Taşa kazınan inanç
Onlarca savaş, talan, yağmaya rağmen dimdik ayakta duran Mor Gabriel tam 1610 yıllık bir tarih anıtı. Midyat ilçesine 18 kilometre uzaklıktaki manastırı okurumuz Faruk Turinay gezdi, izlenimlerini yazdı.
Midyat’ta yediğimiz ağır, leziz yemeğin ardından yola koyuluyoruz. Kadim mirası hukuki tehlike altında olan Mor Gabriel ile ilgili bilgilerim sınırlı: Klasik Süryani mimarisinin örneği, büyük bir yapı. Önemi nedeniyle dünyanın dört bir yanından Süryaniler geliyor ziyarete. Ne var ki, okumakla seyretmenin farkını ayırt etmek için bilinmeyenleri görmek, hissetmek, uzaktakilere dokunmak gerekiyor: Taş kemerlere el sürmek, rutubet kokan esrarengiz tünellerde ürpermek, heyecanlanmak, kırmızı pelerinli rahiplerin manastır koridorlarındaki vakur yürüyüşlerini seyretmek, eşik önlerinde biriken ayakkabıların öğrencilere ait olduğunu öğrenmek, külliyenin ziyaretçiye kapalı bölümlerinde neler olabileceğini merak etmek…
GÜLÜN ADI’NDAKİ MANASTIR GİBİ
Şırnak yolundayız. Hava öyle sıcak ki, daracık yolda asfalt ışıl ışıl yanmaya başlıyor, sonra eriyor. Cırcırböceklerini saymazsak, sarı ekinlerden başka canlılık emaresi yok. İn cin top oynuyor. Esinti az. Sağda ara sıra ‘Şırnak 80’, ‘Şırnak 70’ tabelalarını görüyorum, o kadar. ‘Estel-Midyat arası’nı arkada bıraktık. Yanık türküler kulaklarda yankılanırken Mezopotamya’nın tutkulu ve duygulu havasındaki muhteşemliği hissetmemek ne mümkün. Aşkın ellerde bıraktığı ter, peşimden ayrılmayan Arap güzeli, pek sevdiğim yakınlar, koşuşturmaca, kaçamaklar harika tablonun en çarpıcı motifleri.
Ve Midyat-Şırnak karayolunun 18’inci kilometresinde, sağda birkaç kocaman binanın birbirine eklemlenmesiyle oluşan, koyu krem renginde, nefis surette eskitilmiş izlenimi veren insan harikası beliriyor birden. Genişçe bahçelerin ortasında, Umberto Eco’nun Gülün Adı’nda olayları çevirdiği manastırı anıştıracak yapılar topluluğu duruyor. Rahipleri gibi vakur, tünelleri kadar esrarengiz, nakışları gibi zarif. İki haç ve iki aslan kabartmasının işlendiği çift kanatlı kapısının ardında düzenli parke taşlarıyla örülmüş, bir otomobilin ancak geçebileceği genişlikte yol önümüzde. Sade kapısından binalara uzanan bahçe yolunun iki tarafına, yarı bellerine değin beyaza boyanmış ağaçlar sıralanmış. Ruhani çekim merkezine doğru atılan her adımla birlikte iç sıkıntıları yerini huzura, rahatlığa, arınmışlığa bırakıyor sanki.
MAHİR USTALARIN TAŞ İŞLEMELERİ
Yolun sonunda ziyaretçilerden birinin girip diğerinin çıktığı giriş kapısına varıyoruz. Görevlilerden biri yanımıza yaklaşıyor. Delikanlı nazikçe rehberlik öneriyor. “Hay hay” diyoruz, “memnuniyetle.” Merakla etrafa bakarken taş korkuluklu merdivenlerden çıkıyoruz. Ayinlerin yapıldığı salona bakıyorum. Yan yana dizilmiş ahşap sıralar, içeriye keskin güneş ışığının sızdığı üst kısmı yuvarlak pencereler... Baştan aşağı beyaz kıyafetli, şeritleri kırmızı, altın yaldızlı, başak motifli öğrenciler... Manastırın yüksek iki çan kulesi var, estetik ve zarif. Uçları çiçek desenine benzetilerek tasarlanmış narin beyaz haçlarla taçlandırılmış. Dönemeçlerde, köşelerde, altta kavun desenli, üzerinde baklava biçimi işlemeli küçük süsler, onun üzerindeyse büyükçe dört yapraklı gonca modelini andıran gösterişli başlıklar duruyor. Manastırdaki tüm binaların kapı girişlerinde, köşe kolonlarında, parmaklıklarında, salkım üzümler, bağ yaprakları ince ince işlenmiş. Her adımda bir sanat mucizesiyle karşılaşmamak elde değil. Mübalağa yok, olağanüstü…
ÇİMENTO, HARÇ YOK
Ortaçağ katedrallerindeki esrar Mardin’de sarıyor çevremi. Araları ve tavanları doğal meşalelerle aydınlatılmış kemerlerle kaplı bölüme geçiyoruz. Bu nasıl bir tasarım sihridir? Harç malzemesi kullanılmaksızın üst üste duran korkunç taşlar kubbeyi oluşturuyor. Ne bir parça çimento ne de tuğla. Taşlar birbirine geçecek biçimde tasarlanmış. İnşa dönemindeki teknik yetersizliğe rağmen tavan eğimindeki mimari tarz ve detaylarıyla hünerli ellerin işi olduğunu gösteriyor.
