Mehmet YAŞİN
Son Güncelleme:
Türkiye’nin bittiği kent
Bazı kentler vardır ki, gitmesek de görmesek de bizimdir. Kilis, bunlardan biri. Bu hafta size, Suriye sınırında, küçük, unutulmuş, gözlerden uzakta, geleni gideni olmayan bu kenti anlatmaya çalışacağım.
Bir yere neden gitmek istersiniz ki? Orada ya bir sevdiğiniz, aileniz, yakınlarınız vardır. Veya geçmişin anılarını anımsamak istersiniz. Belki de tarihe yön vermiş şaşırtıcı eserleri görmek ister canınız. İşiniz vardır, bir şeyler alıp, bir şeyler satacaksınızdır. Tüm bu nedenler yoksa oralara gitmenin ne gibi bir anlamı olabilir ki! Belki yolunuzun üstüdür, geçip giderken görürsünüz. Bu “oraya gitme” değildir, geçip gitmedir. Geçerken, aracın camına ne yansıyorsa onunla yetinirsiniz. Çok anlam taşımayan, hızlı görüntülerdir bunlar.
Hiçbir nedeniniz yoksa, Kilis’e, Nizip’e, Birecik’e gider misiniz? Bu kentin ve kasabaların adı sizin için bir şey çağrıştırır mı? Geçen hafta hiçbir nedenim yokken buralara doğru yolculuk yaptım. Bir iş için Gaziantep’e gitmiştim. İşim erken bitip de fazladan zamanım kalınca, kara kara ne yapacağımı düşündüm. Gaziantep’in çevresinde daha önce ayak basmadığım yerler vardı. Örneğin Kilis. Türkiye’nin bittiği kentlerden biriydi burası. Sınır boylarında dolaşmayı oldum olası severdim. Garip duygular yüklerdi bana biraz ötedeki başka bir ülkeyi seyretmek. Hemen otomobilime atlayıp yola çıktım.
İki kent arasındaki uzaklık 57 kilometre kadardı. Bugünün koşullarında yarım saat, biraz etrafı seyredeyim derseniz 45 dakika sonra orada olurdunuz. Oysa okuduğum geçmişin gezi kitaplarında, 100 yıl önce bu mesafenin ancak bir günde alındığı yazıyordu.
Şehirden çıkınca sol tarafımda sonsuz bir ova belirdi. Göz alabildiğine bahar yeşiline boyanmış dümdüz bir ova. Uzaklarda, ovanın bitimindeki dağların bizim dağlar olmadığını biliyordum. Onların yaylalarında esen rüzgarda Halepliler serinliyordu. Ovada, eğilip doğrulan, çapa sallayan kadınlardan başka hiçbir hareket yoktu. Dingin, sessiz, bakışlarınızı alıp götüren, yemyeşil bir düzlüktü.
KANLI SAVAŞLAR
Aslında bu sessizliğin çok gerilerine baktığınızda, oluk oluk kan görüyordunuz. Bu ova, iki savaşın çığlıkları, haykırışlarıyla inlemişti.
Zaman 15’inci yüzyılın başlarıydı. Timur’un askerleriyle Mısır ordusu bu ovada karşı karşıya gelmişti. Timur’un ordusunun orta yerinde sıralanan filler, parıltılı süsleriyle dikkati çekiyordu. Fillerin sırtına okçular yerleşmişti. Savaş başladı. Mısır askerlerinin üstüne ok sağanağı yağdı. Filler, yanlarına yaklaşanları hortumlarıyla gökyüzüne savurdu. Sonunda Mısırlılar arkalarına bile bakmadan kaçtı. Timur ertesi gün Halep’e girdi.
Lisedeki tarih derslerinden öğrendiğim iki savaşı nedense hiç unutmam: 1516 Mercidabık, 1517 Ridaniye. Beynim bunları onca tarihin arasından seçip neden saklamıştır bilemiyorum. Belki de parmaklarıma vurulan cetvelin acısıdır bu hatırlamanın nedeni.
İşte o ünlü Mercidabık savaşı da bu yemyeşil ovada yapılmıştı.
Yavuz Sultan Selim, bu, tümseği, çukuru, ırmağı, tepesi, bataklığı olmayan ovada bir başka Türk ordusuyla, Mısır ordusuyla savaşmıştı. Sadece dört saat içinde koca Mısır ordusu top yekun ortadan kalkmış, padişahın otağına “100 kantar altın, 200 kantar gümüş, Halep’teki hazineden bir milyon düka altın” getirilmişti.
