GeriSeyahat Zaman aşımına uğramış bir kamp anısı
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Zaman aşımına uğramış bir kamp anısı

Zaman aşımına uğramış bir kamp anısı

Sözüm tamamen siyasetten, milli güvenlikten, öyle PKK eşkiyasından filan dışarı… Peşinen bunu söyleyeyim de… “Eşkiya hiçbir zaman dağda ölmek istemez, hayalinde düze dönmek vardır” diyordu Mehmet Ağar. Bu (çok doğru) sözlerin bana birdenbire, yıldırım gibi çağrıştırdığı, artık zaman aşımına uğramış bir ‘düze dönmek’ hikayesi anlatacağım size…

Şimdilik zaman ve mekan vermeyeceğim.

 

Anlatacaklarım çok yıllar önce cereyan ediyor. (Zamanaşımı var, artık anlatabilirim!)

 

Adı lazım değil, dağlık bir bölge. Kuzeydoğu – güneybatı yönünde uzanan dar, derin ve uzun bir vâdi. Ortada, yine adı lazım değil büyük (Avrupa’nın ikinci büyük su toplama havzası olduğu söylenirdi o zamanlar) bir baraj gölünün etrafında dik yükselen ormanlık bir arazi. Göl seviyesinde irfita 800 metre. Tepeler 1 800 metreye kadar varıyor. Çam ormanları. Gölün ortasında bir ada, terk edilmişe benzeyen bir taş bina ve karanlık suların altında kalmış (tepeden bakınca hayalet gibi insanın içini ürperten) bir tarihi taş köprü...

 

Yakındaki bir yerleşim birimine kadar trenle ulaşım mümkün. Ötesi, rast gelirse şehirlerarası otobüs, duran olursa otostop, ama genelde yürüme... Asfalttan yahut yolu takip eden orman içindeki keçi yolundan...

 

Üç aylık bir kamp. Kızlı erkekli 70-80 kadar genç. Baraj gölünün kenarında, iyice çukurda kalan ve karadan ulaşımı hemen de imkansız bir koyda, dörder-altışar kişilik çadırlarda kalıyorlar. Sabahtan akşama kadar eğitim görüyorlar: yüzme, kurtarma, dalma, tırmanma, dağcılık, ilkyardım ve hepsinden önemlisi fizik ve moral dayanıklılık. Çok uzun yürüyüşler yapıyorlar. Sırt çantası, toprak rengi branda bezinden yüksek konçlu postallar, belde matara ve alet edevat. Yağmur mevsimi. Şakır şakır yağmur. Dize kadar çamur. O irtifada sert ve insanın içine işleyen soğuk rüzgârlar... Gece dur molası verildiğinde, eğimli arazide, ağaçların elverdiği daracık alanlarda, çürümeye yüz tutmuş yaprakların üstünde, üstelik zifiri karanlıkta çadır kurmak zor... Alta üste kenarları düğmelenen iki branda, uyku tulumuna girip uyumaya çalışıyorsun... Eğer, sırt yönüne yeteri kadar derin bir su yolu açamamışsan, gece sağanak bastırdığında, kendini sele kapılmış, otuz kırk metre aşağı sürüklenmiş bulman içten bile değil. Ve böyle bir hata ‘üstler’ tarafından asla affedilmiyor. Zaten uyku tulumun, aba battaniyen ve üstün başın ıslanmışsa, yedeğin yok ve kuruman bir daha neredeyse günlerce imkansız!

 

Tabii ki uzun süre aynı yerde ve ‘toplu halde’ bulunmak sakıncalı. ‘Hereket emri’ geldiğinde

yirmişer kişilik dört ‘takım’ oluşturuluyor. Her birinin başında bir komutan (erkek) ve bir yardımcısı (kadın). Genelde komuta seviyesinde kadınlar, erkeklere nazaran çok daha gaddar.

 

Telsiz bağlantısı sadece ‘merkez’ ile sağlanıyor. Takımların birbirinden haberi yok. Hatta, eğitim için, her takım diğerleriyle ‘düşman’. Her birinin üstünde şu kadar günlük yiyecek, içecek ve ilaç var. Yanlarına verilen malzeme mutlaka söz konusu süre için yetersiz tutuluyor. Başının çaresine bakmazsan açlık ve susuzluk kaçınılmaz. Mutlaka gizli düşman kamplarını bulmak, basmak ve talan etmek zorundasın. Malzemeni düşmandan korumak için parçalara bölmek, yerini astlarından bile sakladığın depolara dağıtmak zorundasın. Düşman depolarını bulup, işine yarayacak, taşıyabileceğin malzemeyi alıp, kalanını – düşmanı etkiniz hale getirmek ve moralini çökertmek için – imha edeceksin.

