Lapa lapa kar yağarken mağarada yürüyüş...
Büyük şehirlere yakın yerler kış aylarındaki hafta sonu tatillerini değerlendirmek açısından çok güzel oluyor. Bazen uzaklara gitmeden harika bir tatil yapabiliyoruz. Bu konuda Bursa favorim. Gerek kayak, gerek doğa yürüyüşleri gerekse de sıcacık kaplıca sularıyla tam bir cennet. Bugün size İnegöl Oylat bölgesini anlatmak istiyorum.
Uludağ’a kaymak için gitmiştim... Bembeyaz kar manzarasına karşı sıcak salebimi yudumlarken Boytrek yürüyüş grubunun İstanbul’dan İnegöl, Oylat’a geldiğini okuyorum telefonumdaki mesajdan. Uzun zamandır görmek istediğim ama hep ertelediğim Oylat Mağarası ve Oylat Şelalesi yürüyüşünü kaçıramam değil mi? Hemen tanıdıklarımı arayarak İstanbul’dan yola çıkan gruba Oylat Mağarası kısmından katılmamız konusunda sözleşiyoruz.
Sapaklara dikkat!
Sabah kendi aracımızla yola düşüyoruz. Bir ara uyuyakalıyorum; gözümü açtığımda her yer pamuk pamuk kar olmuş. Anayollar açık ama ara yollar için lastiklere çorap giydiriyoruz. Zincirden ziyade bu kar çorapları çok daha pratik. Takması çıkarması kolay ve zincirle gidilemeyen asfalt yollarda bile rahat ilerleyebiliyorsun. Bu arada anayoldan giderken sapağı kaçırmamaya bakın. Biz kaçırdık zira. Navigasyon yeni rota belirlese de köy yollarına girmek pek akıl kârı değil. Oylat Mağarası’na vardığımızda grubun geldiğini görüyorum. Mağara giriş ücreti 7.5 lira. Aracınız yoksa İnegöl merkezden kalkan servislerle gidebiliyormuşsunuz. Oylat Mağarası sportif değil turistik bir ziyaret noktası. İçindeki yürüyüş platformları ve ışıklandırmasıyla kolayca geziliyor.
750 metre uzunlukta ve 95 metre yükseklikte, oluşumunu tamamlamış fosil mağara, Türkiye’nin sayılı büyükleri arasında. İçeride bolca sarkıt, dikit, sütun, duvar, perde damlataşları ve damlataş havuzları var. Yürü yürü bitmiyor. O dışarıdan gördüğümüz dağın içi komple mağaraymış meğer. Bir ara kendimi ‘Indiana Jones’ filmlerinin içine düşmüş gibi hissediyorum. Tırman tırman bitmiyor, her yer sarkıt. Mağara iki bölüm; birinci galeri daracık, ikinci galeri çok geniş; çökmelerin ve sarkıtların olduğu bölüm. Ben en çok girişteki dar koridoru sevdim. Bir kanyon gibi adeta. Mağaranın içinde yarasalar yaşıyormuş ama biz göremedik. Belli bir noktadan sonrasına geçiş izni yok. Mağaranın içinden dışarı o karlı manzaraya bakmak çok güzel.
Şelalesini de görmeli
Mağarayla kaplıcaların olduğu bölge çok uzak değil. Araçları kaplıca bölgesine park edip asıl amacımız olan Oylat Şelalesi’ne doğru yürüyüşümüze başlıyoruz. Parkın içinden geçip ilerlediğinizde şelale yolunu kolayca bulabilirsiniz. Şelaleye gidiş geliş toplam 7 kilometre. Karlı havalarda bu tarz yürüyüşler çok kolay olmayabilir. Bastığınız yerin altını göremediğiniz için burkulma, kayma yaşayabilirsiniz. Herkes kendi sınırlarını bilir. Eğer yürüyüş deneyiminiz yoksa karlı bir havada bu yürüyüşü yapmayın. Hele yalnız başınıza asla denemeyin. Zira bazı yerleri oldukça zorlayıcı. Ağır ve temkinli şekilde ilerliyoruz. Önümdeki hanımefendi, kayma korkusundan kara öyle bir kuvvetle basıyor ki bastığı yer göçüyor. Eğer biraz çevikseniz, çok ağırlık vermeden ceylan gibi seke seke ilerlerseniz risksiz yürüyebilirsiniz. Yeni yağan kar kadar güzel bir manzara yok benim için. Doğa ana işbaşında. Kuru dallara düşen karlar bir dantel gibi... Bu beyaz dünyada dereden akan su ve o suyun sesi terapi yapıyor sanki...