Bu kadar kanlı geçmişi düşünmekten sıkılıp, bakışlarımı yolun sağ yanına çevirdim. Sağ taraf, soldaki düzlüğün aksine tepelerle süslenmişti. İnişli çıkışlı bu tepeler, peş peşe dizilmiş bir deve kervanını anımsattı bana. Meyve ağaçları, pembeli, beyazlı çiçeklerini takıp, takıştırmış, baharın müjdecisi olmuştu. Fıstık ağaçları ise henüz çırıl çıplaktı. Onların çiçeklerini takınması için biraz daha zaman geçmesi gerekiyordu. Zeytin ağaçlarının böyle bir telaşı yoktu. Onlar zaten yeşil yapraklarından hiçbir zaman soyunmuyordu.
Ağaçların arasında yaşlı asma kütükleri görünüyordu. Bu asmalar her yıl olduğu yapraklanacak, ondan sonra bir salkımı neredeyse iki kilo gelen “Kilis Karası” üzümleri yetişecekti. Hangi Kilisliye sorarsanız sorun, bu üzümün lezzetini ve verdiği şifaları anlata anlata bitiremeyecekti.
TEK TİP APARTMANLAR
Arada bir de kara koyunların, yaramaz keçilerin peşinde yürüyen çobanlar görünüyordu. Kimseyle konuşmayan, yalnız çobanlardı bunlar. Köpekleri, varsa eşekleri ve radyoları onların can yoldaşıydı. Tepelerin yamaçlarında ise on, onbeş evden oluşan küçük köyler seçiliyordu.
Solda sonsuz ova, sağda çiçekli ağaçlar, deve kervanı benzeri tepeler arasında gide gide Kilis’e vardım. Girişteki tabelada nüfusun 80 bin olduğu yazıyordu. Yani küçücük bir sınır kentiydi burası. Her yerde olduğu gibi kentin girişinde yüksek apartmanları gördüm. Bunlar tüm Türkiye’ye tek bir görüntü vermeye gayret eden TOKİ apartmanlarıydı. TOKİ’nin yöre mimarisini yaşatma gibi bir kaygısı olmamıştı bugüne kadar.
Kentin merkezindeki ara sokaklarda dolaştım. Özensiz yeni binaların arasında bugüne tutunmaya çalışan eski evler, Kilis’teki geçmiş mimarinin ne kadar daha güzel olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Onarılıp, bugüne armağan edilen eski yapıların sayısı bir elin parmağı kadar bile değildi.
İsmail Habib Sevük, 1936 yılında Cumhuriyet gazetesine yazdığı bir gezi yazısında Kilis’i şöyle anlatmıştı: “Kasabanın ortasında yeni yapılmış, kagir, iki katlı, pencereleri kemerleme, eşine vilayetlerde bile nadir rastlanır bir hükümet konağı. Garpte ve en uçta gene iki katlı ve güzel bahçeli ortamektep. Şarkla şimal arasında uzun sırtındaki kiremitlerinin taze kırmızılığı parıldayan bir otel. En şimalde gene iki katlı, gösterişli kargir bir eşraf konağı. Şuraya buraya serpilmiş bu beyaz gövdeli yapılar arasına hep kerpiçten yapılma, damları toprak, duvarları toprak ve boyları topraktan ayrılmıyor gibi basık dört beş bin ev sıkıştırınız ve gene şuraya buraya her birinin yanında bir minare yükselen kurşunlu üç dört kubbe yerleştiriniz: İşte Kilis.”
SINIRDAKİ ÇÖPLÜK
75 yıl öncesinin bu tanımlamasına sadece birkaç kelime eklediğinizde bugünü de anlatmış olurdunuz: Park yeri bulamayan araçlar, anlamsız alışveriş merkezleri, salkım saçak kablolar, yan yana sıralanmış cep telefonu bayileri...
Dar ve tozlu sokaklarda dolaşıp, bir kahvede, demli, lezzetli kaçak çay içtikten, yan sandalyelerde oturanlarla hoşbeşten, işsizlik yakınmalarını dinledikten sonra aracımı Öncüpınar sınır kapısına doğru sürdüm. Sınıra giden yolda Arapça ilanları, Arap plakalı otomobilleri gördüğümde Türkiye’nin bitmekte olduğunu anladım. Sınıra giden yolun sağ tarafında uzun bir kamyon kuyruğu vardı. Her zaman sabır abidesine benzettiğim kamyon şoförleri, kamyonlarının gölgesine sığınmış, önlerindeki ocağın üstündeki demlikten bardaklarına çay dolduruyordu. Komşu kamyon şoförleriyle koyulttukları sohbete bakılınca, bu beklemeye alışık oldukları anlaşılıyordu.