Prensipte, yerleşim birimlerine yaklaşmak bile yasak. Zaten bir şey almak istesen… üstünde para da yok.

 


‘Sıcak temastan kaçmak’ büyük suç. Ama her teması ‘bildirmek ve gerekçelendirmek’ zorunlu. ‘Gereksiz risk’ ceza sebebi. ‘Korkmak ve riskten kaçmak’ da öyle. Karar almak, inisyatif kullanmak zor. Kararsız kalmak, inisyatif kullanmamak riskli. ‘Üstlerinin bilgi ve deneyimine’ güvenmek, kesin itaat tek çare. Böylece sorumluluktan kurtulduğunu sanma tabii ki. Suç daima alttakilerde. Üstlerle iyi geçinmek menfaat icabı. Yemek ve su dağıtımını ama asıl ‘görev dağılımını’ yapan onlar. Yari ‘hayatın' onların elinde!

 

Gündüz yerinden kıpırdamadan, geçici ve kamufle kamplarda gizleniyorsun. Hava karardıktan, zifiri karanlık çöktükten sonra, asla size önceden bildirilmeyen bir yönde yürüyüşe çıkıyor, bir sonraki kampa ‘intikal’ ediyorsun. Mümkün olduğunca ‘asfalttan’ uzak, ama ana yollarla teması kaybetmeden. Hedefe belli bir sürede varmak zorunda olduğundan bütün ikazlara rağmen riske girmek ve ana yolları kullanmak zorundasın. Öncü ve artçı çıkararak, baskın yememek için orman içinden yancı çıkararak.

Şakır şakır yağmur yağıyor. İçine kadar işliyor. Sırtındaki yük her adımda ağırlaşıyor. Tabanların su topluyor sonra cılk yara oluyor. Sık sık bağırsağın bozuluyor. Her an açsın, midene kramplar giriyor. Koskoca delikanlılar, üstlerinizden korkarak, arkadaşlarınızdan utanarak, başınızdaki kapüşonun altına ve yüzünüzü sırılsıklam eden yağmur suyuna sığınırak... salya sümük ağlıyorsunuz.

 

Ve hiç şaşmıyor, en yorgun, en bitkin, en uykusuz olduğunuz anda... baskın yiyorsunuz. Bazen saatlerce dağda bayırda kaçıyorsunuz, kovalıyorsunuz, çamurlarda sürükleniyorsunuz, kimse kimsenin gözünün yaşına bakmıyor, ‘eğitim için buradayız, hepimiz arkadaşız’ demiyor, tekme tokat, can havliyle girişiyor... Maksat, ‘düşmanın’ pantolon askısındaki ‘takımının rengini taşıyan’ şeridi koparıp almak. Şeridini kaptıran ‘ölü ya da yaralı’ yani ‘eğitim zaiyatı’ sayılıyor. O andan itibaren (payına düşen malzemeyi taşımaya devam etsen de) istihkakın yarıya indiriliyor. Sadece öğlen karavanasına giriyorsun, günde bir matara su veriyorlar. Takımdan ayrı yürüyor, takımdan ayrı uyuyorsun. Bu da ölümden beter.

 

Iskarta olduğundan üstlerinden kötü muamele gördüğün yetmiyormuş gibi; iki lokma bir yiyecek aşırarak açlığını bastırmak, susuzluğunu gidermek, varsa kamp ateşine yaklaşıp ıslanan ayaklarını kurutmak isterken… arkadaşlarından da, sürüye musallat olan sırtlan muamelesi görüyorsun. İşte bu yüzden, şeridi kaptırmamak için dövüşmeye, vurmaya, kırmaya hazırsın… Düşmandan şerit kapmak için de öyle… Şu kadar şerit ‘onbaşı’ olmak, bu kadarı ‘çavuş’ olmak demek. Onbaşı olmak, çavuş olmak, ikinci bir kepçe çorba, ikinci bir somun ekmek, ateşe daha yakın bir yer demek… Kimse sana ‘niye kendi takımındakilerin şeridini çaldın’ diye sormuyor ayrıca…

