Paylaş
BİRBİRİNE zıt tebliğler dolaşıyor. Birincisi, genel bir iyimserlik havası: Memleket kurtuldu. Oysa Suriye hiçbir zaman bir “vatan” olmadı. Bu coğrafyada yaşayan insanlar kendi kabileleri, soyları ve şehirleri içinde kimliklerini korudular. Ortadoğu tarihinin, ta “Ebla” ve “Mari Krallığı” gibi dönemlerden itibaren, parlak yerleri oldu. Ama o zamanlarda bile Suriye demek ya güneyden Firavunlar İmparatorluğu’nun, ya Hititlerin, ya da Asurlular gibi kuvvetlerin egemenliği demekti. Suriye, denizlere Fenikeliler gibi açılamadı; karalarda ticaret yaptı. Fakat her zaman bir imparatorluğun parçası oldu. Kendi fakirleştikçe imparatorlukları zenginleştirdi.
İki dönem var ki Suriye, her şeye rağmen barış içinde yaşadı: Klasik Roma dönemi ve Rönesans’tan itibaren Osmanlı İmparatorluğu. Kim ne derse desin, yakın tarihin en barışçıl dönemlerinden biri, bazı bilgisizlerin aksine, en azından bir tüccar ile entelektüel burjuvazinin dönüştüğü bir dönemdi. Son asırda, Osmanlı ricali kadar Fransız döneminde de küçümsenmeyecek kadar devlet adamı, toplumu sürükleyen şahsiyetler yetiştirdi; Bereketzâdelerden Suphi Bey, cumhurbaşkanının kızı Zehra Halefoğlu ve Şükri el-Kuvvetli gibi... Şükri el-Kuvvetli’nin savaş sonrası Fransızlarla kurduğu Harb Okulu’nun askerî darbelerin kaynağı olduğu söylenir.
Sınırların içinde yaşayan Suriye Nusayrileri tabii ki Arapça konuşuyor. Liderler Mişel Eflak’ın Baas Arap milliyetçiliğine çok bağlı görünse de aslında sadece kendilerine bağlılar. Ortadoğu’nun en eski kavimlerinden Aramiler ve Nabatiler gibi topluluklara dayanan bir Suriye halkı var. Bu kadar küçük bir coğrafyada, birbirinden bu kadar farklı motiflere sahip medeni üniteler pek görülmez. Bir de Suriye’nin kuzeyi var ki onun klasik medeniyetlerle ilişkisi, Ekrem Akurgal Hoca’nın birçok dile çevrildikten yıllar sonra Türkçeye kazandırılan “Doğu ve Batı - Mezopotamya: Yunan Sanatının Kaynağı” kitabında örnekleriyle anlatılıyor.
SINIRLARIMIZIN GÜVENLİĞİNİ KORUMAK ZORUNDAYIZ
Şimdi Suriye sükûnet içinde mi ve neyi, nasıl bekliyor? Bu soruları önümüze koymalıyız. Nusayriler ile Hafız Esad hanedanının düşmanı kitleler arasında gerçekten sükûnet olacak mı? İkincisi, güney sınırlarımızın güvenliğini korumak zorundayız. Güvenlik dediysek süt ürünleri veren Golan Tepeleri’nden değil, üç neslin Türkiye Güneydoğusu’nda enflasyon teriyle kurduğu barajlar ve sulanan topraklardan bahsediyoruz. Hani şu son arazi rejiminden dolayı her önüne gelene sattığımız, bu arada İsrail şirketlerinin bile aldığı sulanan topraklarımızdan söz ediyoruz. Bu araziler bir şekilde geri alınmalı, topraklarımıza sahip çıkılmalı. Nihayetinde, Ortadoğu bölgesinin su kaynaklarını yönetmek ve sahiplenmek zorundayız.
ORDULAR HAYDUTLA İŞ GÖRMEYİ SEVMEZ AMA...
Bütün bunlar acaba 30 kilometrelik bir sınırla sağlanacak mı? Ayrıca, 30 kilometrelik bir hatla Akdeniz’e çıkmaya çalışanların o denize çıkma hakkı var mı? Hangi vesileyle? Halep ne olacak? Sınırlar ne olacak? Nereler korunacak? Nerelerin gözetim altında olması gerekiyor? Kolay mütalealardan ve propagandadan korunmalıyız. Haklı olmak, endişesiz olmayı gerektirmiyor. Ayrıca, haklı olanların seslerini de bastırmaya hazır bir dünya var. Amerika Birleşik Devletleri, kuzeydeki YPG gerillalarından vazgeçebilir mi?
Aslında hiçbir düzenli ordu, haydut sürüleriyle iş görmekten hoşlanmaz. Ama hakikat şudur ki diplomatların, generallerin, devlet adamlarının ve tüccarların bile telaffuz edemeyeceği gerçekler var. ABD orduları, artık uzun zamandır İkinci Dünya Savaşı’ndaki “savaşçılarına” sahip değil.
Emevi Meydanı’nda toplanan Suriye halkı, ülkenin özgürlüğü ve ‘yeni Suriye’ için temenniler içeren sloganlar attı.
TEĞMENLER
İNTERNET, çağdaş demokraside kaçınılmaz bir kullanım aracıdır. Ancak bunu mutlaka akıllı kişiler kullanacak diye bir şart yok; sabahtan akşama miskinliğine çözüm arayanlar da interneti kullanıyor. Daha kötüsü, organize edilmiş ve desteklenmiş tayfalar da var.