Sınırın etrafı bir çöplüğe dönüşmüştü. Naylon torbalar, boş şişeler, kola tenekeleri, yırtık gazeteler, çöp torbaları, marka marka sigara paketleri ve daha bir çok gereksiz süprüntü etrafa saçılmıştı. Türkiye, bir çöp manzarasıyla sona eriyordu. Sınırı aşıp, karşı tarafa geçenlerin belleğinde kalacak olan son manzara buydu. Galiba Kilis Belediyesi, burasını Türkiye toprağından saymıyordu.
Kilis yarım günde bitmişti. Gitmesek de görmesek de bu kent bizim kentimizdi. Kimseye hoşça kalın demedim. Dönüşte sağ tarafıma düşen sonsuz yeşil ovaya son bir kez göz attım. Kimbilir burayı bir daha ne zaman görecektim.
YEREL TATLAR, LEZZET DURAKLARI
Kilis deyince akla hemen “Kilis Tavası” geliyor. Hemen hemen her kasapta her lokantada bu yemek yapılıyor. Orta yağlı koyun eti pala benzeri zırh ile kıyma haline getiriliyor. Bu kıymanın içine yine zırhla küçük küçük doğranmış ala biber, taze sarımsak, domates, soğan karıştırılıyor. Bir tepsinin altına dilimlenmiş patatesler diziliyor. Bunların üstüne hazırlanan et konup, bastırarak tepsinin içine yayılıyor. Daha sonra mahallenin fırınında pişiriliyor.
Kiliste hemen her mahallenin bir fırını bulunuyor. Bu fırınlarda tırnaklı dürüm ekmeği pişiriliyor. Fırınlar tepsiyle gelen Kilis Tavasını, Arap Tavasını ve diğer tepsi yemeklerini pişirme parasını almıyor. Ayrıca hazırlanmış içlerle lahmacun hazırlıyorlar.
Şehrin bir başka lezzeti, Kilis Katmeri. Yufka bir mermer tezgahın üstünde, elle, çevrile çevrile incecik açılıyor. İki tarafı içeri kıvrılıyor. Ortaya bol miktarda koyun sütünün üstünde oluşan kaymak konuyor. Yufka bir kez daha katlanarak zarf haline getiriliyor. Bu zarf, kızgın yağda kızartılıyor. Altın sarısı rengini alan yufkanın üstüne biraz şerbet gezdiriliyor, pudra şekeri ve fıstık serpildikten sonra dilimlenip servis ediliyor. Bu hem can veren hem de can alan katmer insanın damağını çatlatıyor.
Kilisliler özel kahkelerini ve çubuk dedikleri krakerleri de çok seviyor. Tabii Kilis Karası üzümüne toz kondurmuyorlar.
Hiçbir nedeniniz yoksa, Kilis’e, Nizip’e, Birecik’e gider misiniz? Bu kentin ve kasabaların adı sizin için bir şey çağrıştırır mı? Geçen hafta hiçbir nedenim yokken buralara doğru yolculuk yaptım. Bir iş için Gaziantep’e gitmiştim. İşim erken bitip de fazladan zamanım kalınca, kara kara ne yapacağımı düşündüm. Gaziantep’in çevresinde daha önce ayak basmadığım yerler vardı. Örneğin Kilis. Türkiye’nin bittiği kentlerden biriydi burası. Sınır boylarında dolaşmayı oldum olası severdim. Garip duygular yüklerdi bana biraz ötedeki başka bir ülkeyi seyretmek. Hemen otomobilime atlayıp yola çıktım.
İki kent arasındaki uzaklık 57 kilometre kadardı. Bugünün koşullarında yarım saat, biraz etrafı seyredeyim derseniz 45 dakika sonra orada olurdunuz. Oysa okuduğum geçmişin gezi kitaplarında, 100 yıl önce bu mesafenin ancak bir günde alındığı yazıyordu.
Şehirden çıkınca sol tarafımda sonsuz bir ova belirdi. Göz alabildiğine bahar yeşiline boyanmış dümdüz bir ova. Uzaklarda, ovanın bitimindeki dağların bizim dağlar olmadığını biliyordum. Onların yaylalarında esen rüzgarda Halepliler serinliyordu. Ovada, eğilip doğrulan, çapa sallayan kadınlardan başka hiçbir hareket yoktu. Dingin, sessiz, bakışlarınızı alıp götüren, yemyeşil bir düzlüktü.