Aslan suretinin bir önemi olmalı. Kapılarda simetrik aslanlar gelenleri karşılıyor. Selam duruyor. Yeşillik hiç de az değil. Metropolit her kimse bu konuda özen göstermiş.
Mardin’e çok kez geldiğim için iyi tanıyorum. Mor Gabriel, mimari üslup bakımından Deyrul-Zaferan, Kırklar Kilisesi, Mor Yuhanun’dan daha çarpıcı. Ya Süryanice yazılara ne demeli? Daha çok sola eğik yazılan bu eşsiz alfabe, Mor Gabriel’de kemerlerin arasındaki zarif tablolarda, geçitlerin üzerinde, bazen de üst üste gömülen rahiplerin lahitlerinde göze çarpıyor. Aramice kökenli bir Sami dili bu. Yok olma tehlikesi altında. Ne hüzünlü.
Gizli tüneller… Bunlar kazara önüme çıktı. Manastırın bölümlerinin birini gezerken kenarda köşede kalmış daracık bir geçit gördüm. İnsan bedeninin zorla geçebileceği kadar küçük. Bu da neyin nesiydi? Meraklandım. Aralıktan geçtim ve aşağı atladım. Ne görsem beğenirsiniz? Tam da tahmin ettiğim gibiydi: Gittikçe karanlıklaşan bir tünel. Birkaç adım attım. Bitmiyor, uzayıp gidiyordu. Sonunu çok merak ediyordum. Ama gruptan ayrılmak istemedim, döndüm. Yalnız olsaydım merakımı dindirebilirdim.
MEZOPOTAMYA’NIN KÜLTÜR HAZİNESİYDİ
Mimari tarzlarındaki farklılığın nedeni, farklı dönemlerinde yapılması. Mimari şaheser olarak nitelenen Büyük Kilise, tavanındaki ışıklıkla büyüleyici armoniler yaratan Theodora Kubbesi, manastırın güneybatı ucundaki kadim yapı Meryemana Kilisesi, özgün adı Süryanice ‘Beth Kadişe’ olan, kilittaşı kullanılarak sıkıştırılmış iki tonozdan oluşan yapısıyla Azizler Evi; manastır kompleksinin ayrı parçalarını oluşturuyor. Onlarca savaş, talan, yağmaya rağmen dimdik ayakta duran Mor Gabriel tam 1610 yıllık bir tarih anıtı…
Manastırda yalnız dini bilimler okutulmamış. Hitabet, tıp, felsefe alanlarında Mezopotamya’nın en ileri eğitim merkezlerinden biri olarak adını duyurmuş. Okulun etkin olduğu dönemde Manastır Kütüphanesi çok zenginmiş; minyatürlerle süslenmiş çok sayıda el yazması eserler, kitap çoğaltan yazıcı rahipler... Ne ki, eşsiz kültür hazinesi yağmalanıp ortadan kayboluyor. Kurtarılabilen birkaç eser, şu anda Britanya Kütüphanesi’nde.
Mor Gabriel, metropolitlik merkezi. Diğer bir deyişle kilisenin idari merkezlerinden biri. Bugün manastır metropoliti olarak görev yapan Mor Samuel Aktaş’ın ofisi burada.
Kırmızı pelerinli rahipler koridorlarda vakur ve ağırbaşlı yürüyor. Belli ki dersler sona ermiş. Öğrenciler kıpır kıpır, öğretmenlerinin çevresinde kümelenmiş. Kadim Mor Gabriel Manastırı’nda öğrenci olmak, gündüzleri bin yıllık kokular arasında bilgiyi, hayatı öğrenerek büyümek, geceleyin iki çan kulesinin arasında parlayan ayın ışıltısı altında mum tütsülerini içine çekerek manastırın yatakhanesindeki şiltelerden birinin üzerinde gözlerini yummak…
Ben bütün bunları hayal ederken artık gitme vaktinin geldiğini fark ediyorum…
İkinci Kudüs ilan edilmişti
Mor Gabriel, Süryanilerin anayurdu Turabdin bölgesinin kalbinde. Meşelerle kaplı bir tepede. 397 yılında Mor Şmuel ve Mor Şemun tarafından kuruluyor. Kısa sürede o kadar ünleniyor ki, ünü Roma’daki imparatorun kulağına gidiyor. Kilise tarafından “ikinci Kudüs” ilan ediliyor birkaç yüzyıl sonra. Yunanistan’daki Athos Dağı’nın ünlü manastırlarından en az 400 yıl daha eski. Mor Gabriel’in diğer adı Deyrul Umur. Rahiplerin meskeni anlamına gelen “Dayro D’Umro”dan intikal etmiş Türkçeye. Mor Gabriel ise 7’nci yüzyılda yaşamış, dört ölüyü diriltmek gibi pek çok mucize gösterdiğine inanılıyor. Sade yaşamıyla azizlik mertebesine yükselen metropolitin adı manastırda yaşatılıyor.