Bugünlerde ordudan ihracı gündeme getirilen teğmenlerimiz hakkında, birtakım kendini bilmez kişilerin eleştiriyi aşan hakaretleri internet sayfalarını dolduruyor. Bu meseleyi pek takip etmememe ve sinirlenmek istemememe rağmen, üzücü bir şekilde olaylardan haberdar oluyoruz. Şu sıralar bu işi yapan kişiler yalnızca sefil değil, aynı zamanda büyük ölçüde karanlık kuvvetlerin, hatta dış güçlerin yönlendirdiği kimselerdir.
BİZİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ
Türkiye’nin coğrafyasında, tarihinde ve içtimai yapısında ordunun yerini tartışacak değiliz; ancak bu konu bizim için en önemli meseledir. Türk ordusunu zayıflatmayı ve mensuplarının moralini bozmayı hedefleyen her hareket, ister ahmak ve beyni çürümüş insanlar tarafından yapılsın, isterse başka bir niyetle görünsün, bu işlerin arkasında dış güçlerin olduğuna bu kritik günlerde hepimiz inanıyoruz. Bazı cürümlerin unutulmaz olduğunu herkesin bilmesi gerekir.
MERKEL
ANGELA Merkel’in hatıratını aldık. “Hürriyet” kelimesi üzerinde çok durmuş. İlginç bir insan. Fizikçi. Hamburg’da doğmuş, ancak babası Protestan Kilisesi’nin verdiği bir görev nedeniyle Berlin’e taşınmış. Protestan bir pastörün kızına verdiği disiplinle büyümüş. Bence Alman elit sınıfı içinde en mütevazı ve dengeli insan tiplerinden biri (Soyunun yarısı Polonyalı). Ursula von der Leyen gibi boş politikacı tiplerinden değil.
YUNANİSTAN’IN HALİ
Kitapta dikkatimi çeken iki bölüm üzerinde duracağım. İlk olarak, Yunanistan’ın iflas sinyalleri... Sevimli Türk dostu Yorgo Papandreu, borç ve faiz ödemelerinin milli gelir içindeki payının artmasından dolayı alarm veriyor. Bunun üzerine Avrupa Birliği’nin ilgili kurulu toplanıyor. Kurul üyeleri Yunanistan’a ihtiyaç duyulan paranın verilmesi gerektiğini savunuyor. Ancak bu paranın miktarı, neden ve nasıl verileceği gibi meseleler henüz tartışılmış değil. Anlaşılan o ki, Alman bürokrasisinin üstünlüğü bir kez daha kendini gösteriyor. Merkel, ilk toplantıya hazırlıklı giden tek lider. Nicolas Sarkozy, başlangıçta eli açık görünse de sonunda zıvanadan çıkıyor ve sokak ihtilali çıkacak diye bağırmaya başlıyor. Herkes paranın verilmesini istiyor, ancak bunun gerekçesi ve sonuçları konusunda kimse hesap yapma derdinde değil. Bu durum, Avrupa Birliği’nin zannedildiği gibi her şeyi güneşin altındaki ilahlar tarafından yürütmediğini gösteriyor. Çok canlı ve dürüstçe tarif edilmiş bir manzara. Bu kısım gerçekten dikkati çekiyor.
GÖÇMENLER MESELESİ
İkinci dikkatimi çeken konu, göçmenler meselesi. Göç sorununun nasıl üzerimize yığıldığı ve vaat edilen paralar kitapta açıkça anlatılıyor. Ancak vaat edilen 3 milyar Euro’nun ne kadarının ödendiği belirtilmemiş. Bu da meselenin üzerinin örtülmesi gibi görünüyor. Bugünlerde AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen teyze tekrar bir miktar önerisiyle kelle pazarlığına geldi. İtalya başbakanı Meloni de faşizm arayanlar, Leyen’deki tavırlara ve pazarlık usulüne dikkat etmeli.
Doğrusu, Merkel’in hatıratında Almanya’da Türk azınlıklarla olan ilişkiler, onların kurumları ve siyasi temsilcileri hakkında bazı bilgiler bekliyordum. Ancak bu konulara hiç değinilmemiş. Türk devlet yapısının ve devlet adamlarının uzun uzun değerlendirildiği bir bölüm de bulunmuyor.
Bu eksiklikler Merkel’in kendi ihmalkârlığından mı yoksa Almanya’nın Türk azınlığına karşı ilgisizliği ve geleneksel Türkiye’ye bakış çizgisinden mi kaynaklanıyor? Bu, tartışmaya değecek bir konu.
TEŞEKKÜR
KOÇ Üniversitesi Hastanesi’nde bir ortopedik ameliyat geçirdim. Ameliyat ağır olmadı ama önemliydi. Başta Dr. İlker Eren ve Dr. Lercan Aslan olmak üzere tüm doktorlara, hemşirelere ve sağlık çalışanlarına teşekkür etmek benim için bir borçtur. Hastane her ne kadar hastane olsa da, doğrusu bazen kendimi evimde gibi hissediyorum. Tabii ki bu tür bir “ev ortamını” Allah bizden uzak tutsun.
Paylaş