KANLI SAVAŞLAR
Aslında bu sessizliğin çok gerilerine baktığınızda, oluk oluk kan görüyordunuz. Bu ova, iki savaşın çığlıkları, haykırışlarıyla inlemişti.
Zaman 15’inci yüzyılın başlarıydı. Timur’un askerleriyle Mısır ordusu bu ovada karşı karşıya gelmişti. Timur’un ordusunun orta yerinde sıralanan filler, parıltılı süsleriyle dikkati çekiyordu. Fillerin sırtına okçular yerleşmişti. Savaş başladı. Mısır askerlerinin üstüne ok sağanağı yağdı. Filler, yanlarına yaklaşanları hortumlarıyla gökyüzüne savurdu. Sonunda Mısırlılar arkalarına bile bakmadan kaçtı. Timur ertesi gün Halep’e girdi.
Lisedeki tarih derslerinden öğrendiğim iki savaşı nedense hiç unutmam: 1516 Mercidabık, 1517 Ridaniye. Beynim bunları onca tarihin arasından seçip neden saklamıştır bilemiyorum. Belki de parmaklarıma vurulan cetvelin acısıdır bu hatırlamanın nedeni.
İşte o ünlü Mercidabık savaşı da bu yemyeşil ovada yapılmıştı.
Yavuz Sultan Selim, bu, tümseği, çukuru, ırmağı, tepesi, bataklığı olmayan ovada bir başka Türk ordusuyla, Mısır ordusuyla savaşmıştı. Sadece dört saat içinde koca Mısır ordusu top yekun ortadan kalkmış, padişahın otağına “100 kantar altın, 200 kantar gümüş, Halep’teki hazineden bir milyon düka altın” getirilmişti.
Bu kadar kanlı geçmişi düşünmekten sıkılıp, bakışlarımı yolun sağ yanına çevirdim. Sağ taraf, soldaki düzlüğün aksine tepelerle süslenmişti. İnişli çıkışlı bu tepeler, peş peşe dizilmiş bir deve kervanını anımsattı bana. Meyve ağaçları, pembeli, beyazlı çiçeklerini takıp, takıştırmış, baharın müjdecisi olmuştu. Fıstık ağaçları ise henüz çırıl çıplaktı. Onların çiçeklerini takınması için biraz daha zaman geçmesi gerekiyordu. Zeytin ağaçlarının böyle bir telaşı yoktu. Onlar zaten yeşil yapraklarından hiçbir zaman soyunmuyordu.
Ağaçların arasında yaşlı asma kütükleri görünüyordu. Bu asmalar her yıl olduğu yapraklanacak, ondan sonra bir salkımı neredeyse iki kilo gelen “Kilis Karası” üzümleri yetişecekti. Hangi Kilisliye sorarsanız sorun, bu üzümün lezzetini ve verdiği şifaları anlata anlata bitiremeyecekti.
TEK TİP APARTMANLAR
Arada bir de kara koyunların, yaramaz keçilerin peşinde yürüyen çobanlar görünüyordu. Kimseyle konuşmayan, yalnız çobanlardı bunlar. Köpekleri, varsa eşekleri ve radyoları onların can yoldaşıydı. Tepelerin yamaçlarında ise on, onbeş evden oluşan küçük köyler seçiliyordu.
Solda sonsuz ova, sağda çiçekli ağaçlar, deve kervanı benzeri tepeler arasında gide gide Kilis’e vardım. Girişteki tabelada nüfusun 80 bin olduğu yazıyordu. Yani küçücük bir sınır kentiydi burası. Her yerde olduğu gibi kentin girişinde yüksek apartmanları gördüm. Bunlar tüm Türkiye’ye tek bir görüntü vermeye gayret eden TOKİ apartmanlarıydı. TOKİ’nin yöre mimarisini yaşatma gibi bir kaygısı olmamıştı bugüne kadar.
Kentin merkezindeki ara sokaklarda dolaştım. Özensiz yeni binaların arasında bugüne tutunmaya çalışan eski evler, Kilis’teki geçmiş mimarinin ne kadar daha güzel olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Onarılıp, bugüne armağan edilen eski yapıların sayısı bir elin parmağı kadar bile değildi.
