Daha erkeksi, daha kaba, daha sert olan erkek, aldatıldığını ancak kadın kendisine söylediğinde anlıyor.
Daha kırılgan, daha zayıf, hatta daha kadınsı olan erkek ise aldatıldığını kadının davranışlarındaki çok küçük değişikliklerden seziyor.
Ama ikisinin de aldatılmaya tepkisi hemen hemen aynı.
İkisi de aynı soruları soruyorlar.
İlk öğrenmek istedikleri "diğer herifin" yatakta nasıl olduğu, nasıl seviştiği.
Fotoğrafçı kadın, karşısındaki tabureye oturmuş adamın resmini çekmeye hazırlanıyor. Birbirlerini tanımıyorlar. Aslında tam tanımıyorlar denilemez, kadın adamın kitabını okumuş, onunla ilgili bir fikri var.
Kısa, kesik, konuşmalar geçiyor aralarında.
Bakışıyorlar.
Kadın gelip adamın kravatını düzeltiyor.
Bu, iki insan arasında zamanın ve mekanın birdenbire kaybolduğu ve bu kayboluşun yarattığı tuhaf boşluk içinde ortaya çıkan çekim alanında, ikisinin birbirlerine doğru sürüklendiği o isimsiz ve belirsiz anlardan biri.
Hiç kimsenin nedenini bilmediği ama herkesin varlığından haberdar olduğu o gizemli an.
Öpüşüyorlar.
Çok zekice yazılmış bir piyesten Mike Nicholson’un yaptığı "Closer" isimli film böyle başlıyor.
Cinselliğin, içine ölümcül mayınlar gibi gömüldüğü aşk ilişkilerini anlatıyor.
Yanlış bir adımda cinsellik infilak edip neredeyse çevresindeki herkesin hayatını altüst ediyor.
Hayatları birbirine kenetlenen dört kişinin birbirlerini sevişmelerle nasıl yaraladıklarını, parçaladıklarını görüyorsunuz.
Ve, en ürkütücü yanı, cinsellik şarapneller gibi patladığında, insanların çok güvendiği aşk onları korumaya yetmiyor.
Tam aksine, onları daha yaralanabilir kılıyor.
Aldatan ve aldatılan rollerinin sürekli değiştiği bu dört kişinin ilişkisini izlediğinizde, erkeklerin aldatıldıklarını anladıklarında nasıl ilkel bir hayvana dönüştüklerini anlıyorsunuz.
Daha erkeksi, daha kaba, daha sert olan erkek, aldatıldığını ancak kadın kendisine söylediğinde anlıyor.
Daha kırılgan, daha zayıf, hatta daha kadınsı olan erkek ise aldatıldığını kadının davranışlarındaki çok küçük değişikliklerden seziyor.
Ama ikisinin de aldatılmaya tepkisi hemen hemen aynı.
İkisi de aynı soruları soruyorlar.
İlk öğrenmek istedikleri "diğer herifin" yatakta nasıl olduğu, nasıl seviştiği.
- Seni nasıl becerdi?
- Nerede becerdi?
- Neler yaptınız sevişirken?
- Orgazm oldun mu?
Bütün erkeklerde gözüken "dünyanın en iyi sevişen erkeği olma" isteği ve buna gizlice inanmanın getirdiği erkeksi güven, aldatıldığını öğrendiğinde ağır biçimde sarsılıyor.
O yüzden ilk merak ettiği "diğerinin" kendisinden daha iyi olup olmadığı", "o" daha mı fazla zevk verdi, daha mı tecrübeliydi, daha mı hoyrattı...
Bütün ayrıntıları öğrenmek istiyor.
Hepsini.
En acı verenleri bile.
İki erkeğin arasındaki bu hayvansı rekabet onlara "duyguları" neredeyse tamamen unutturuyor.
Aldatılmak erkekler için öncelikle bedensel çünkü.
"Onu seviyor musun" diye sormuyor, "onunla sevişmekten hoşlandın mı" diye soruyor.
İlk hissettiği acı tümüyle bir başka erkeğe karşı bedensel bir yenilgi almasından.
Sonra ikinci acı dalgası geliyor.
Bu, aslında daha kalıcı bir acı.
Bir kadınla bir erkek yatağa girdiklerinde, şehvet patlamalarıyla kimliklerinden soyunup sadece iki bedene dönüştüklerinde, bu iki beden arasındaki güç farkı da bütün yalınlığıyla ortaya çıkıyor; tutan, çeviren, döndüren, sürekli hareket eden ve kendi gücünü hissettiren erkek, bu "güce" teslim olan kadın.
Bu yüzden, aldatıldığını öğrenen erkek, "kendi kadınının" bir başka erkeğin gücüne "teslim oluşunu", bir başka erkeğin ona "hoyratça" davrandığını hayal ediyor kaçınılmaz olarak.
Uzun süre aklından silinmeyecek görüntü, yenilginin ve yitirmenin getirdiği ruhsal çöküntüyle bulanıklaşan hayalinde şeytani bir kötülüğe dönüşecek olan o "hoyratlık" ve "teslimiyet".
Kadının bir başkası tarafından "aşağılandığına" inanıyor.
Ve, iki erkek de ilk tepkilerinden, sorularından sonra ağlıyorlar.
Yedikleri ağır darbe onların bütün erkeksiliklerini, güçlerini, güvenlerini, kendi "iktidarlarından" duydukları memnuniyeti yıktığından, ezberledikleri bütün davranış biçimleri de tarumar oluyor, geriye sadece canı yanan, yenilmiş, yaralanmış zavallı bir canlı kalıyor.