 

‘Merkez’ sizi (sadece hareket yönü bildirerek) günlerce ‘telsiz emirleri’ ile oradan oraya yönlendirdikten sonra birden, bir gün ‘telsiz susması’na giriyor. O andan itibaren işiniz başınızdakilerin bilgisine ve içgüdülerine kalıyor. Eğer gün be gün haritadan yönü takip edip, aklında tutmamışsa (harita üzerine işaret, not tutmak kesinlikle yasak) komutanın nerede olduğunu bilmesi mümkün değil. Ama her durumda zaten nereye gitmesi, ne yapması gerektiği hakkında en küçük bir fikri yok. Acaba ‘merkez’ ne yapmasını istiyor? Nereye gitmesini, nasıl hareket etmesini bekliyor? Ayrıca... ‘merkez’ hâlâ var mı acaba? Diğer takımlar nerede? Hâlâ düşmanlar mı, yoksa tekrar ‘ortak hedefte birleşme’ zamanı geldi mi? Diğerlerine güvenebilir mi? Onlar oyunu kurallarına göre oynayacak mı, yoksa üstünlük sağlamak için düşmanlığı sürdürecek mi? Bilmek mümkün değil...

 

İlk defa böyle bir durumla karşılaşan ve ilk kez inisyatif kullanması gereken ‘takım komutanları’ ne yapacaktır? Büyük olasılıkla her biri farklı bir karar verecek ve ‘ortak aklın işlemesine’ engel olacaktır. Bu da eğitimin bir parçası zaten. Komuta kademesindekilerin yeteri kadar ‘endoktrine’ edilip edilmediğinin göstergesi…

 

Senin bağlı bulunduğun takımın komutanı ‘iki mangaya ayrılalım ve dağılalım’ diye emrediyor. Niye bilinmez, tartışmak yasak. Mantık, bir mangaya komutanın, diğerine yardımcısının komuta etmesini gerektirirken, komutan ‘mantık dışı’ bir kararla (Büyük Timoniye erkek ve kadın militanları arasında ‘düzüşme’ dışında küçük burjuva ilişkileri yasaklarken yine ne kadar haklıymış!) ‘… ile ikimiz birinci mangayı alıyoruz. Sen, sen, sen… bizimle geliyorsunuz. SEN, evet SEN, ikinci manganın emir komutası sende, kalan adamlarla yoluna gidiyorsun, yardımcını kendin seçersin!’ diye, aklında bile yokken SEN’i küçük de olsa bir grubun komutanlığına getiriyor. Emirleri tartışmak yasak. Zaten vakit de yok. Her türlü malzemeyi süratle ama titizlikle (herkes kurt gibi, en küçük bir eşitsizlikte kan gövdeyi götürür) ikiye bölüyor, birbirinize veda bile etmeden iki grup halinde ters yönlere doğru uzaklaşıyorsunuz.

 

‘Yasak ilişkisi’ yüzünden yardımcısından ayrılmayı göze alamayan komutan, biraz da rahatsız, bir an önce malzemeyi paylaştırıp uzatlaşmak isterken… büyük bir hata yapıyor. SEN’in, takımın (suskun da olsa hâlâ hayati önemi olan) tek telsizini ve bataryalarını, kimseye çaktırmadan yemek kap kacağının arasına gizlediği fark etmiyor.

 

Gece kurşun gibi inerken, korkunu belli etmemeye çalışarak, ormanın içlerine doğru kararlı adımlarla yürüyorsun. ‘İnşallah otoritemi tartışmadan kabullenirler…’ diye, arkana bile bakmaya cesaret edemeden…

 

Yardımcını hemen ve tereddütsüz ataman gerektiğini biliyorsun. Yoksa manga içinde beklentiler, rekabet, husumet hatta gruplaşmalar başlar. Ama karar veremiyorsun…

 

Birdenbire ve hiç hazırlıksız, peşinde dokuz adamınla, dağlarda tek başınasın!

 

(Eğer otuz küsur sene sonra ‘öttüm’ diye bir vuran çıkmazsa, sürecek! O takımdan kaç kişi hayatta bilmiyorum ya gerçi…)

False