Son Güncelleme:
Yetmişbeş yıl önceki bir ziyafet
İletişim Yayınları çok iyi bir iş yapıyor. Başka iyi işler de yapıyor olabilir ama ben bildiğimi söyleyeyim: Sermet Muhtar Alus'un kıyıda köşede kalmışlar dahil, bütün yazılarını derleyip topladıktan sonra yayınlıyorlar. Bu iş için bir yayın kurulu oluşturmuşlar ve ‘‘Sermet Muhtar Alus Kitapları’’ diye bir diziyi adım adım gerçekleştiriyorlar. Sonunda ortaya, kendi deyimleriyle, eski İstanbul'un bir ‘‘gündelik hayat ansiklopedisi’’ çıkacak. Ne iyi!Geçen Ramazan boyunca Sermet Muhtar'ı bu sütunlarda çok anmıştık. Hatırlayamayanlar için birkaç kelime ile -ki ne mümkün!- bu büyük İstanbul âşığını bir kere daha analım. Sermet Muhtar 1887'de İstanbul'da doğmuş. Bu satırların yazarı ile aynı okulda -Galatasaray Lisesi'nde- okuduktan sonra hukuk eğitimi almış. Birkaç romanı olmasına rağmen Sermet Muhtar daha çok gazetelerde yazdığı İstanbul'u hemen her yanıyla yansıtan yazıları ile ünlenmiş. Reşat Ekrem Koçu onu ‘‘nesli gittikçe azalan serâpâ zarâfet (baştan ayağa incelik) mücessem sâfiyet (cisimleşmiş incelik), irfan ve malumatıyla denk feragat ve mahviyet (alçakgönüllülük) sahibi bir İstanbul çocuğu’’ olarak tanımlıyor. Yokluğundan yakınılan İstanbul beyefendisinin bundan daha güzel bir tanımı olabilir mi? Yine Reşat Ekrem onu anlatırken, ‘‘gençliği refah ve saadet içinde geçmiş, son yıllarda dünya alâyişine tekme vurmuş bir feylesof’’ diye tanımlıyor.Sermet Muhtar Alus Kitapları'ndan ‘‘Masal Olanlar’’ geçenlerde yayınlandı. 1932 yılında Akşam Gazetesi'nde çıkan yazılarından oluşan bu kitabında bir yazı, ‘‘Yetmişbeş Sene Evvel Bir Ziyafet’’ dikkatimi çekti. Bizim genellikle yemek konusunda lezzet fikrine takılıp kalmış olmamızı her zaman bir eksiklik olarak nitelerim. Bu yazıyı okuyunca bu konuda ne kadar haksızlık ettiğimizi bir kere daha gördüm. Koca bir medeniyetin inceliklerden azade olması hiç düşünülebilir mi? Yemeğin Türkler için yüzyıllar boyunca bir vazife gibi görülmesine rağmen, bir cihan imparatorluğunun zarif âdetler oluşturmamış olmasını kabul etmek çok zor. Nitekim bu âdetlerin varlığını Sermet Muhtar bir Fransız soylu kadınının Saray'daki bir davetle ilgili izlenimlerini aktararak göstermekte.DOYUM OLMAZ MANZARABu kadar girişin yeterli olduğunu düşünüyor ve izninizle, sözü Sermet Muhtar Alus'a bırakıyorum...‘‘Liman, İstanbul ile Galata'yı birbirine bağlayan dubalı köprünün açığında... Burada, muhtalif devletlerin bayraklarını taşıyan yüzlerce büyük gemi birikiyor, layuat (pek çok) sandal kaynaşıyor, Sirkeci iskelesi ile Karaköy arasında, bila fasıla insan taşıyor.Asya cihetine bakılınca, başka bir panaroma göze çarpmakta. Üsküdar; yani başında ucu bucağı bulunmayan selvi ormanıyla, bitip tükenmeyen yollarıyla, şarkın en büyük mezaristanı olan Karacaahmet. Sarayburnu'na geldik. Mükellef arabalar, nadide binek atları ve birçok kimse bizi bekliyor.Oldukça dik bir bayır çıktık. Eski padişahlara, üçyüz sene ikametgâhlık etmiş olan burası, kale gibi mahfuz sarayıdır. Şehrin en cenup noktasında, Marmara'ya, Adalar'a, Boğaz'a, Haliç'e harikulade bir nezareti var. Bugün hali (boş) ve metrük.O esrarengiz duvarlar içinde ne vakalar, ne dedikodular, ne çılgınlıklar, ne kanlı facialar geçmiş. Tarihte, unutulmaz izler bırakmış bu yerlere yaklaşırken insan heyecanlar ve garip hisler duyuyor.Bugün, sükûn içinde uyuyan bu kale, demir kapılarını, meriyulhatır sözü geçer süfera ve ecanibe (yabancılara) ara sıra açıyor.Buranın ve Hazine-i Hümayun'un muhafızı bulunan paşa, meşhur Bağdat Köşkü'nde bizi kabul etti ve önümüze düşerek yürüdü. Oranın en mergup (rağbet edilen) köşklerinden birinin önüne iki çadır kurulmuş. Buradaki nezaretin emsalsizliğine de diyecek yok. Bu doyum olmaz manzara karşısında insan gaşyoluyor (kendinden geçiyor.)Gene karşınızda Marmara, Anadolu sahilleri, Boğaz'ın yeşil suları, Galata dış ve iç liman.Ne muhteşem çadırlar... Yerlerde erkekler, dairevi dizilmiş koltuklara oturmuşlar, uzun çubuklarının dumanlarını savuruyorlar. Öteki çadır, kadınlara tahsis edilmiş, içinde rahatça yaslanacak sedirler, üzerinde reçeller, yemişler duran küçük masalar... Yemeği bekleyenleri sanki oyalamak için, durmadan kahve taşınıyor. Hizmetkârlar, kahveyi öyle tazim ve hürmetle veriyorlar ki...