Dünya siyah-beyaz olmuş ve renkli kalan tek şey bizlermişiz... Canlı bir tablonun içindeyiz. Normal hava şartlarında yarım saatte yürünebilen şelaleye 1.5 saatte ancak ulaşabiliyoruz. Şelale tüm coşkusuyla çağlıyor bu bembeyaz dünyada. Kardan sebep yanına kadar gidemesek de karşıdan seyretmek çok güzel. Dönüş yoluna biraz aceleyle çıkıyoruz çünkü belediyenin işlettiği kaplıca saat 4’te kapanıyormuş. Oylat’taki oteller 3-4 günden aşağı rezervasyon kabul etmiyor. Özellikle hafta sonları dışarıdan günübirlik müşteri almıyor. Belediyenin işlettiği yerin temizlik sebebiyle uzun saatler kapanması, kapanış saatine de sadece bir saat kalması hevesimizi kaçırıyor. Belediye tesisinde çalışanların da oldukça kaba olduklarını ifade etmem gerek... “Ne yapalım?” diye dönüp dururken bitişikteki otelin aile havuzları olduğunu öğreniyoruz. İki kişilik normal havuzlu odada iki saat kalabileceğimizi söylüyorlar. Termal için yeterli bir süre.
“Öl yat” demişler
Rivayet o ki Tekfur’un kızı amansız bir hastalığa yakalanıyor ve en son buraya getiriliyor. Son günlerini yaşadığına inanarak “Öl yat” diyorlar ama kızı şifalı sular sayesinde iyileşiyor ve bölge ün salıyor. Adı zamanla Olyat’a dönüşüyor. Kaplıcanın şifası saymakla bitmiyor. Ayrıca içme kürleri de yapılıyor. Radyoaktif sıcak sular grubuna dahil olan kaplıcanın pek çok rahatsızlığa iyi geldiği düşünülüyor. Sıcak suların mutlulukla bir ilgisi var. Bu bile yeter bence... Normalde 2 saat olan süremiz, hava şartlarından dolayı kimsecikler gelemeyince esnek oluyor. Kimse bize dokunmuyor. Bir gün öncesinden kayakta tutulan kaslarımın üstüne bir de şelale yürüyüşü ve soğuk eklenince bu sıcacık sular, saunalar, buhar odaları cennet gibi geliyor bana.
“Sıcacık sulardan çıktık, binanın içi de çok sıcak, dışarıda kar var, hasta oluruz” diye düşünmeyin. Saçlarınızı iyi kurutup çıktığınızda o soğuk hava mis gibi geliyor insana. Küçük çarşıda ekmekten mayoya her şey satılıyor. Kaplıcaların olduğu bölgede pideci bile var ama çok geç kalmak istemediğimizden fırından kocaman bir ekmek alıyoruz, kasaptan sucuk. Hayatımda yediğim en güzel sucuk ekmek ve müzikler eşliğinde yola koyuluyoruz. Bir gün kayak, ertesi gün şelale yürüyüşü ve sonrasındaki kaplıca deneyimi bizi arınmış bir beden ve kafayla yolluyor İstanbul’a. Bazen güzel şeyler çok yakınımızda olabilir. Yeter ki isteyelim.