İsmail Habib Sevük, 1936 yılında Cumhuriyet gazetesine yazdığı bir gezi yazısında Kilis’i şöyle anlatmıştı: “Kasabanın ortasında yeni yapılmış, kagir, iki katlı, pencereleri kemerleme, eşine vilayetlerde bile nadir rastlanır bir hükümet konağı. Garpte ve en uçta gene iki katlı ve güzel bahçeli ortamektep. Şarkla şimal arasında uzun sırtındaki kiremitlerinin taze kırmızılığı parıldayan bir otel. En şimalde gene iki katlı, gösterişli kargir bir eşraf konağı. Şuraya buraya serpilmiş bu beyaz gövdeli yapılar arasına hep kerpiçten yapılma, damları toprak, duvarları toprak ve boyları topraktan ayrılmıyor gibi basık dört beş bin ev sıkıştırınız ve gene şuraya buraya her birinin yanında bir minare yükselen kurşunlu üç dört kubbe yerleştiriniz: İşte Kilis.”
SINIRDAKİ ÇÖPLÜK
75 yıl öncesinin bu tanımlamasına sadece birkaç kelime eklediğinizde bugünü de anlatmış olurdunuz: Park yeri bulamayan araçlar, anlamsız alışveriş merkezleri, salkım saçak kablolar, yan yana sıralanmış cep telefonu bayileri...
Dar ve tozlu sokaklarda dolaşıp, bir kahvede, demli, lezzetli kaçak çay içtikten, yan sandalyelerde oturanlarla hoşbeşten, işsizlik yakınmalarını dinledikten sonra aracımı Öncüpınar sınır kapısına doğru sürdüm. Sınıra giden yolda Arapça ilanları, Arap plakalı otomobilleri gördüğümde Türkiye’nin bitmekte olduğunu anladım. Sınıra giden yolun sağ tarafında uzun bir kamyon kuyruğu vardı. Her zaman sabır abidesine benzettiğim kamyon şoförleri, kamyonlarının gölgesine sığınmış, önlerindeki ocağın üstündeki demlikten bardaklarına çay dolduruyordu. Komşu kamyon şoförleriyle koyulttukları sohbete bakılınca, bu beklemeye alışık oldukları anlaşılıyordu.
Sınırın etrafı bir çöplüğe dönüşmüştü. Naylon torbalar, boş şişeler, kola tenekeleri, yırtık gazeteler, çöp torbaları, marka marka sigara paketleri ve daha bir çok gereksiz süprüntü etrafa saçılmıştı. Türkiye, bir çöp manzarasıyla sona eriyordu. Sınırı aşıp, karşı tarafa geçenlerin belleğinde kalacak olan son manzara buydu. Galiba Kilis Belediyesi, burasını Türkiye toprağından saymıyordu.
Kilis yarım günde bitmişti. Gitmesek de görmesek de bu kent bizim kentimizdi. Kimseye hoşça kalın demedim. Dönüşte sağ tarafıma düşen sonsuz yeşil ovaya son bir kez göz attım. Kimbilir burayı bir daha ne zaman görecektim.
YEREL TATLAR, LEZZET DURAKLARI
Kilis deyince akla hemen “Kilis Tavası” geliyor. Hemen hemen her kasapta her lokantada bu yemek yapılıyor. Orta yağlı koyun eti pala benzeri zırh ile kıyma haline getiriliyor. Bu kıymanın içine yine zırhla küçük küçük doğranmış ala biber, taze sarımsak, domates, soğan karıştırılıyor. Bir tepsinin altına dilimlenmiş patatesler diziliyor. Bunların üstüne hazırlanan et konup, bastırarak tepsinin içine yayılıyor. Daha sonra mahallenin fırınında pişiriliyor.
Kiliste hemen her mahallenin bir fırını bulunuyor. Bu fırınlarda tırnaklı dürüm ekmeği pişiriliyor. Fırınlar tepsiyle gelen Kilis Tavasını, Arap Tavasını ve diğer tepsi yemeklerini pişirme parasını almıyor. Ayrıca hazırlanmış içlerle lahmacun hazırlıyorlar.
Şehrin bir başka lezzeti, Kilis Katmeri. Yufka bir mermer tezgahın üstünde, elle, çevrile çevrile incecik açılıyor. İki tarafı içeri kıvrılıyor. Ortaya bol miktarda koyun sütünün üstünde oluşan kaymak konuyor. Yufka bir kez daha katlanarak zarf haline getiriliyor. Bu zarf, kızgın yağda kızartılıyor. Altın sarısı rengini alan yufkanın üstüne biraz şerbet gezdiriliyor, pudra şekeri ve fıstık serpildikten sonra dilimlenip servis ediliyor. Bu hem can veren hem de can alan katmer insanın damağını çatlatıyor.
Kilisliler özel kahkelerini ve çubuk dedikleri krakerleri de çok seviyor. Tabii Kilis Karası üzümüne toz kondurmuyorlar.