Ve, filmde hep aynı sahne yaşanıyor.
Kadına vahşi sorular soran, kadını bütün gerçekleri açıklamaya zorlayan ve sonunda ağlayan erkek, kadını kaybediyor.
O erkekleri terk ediyor kadınlar.
Aldattıkları erkeği ağır bir biçimde yaraladıklarını tecrübelerinden önce içgüdüleriyle biliyor kadınlar ama bu yaranın derinliğini ve erkeği nasıl etkilediğini tam bilmiyorlar.
Önce, sevişmenin bütün ayrıntılarını soran, onun mahremiyetine işgal orduları gibi düşmanca giren erkeğin, sadece aralarındaki sevgiyi değil dostluğu da parçalayan bu zorbaca tavrına şaşırıyorlar; bir kızgınlığı bekleseler de böyle bir düşmanlığı pek beklemiyorlar.
Erkeğin, diğer erkeğe "kendi kadınına" verdiğinden daha fazla önem vermesi de irkiltiyor onları.
Sevişmeyi, erkeğin, bir kadın için nasıl bir "aşağılanma" olarak gördüğünü aslında bu sorularla hissediyorlar.
Genç bir striptizçi olan Alice, kendisini sorguya çeken ve yıllardır tutkuyla sevdiği erkeğe birdenbire, "artık seni sevmiyorum," diyor.
- Ne zamandan beri sevmiyorsun?
- Şimdi sevmiyorum, şu andan itibaren sevmiyorum, artık seninle olmayacağım.
Kendisine söylenenleri anlamamış gibi bakan adama durumu açıklıyor dümdüz bir sesle açıklıyor..
- Sana yalan söylemek istemedim, doğruyu da söyleyemezdim.
Onu böylesine bir çıkmaza sıkıştıran erkeği sevmekten de aniden vazgeçiyor.
Ama galiba, kadınları asıl şaşırtan erkeklerin ağlaması oluyor.
Buna kızıyorlar da.
Yıllarca, yiğitlikleriyle, cesaretleriyle, güçleriyle, dayanıklılıklarıyla övünüp kadınları çabuk etkilenen duyarlılıkları nedeniyle küçümseyen, kadında her zaman "sığınılabilecek" biri duygusu yaratan erkeklerin birdenbire çökmesi, çözülmesi, yıkılması, kadınlarda "bunca zaman benden güçsüzlüğünü saklamışsın, beni kandırmışsın" duygusu yaratıyor.
O halde gördükleri erkeğe kızıyor ama daha fenası acıyorlar da.
Acımak onları üzüyor.
Bir zamanlar sevmiş oldukları erkeği "acınacak" halde görmek, o erkekle birlikte biriktirdikleri bütün anıları da bulanıklaştırıp silikleştiriyor. İlişkilerinin hafızalarında bıraktığı güzel görüntüler suluboya bir resim gibi akıyor, boyalar, renkler birbirine karışıyor.
Buna dayanamıyorlar.
Onların gizli dünyasında beğenilen "vahşi, güçlü, sağlam erkek figürü"nün gözlerinin önünde zavallılaşması belki onların kadınlıklarını da yaralıyor.
Aldattıkları erkeği, bir başkasıyla yattıklarında değil, bu yıkılmış hallerini gördüklerinde terk ediyorlar.
Erkeğin o çöküntüsüne şahit olduğunda artık o ağlayan, yalvaran erkeğin merak edilecek bir sırrı kalmıyor onlar için, çözülüp bütün kareleri harflerle doldurulmuş eski bir bilmece gibi sıkıcı oluyorlar, çözülmüş bir bilmeceyi bir daha çözmeyecekleri için de bırakıp gidiyorlar.
Film boyunca, aldatılanla aldatanın sürekli yer değiştirdiği karmaşık ilişkiler içinde hep aynı sonuçla karşılaşıyor insan.
Aldatılan erkek, kadını terk edemiyor.
Aksine kadını geri almaya çalışıyor.
Bütün o insafsız soruları, hoyrat merakları, acınacak gözyaşlarıyla yaşananları temizlemeye, kendilerine bir teselli bulmaya uğraşıyor, "yenilgilerini" onlara unutturacak bir çıkış arıyor.
Ama bu çıkışı bulmak kolay olmuyor.
Ağlıyorlar, yalvarıyorlar, bütün vakarlarından vazgeçiyorlar ve ancak "rakiplerini" ağır bir şekilde yaraladıktan sonra kadınlarını geri alacak güce kavuşuyorlar.
Bazıları da buna hiç kavuşamıyor.
Bütün bu dramatik maceralara, yıkılışlara neden olan "aldatma"nın kendisi ise bazen tuhaf bir gülünçlük de kazanıyor.
Filmde değişik zamanlarda aynı kadınla yatan iki erkek de, ayrı ayrı zamanlarda "aldatılan" durumuna düşüyorlar, birbirinin benzeri acılar çekiyorlar.
Niye aynı kadınla yatan iki erkekten biri aldatan biri aldatılan oluyor peki?
Kimin aldatıldığını belirleyen ölçü ne?
Sanırım, kimin aldatıldığını anlamak için kimin "sadakat" beklediğine bakmak gerekiyor.
İki erkek ya da iki kadın, aynı zamanda aynı insanla yattığında, hangisi "sadakat" bekliyorsa "aldatılan" o oluyor.
Sadakat beklemeyen birini aldatmak mümkün değil çünkü.