Sadece dünyanın değil evrenin sırrını da insanın içinde taşıdığına inanırım ben.
Bu sırrın şifresi de zıtlıklarda, "akılla duygunun çarpışmasında" saklı.
Duyguları küçümseyen hiçbir filozof o şifrenin kilidini bulamayacak bence.
Sanırım felsefenin çaresizliği de, en sıradan aşığın bile bildiği duygusal kaosu kendi "mantığının" parçası haline getirememesinde yatıyor.
Her şeyin "kendi zıddıyla birlikte varolduğuna" inanan o eski öğretinin öğrencilerindenim ben. Evrendeki her maddenin ve duygunun mutlaka bir de zıddı olduğuna inanırım.
Hayat varsa ölüm de vardır.
Gece varsa gündüz de vardır.
Akıl varsa akılsızlık da vardır.
Sevgi varsa nefret de vardır.
Hiçbir şey, zıddı olmadan varlığını sürdüremez.
Filozoflar biliyorsunuz dünya tarihinin en akıllı insanları arasındadır.
Onların sahip olduğu aklı dengeleyecek kadar da akılsızlık her zaman kendine tarihte yer bulmuştur.
Ama işin en hoş yanlarından biri, akılsızlığın bazen aklın tam da dibinde ortaya çıkmasıdır.
Binlerce yıl boyunca hayatın, evrenin, insanın sırlarını arayan filozoflar kendi akıllarının tam zıddı, akılsız bir küçümsemeyle "aşk" konusuyla hemen hemen hiç ilgilenmediler, insanın en temel duygularından birinin varlığını "önemsiz insanlara ait" bir mesele gibi gördüler.
Aklın ve mantığın büyüsüne öylesine kapılmışlardı ki "duygular álemini" neredeyse tümüyle kendi sistemlerinin dışında tutmuşlardı.
Sadece mantıktan oluşmuş "duygusuz" bir dünyanın sırlarını çözmenin peşine düştüler.
Evrenin bazı sırlarını sezseler de "insan" onlar için bir sır olarak kaldı.
Aşk konusunu felsefenin sınırları içine çeken ilk filozof Arthur Schopenhauer oldu.
Huysuz ve karamsar bir adam aşkın sırlarını aradı.
Neden filozof olduğunu açıklayan sözleri bile karamsarlığını gösteriyordu:
- Hayatı yaşamak üzüntü verici bir şey... Ben de hayatımı, hayat üzerine düşünerek geçirmeye karar verdim.
Felsefeyle ilgilenmeye başladığında kendisinden önceki filozofların aşka hiç önem vermemiş olduklarını şaşırarak fark etti ve bu şaşkınlığını da yazıya döktü:
"İnsan yaşamında bu denli önemli rolü olan bir meselenin şimdiye kadar filozoflar tarafından neredeyse tümüyle görmezden gelinmesi ve en işlenmemiş, en ham haliyle önümüzde durması bizi şaşırtmalı."
Aslında belki o kadar da şaşırmamak gerekiyordu.
Çünkü aşk ortaya çıktığında "mantığı" yok ediyor, mantıklı düşünme düzenini parçalıyor, aklın kavrayamayacağı tuhaf bir kaos yaratıyordu.
Felsefenin "mantık tutkusu", bu mantıksızlığın kapısından geçemiyor ve bu anlaşılması zor karmaşayı yok saymayı yeğliyordu.
Doğrusu ya birçok filozof eğer bu alana el atmış olsaydı felsefeden ziyade mizaha katkıları olurdu diye düşünüyorum.
Düşünsenize, "Saf Aklın Eleştirisi" kitabını yazan ve hayatında bir tek kez bile bir kadınla olmamış Kant, "Saf Duygunun Eleştirisini" yazsaydı nasıl bir kitap çıkardı ortaya.
Bazı filozofların hayatlarına girmemiş olsa bile "aşk" her yerdeydi Schopenhauer’a göre:
"Aşk en ciddi işleri sekteye uğratır, hatta en büyük zihinleri bile karıştırır. Devlet adamlarının müzakerelerine, bilim adamlarının araştırmalarına burnunu sokar. Bir yolunu bulup bakanlığa ait evrakların arasına, filozofların müsveddelerinin arasına, küçük aşk mektupları, saç lüleleri iliştirir."
Aşkın, mantığın düzenini bozan gücünü nereden aldığını merak ediyordu.
Diğer canlılarla kıyaslandığında insanın mutlak üstünlüğünü sağlamasına yol açan "mantık" neden böylesine kolay yaralanıyordu.
Filozofların hayatın en büyük değeri olarak gördükleri mantık karşısında aşk neden böylesine güçlüydü?
Ve Schopenhauer, "mantığın" aşk karşısındaki yenilgisine "mantıklı" bir neden buldu.
Bu huysuz filozofa göre bütün insanlarda bir "yaşama iradesi" bulunuyordu.
Yaşama iradesi de, insanın doğasındaki hayatta kalma ve üreme güdüsüydü.
Aşk da bu "üreme güdüsünden" kaynaklanıyordu.
"Bütün aşk maceralarının nihai amacı bir sonraki kuşağın oluşturulmasından, insan ırkının gelecekteki varlığının sağlanmasından başka bir şey değildir" diye yazıyordu.
Bu "üreme" isteği bilinçaltımızda saklıydı ve aklımız buna müdahale edemiyordu.
Tam aksine, bilinçaltına saklanan bu güdünün kölesi haline geliyordu.