ÇATAL VAKTİYLE VAR MIYMIŞ!Mercanlı ve mücevherli zarflara oturtulmuş fincanları, sol elleri göğüslerinde, gözleri önlerinde olarak yavaş yavaş uzatıyorlar ve geri geri çekiliyorlar, boşalmış fincanları yine aynı tavırla alıyorlar.Geniş bahçeler, ağaçların altına kadar serin, havadar ve ferah.Enfes reçelleri boynu bükük bırakmadık. Bir taraftan, bunları tatmakla meşgulken öbür çadırda, kemal-i ciddiyetle ve vekar ile içilen çubukları seyrediyorduk.Derin bir sükût... Tütün dumanları arasında, başlarında geniş fesler, çenelerinde koca sakallar bulunan hayalet gibi adamlar...Zaman geçiyordu. Bu çubuk faslı ne zaman nihayetine erecek diye bakınıyorduk. Ayak sesleri işitilmeye başladı. Bir köle kafilesi sökün etti. Hepsinin ellerinde, kapaklarının üzerine kumaşlar örtülmüş sahanlar vardı. Derhal ortaya iki sofra kuruldu. O kadar çabuk ve kolaycacık hazırlanmıştı ki. Yerdeki halının üstüne, bir buçuk karış kadar yükseklikte bir iskemle oturtulmuş, onun üzerine, muhtelif vazolar ve nakışlarla müzeyyen pek zarif ve yuvarlak bir tepsi konmuştu.Tepside reçeller, çerezler, yemişler bulunuyordu. Sürahi, bardak, havlu yok. Yalnız çorba için boynuzdan kaşıklar... O kadar.Minderlere bağdaş kurduk. Birinci sofraya, Mösyö Thouvenel ile madamı, muhafız paşa, Kontes Zamoyska, ben ve Baron dö Talleyrand oturduk. Ötekine, rahip Pierre, baş tercüman M.Outrey, katipler ve M.Susleau sıralandılar. Hizmet gören köleler zenci ve beyaz olarak karışık. Hepsi pek terbiyeli ve hürmetkâr vaziyette.Bir arşın boyda, sırma işlemeleri havluları, sağ omuzlarımızdan göğsümüze doğru örttüler. Biraz ilerimizde ahenk başladı. Bir ağacın altında on, on iki kadar sazende halka olmuş, ismini bilemediğim birtakım sazlar çalıyorlar ve yüksek sesle şarkılar okuyorlar.Yemek tabaklarının geçit resmine gelmişti sıra. Bunlar, çabuk çabuk gelip gidiyor, bir türlü arkası kesilmiyordu. Elle yemek yemek ne tuhaf oluyor. Ekmek parça parça koparılıp iki parmakla tabağa uzatılıyor ve ekmek lokmasıyla beraber ağza sokuluyor ‘‘dolma’’ dedikleri asma yaprağına sarılmış köfteler son derece leziz. Bıçağa hiç lüzum yok. Ortaya gelen koca bir kuzu, öyle güzel kızartılmış ki parmakla tutulunca hemen kopup ayrılıveriyor. Yemekte teklif tekellüf, merasim de yok. İstediğin gibi serbestçe yemek, en büyük nezaketmiş. Bize bir cemile olmak üzere hepimize birer çatal getirdiler, fakat ele almayı terbiyeye mugayir (aykırı) gördük ve parmaklarımızla yemeye devam ettik. Çatal vaktiyle var mıymış?Cetlerimiz, eski zamanın bunca prensesleri ve prensleri parmarlarıyla yemezler miymiş?XIV. Lui devrine kadar Fransa'da dahi çatalın mevacut olmadığı malumdur. Alaturka sofra pek hoşuma gitmişti. Maamafih, sahanların tevalisi (birbiri ardına gelmesi) mecali tüketmeye başlamıştı. Vaziyetimizi anlayan Muhafız Paşa bir işaretle, bir türlü bitip tükenmek bilmeyen bu biberli, baharlı yemeklere hatime (son) çektirdi. Tatlılara, gülsuyu damlatılmış menba sularına, enfes şerbetlere sıra geldi.Sofrada herkese, ayrı bir köle hizmet ediyor, emrine amade olmak için gözünün içine bakıyor. Bardak, daha dudaklardan ayrılırken, gül kokulu suyu veya şerbeti tazeliyor.İstanbullular, temizliğe son derece itinatkâr. Bir şey ağza dokundu mu onu kirlenmiş farzediyorlar. Bu hususta akıl erdiremediğim bir nokta varsa, o da çabuk dağıtan hizmetkârların, çubukları ağızlarında çeke çeke getirmeleri.Bura halkı, içtikleri suyun saflığına ve berraklığına da çok dikkatli. İstanbul menba sularının nefasetine de uyar yok.Nihayet, yemek encama (sona) erdi.Elleri yıkamak için gümüş leğen ibrikler sıralandı. Leğenlerin ortasındaki altın yaldızlı sabunluklara mis sabunları konmuş.Adet yerini bulsun diye biz de yıkandık fakat buralılar gibi ağzımızın içine parmaklarım