
- Git bu evden, diyor kadın.
Ve, doktor gidiyor.
İki kadın, ıssızlaştıkça kasvetleşen, soğuk okul binasının içinde tek başlarına kalıyorlar.
Yorgun ve yalnızlar.
Nişanlısından ayrılan öğretmeni oynayan Audrey Hepburn, "gidelim buradan" diyor.
- Gidip başka bir şehirde bir okul açalım.
- Nereye gideceğiz, diyor MacLaine, bütün ülkede bizi tanıyorlar artık. Bizim okulumuza kim kızını gönderir?
Belirsiz bir geleceğin onları amansızca sıkıştırdığını hissederek konuşurken MacLaine birdenbire, "biliyor musun," diyor.
- Belki de küçük kız haklıydı.
- Saçmalama, bizim aramızda asla öyle bir şey olmadı.
- Evet olmadı ama kız başka bir şeyi sezdi belki de... Sen hep erkeklerle oldun, ben hiç olmadım. Ben hep senden hoşlandım, sana dokunmak istedim. Aslında küçük kız o yalanı söyleyene kadar ben de bunun farkında değildim. Ama düşündüm sonra... Kızın doğru söylediğini anladım, ben seni sevdim hep, üstelik de arkadaşça değildi bu sevgi. Sadece kız söyleyene kadar bunun farkında değildim.
Büyük bir sinir krizine dönen bu itiraftan sonra MacLaine ağlayarak odasına giderken kapı çalınıyor.
Gelen, bütün bu olayların başlamasına neden olan küçük kızın büyükannesi.
- Özür dilemeye geldim, diyor. Torunumun yalan söylediğini anladım. Mahkeme başkanıyla da konuştum, yeniden mahkeme yapılacak ve adınız temize çıkarılacak.
Hepburn, kadını biraz da öfkeyle gönderiyor.
Sonra haberi vermek için arkadaşının odasına çıkıyor.
Kapı kilitli.
Kapıyı kırıyorlar ve kadının intihar ettiğini görüyorlar.
Hepburn, cenazeden sonra doktoru da kasabayı da bırakarak başka bir şehre gidiyor.
Hayatında gerçek olarak gözüken ne varsa, aşk, dostluk, başarı, zenginlik, hepsinin bir yalanla başka gerçeklere, güvenilmezliğe, gizli bir sevdaya, yalnızlığa dönüşmüş olduğunu görerek ayrılıyor kasabadan.
Ve, bütün film boyunca bir yalanın nasıl gerçeklerden güçlü olabileceğini, görünen gerçekleri değiştirebileceğini izliyorsunuz.
Doktorun büyük aşkı, sevdiği kadına yüzde yüz güveni içermiyor, ilk karşılaştıkları yalanda kuşkular içinde çırpınmaya başlıyor.
Çocukluğundan beri birlikte olduğu en yakın dostu, tahmin edilemeyen duygular besleyen başka biri olarak beliriveriyor.
Yalanın yalan olduğu anlaşıldığında, artık karşımızda tümüyle başka gerçekler var.
Küçük kız yalan söylemese, ne doktorun aşkındaki kuşku çatlakları, ne de öğretmenin ruhunun diplerinde saklanmış sevgi ortaya çıkacak.
O yalan olmasa, bunların varlığından belki sahipleri bile haberdar olmayacak.
Ama burada bir başka soru daha var, daha acıtıcı bir soru.
Acaba, küçük kızın yalanı, olmayan gerçekleri mi yarattı?
Belki aslında doktorun duyduğu aşkta hiçbir çizik, hiçbir kuşku yoktu ama yalanın yarattığı olağanüstü ağırlığın altında genç adamın duyguları dayanamayarak çatladı ve o çatlaktan kuşkular sızdı içeri.
Belki MacLaine aslında sıradan bir kadın dostluğunu, çocukluktan bu yana gelişen bir arkadaş sevgisini, karşılaştığı yalandan sonra toplumdan değil de kendisinden kuşkulanmayı tercih ederek gereksiz bir titizlikle sorguladı, iki kadın arasındaki olağan bir dostluğun işaretlerini yanlış yorumladı, hayatındaki erkeksizliği yanlış bir nedene bağladı.
Belki de yalan, olmayan gerçekleri yarattı.
Bunların hepsi mümkün.
Kesin olan, yalanın gerçekleri değiştirecek sinsi bir güce sahip olması.
Yarattığı kuşkularla gerçekleri esneterek onları yeni biçimlere sokabilmesi.
Sadık bir kadının sevgilisine yalan söyleyerek "seni aldattım" demesi ya da bir erkeğin sevdiği kadına "artık onu sevmediğini" söylemesi, söylenenlerin yalan olmasına rağmen o sözden sonra yaşanacak bütün gerçekleri ve o sözleri duyanların duygularını değiştirerek yeni bir gerçeklik doğurur.
Söylenenler yalan da olsa, ondan sonra yaşananlar artık bambaşka bir gerçektir.
İnsanoğlu, kendi hayatını değiştirebilecek yalanı nasıl keşfetti acaba?
Doğanın muhteşem kesinliğine karşı bu bulanıklığı nasıl yarattı?
Ve, doğanın hiçbir şekilde değişmeyen gerçekliğine rağmen insan hayatının gerçekleri nasıl bu kadar dayanıksız?
Nasıl böylesine çabuk biçim değiştirebiliyor gerçeklerimiz?
Bizim gerçeklerimizi böylesine kırılgan yapan ne?
Zihnimizin kuşkulara kapılmaya çok fazla yatkın olması mı?
Kuşkular bizi nasıl böylesine çabuk esir alabiliyor peki?
Kendimize ve hayata karşı güvensizliğimizden mi?
Kuşkuya yer bırakmayan bir doğanın içinde kuşkularla yaşıyoruz.
Yalan, gerçeği değiştirebiliyor.
Yılın en uzun günü bitti.
Bugün bir daha gelene kadar sayılamayacak kadar çok yalan söylenecek, sayılamayacak kadar çok gerçek ve hayat değişecek.
Gecelerden ve gündüzlerden emin olacağız sadece.
Ve kendimizden hep kuşkulanacağız.
Keskin gerçeklerden oluşan bir doğada yalanı keşfetmenin sancılı bedeli bu çünkü.