İnsanlığın devam etmesini sağlayan "güdü" elbette tek bir insanın "mantığından" daha güçlüydü.
Peki, bilinçaltında gizli olan bu güdü, aşık olacağımız insanı nasıl belirliyordu?
Niye ona değil de öbürüne aşık oluyorduk?
Neden birine karşı ifadesiz gözlerle bakarken diğeri için hayatımızı altüst etmeye razı oluyorduk?
Bunun da "mantıklı" bir nedeni vardı Schopenhauer’a göre.
"Herkes kendi zayıflıklarını, kusurlarını, türün özellikleriyle farklılık gösteren yanlarını başka bir birey aracılığıyla düzeltmeye, yani dünyaya gelecek çocuğun aynı kusurları taşımasını önlemeye çalışıyordu."
Hepimiz, kendi fiziksel ve ruhsal kusurlarımızı dengeleyip düzeltecek birini arıyorduk farkına varmadan, böylece çocuğumuz bizim kusurlarımıza sahip olmayacaktı.
Korkaksak cesur birine aşık oluyorduk.
Kısaysak uzun boylu biri bizi çekiyordu.
Dağınıksak disiplinli birini seviyorduk.
Aşk, insanoğlunun kusurlarını gidermeye yönelik bir araçtı.
Ama doğanın bize oynadığı bir oyun da vardı filozofa göre, en "sağlıklı" çocuğu yapmamıza yarayacak olan "eş" her zaman bizim "mutluluğumuzu" sağlayacak eş olmuyordu.
Onunla sağlıklı bir çocuk yapıyorduk ama genellikle ruhumuz öksüz kalıyordu.
O yüzden evlilikler çoğunlukla mutsuz birlikteliklere dönüyordu bir zaman sonra.
"Gelecek kuşak şimdiki kuşak pahasına yaratılır" diyordu.
Çünkü, "evlilikte asıl istenen şey, zekice sohbetlerle vakit geçirmek değil, çocuk dünyaya getirmektir."
Aşkı, üremenin aracı olarak gören bu yaklaşım, insanların en çok yaralandığı "reddedilme" konusuna da bir açıklama getiriyordu.
Bazen hoşlandığımız biri bizim isteğimizi geri çeviriyor, bizi sevmiyor, bizden uzaklaşıyordu.
Böyle durumlarda egomuz hırpalanıyordu, kendimizi eksik hissetmemize yol açıyordu.
Halbuki bunun da basit bir nedeni vardı.
O "bizim için" en sağlıklı çocuğu yapacağımız eşti ama biz "onun için en sağlıklı çocuğu yapacak eş" değildik, onun bilinçaltı bunu sezdiği için bizi reddediyordu.
Sevilmeyecek biri olduğumuzdan değildi bu.
Sadece "o insan" için sağlıklı bir çocuk yapmaya uygun bir eş olmadığımızdandı.
Aslında Schopenhauer’ın bu teorisi "kendi içinde" mantıklı bir yapıya sahipti.
Belki de bu yüzden de çok taraftar buldu.
Bugün bile hálá aşk ilişkilerini "üreme güdüsüyle" açıklamaya yatkın epeyce insan bulunur.
Ama bu "mantıklı" yaklaşımı yazarken Schopenhauer’ın aklına gelmeyen başka bir konu vardı.
Eşcinseller.
Eğer aşkın tek nedeni "üreme güdüsüyse" nasıl oluyor da asla üreyemeyecek olan aynı cinsten insanlar birbirlerine aşık oluyorlardı?
Andre Gide, cinselliğin ve aşkın tek amacının üreme olmadığını anlatabilmek için "Corridon" adlı bir kitap yazmıştı.
Bir ömürde yaklaşık beş bin defa sevişebilen insanların bunun tümünü "üremek" için yapamayacağını söylüyordu.
Başka bir "güdü" daha çıkıyordu ortaya.
Haz.
Hiçbir sisteme girmeyen, hiçbir mantıkla uyum sağlamayan o müthiş duygu.
İnsanı her kim yaratmışsa, yarattığı canlının "saf mantıkla" anlaşılamayacak kadar karmaşık olmasını arzulamış.
İnsanın yapısına mantığı yerleştirirken onun yanına da mantığı allak bullak eden duyguları eklemiş.
Schopenhauer’ın belki de en haklı olduğu konu, aşkın felsefenin sınırları içine girmesi gerektiğini söylemesi.
Çünkü aşkı anlamadan insanı anlayamıyorsunuz.
Aşkı da "mantıkla" çözmek mümkün değil.
İnsan ruhunda birbirinin zıddı olarak sürekli olarak birbirini etkileyen, değiştiren akılla duyguyu, mantıkla hazzı, kuralla kuralsızlığı bir bütün olarak görmeden, bunlardan birini inkar etmenin ya da küçümsemenin diğerini de yok sayıp küçümsemek anlamına geleceğini kavramadan, binlerce yıldır merak ettiğimiz içimizdeki karanlığı aydınlatmak belli ki çok kolay olmayacak.
Biz, doğanın en büyük karmaşasıyız.
Sadece dünyanın değil evrenin sırrını da insanın içinde taşıdığına inanırım ben.
Bu sırrın şifresi de zıtlıklarda, "akılla duygunun çarpışmasında" saklı.
Duyguları küçümseyen hiçbir filozof o şifrenin kilidini bulamayacak bence.
Sanırım felsefenin çaresizliği de, en sıradan aşığın bile bildiği duygusal kaosu kendi "mantığının" parçası haline getirememesinde yatıyor.