Serhan YEDİG
Son Güncelleme:
İlham perilerinin en sevdiği balıkçı köyü
St. Ives, İngiltere’nin güney batı ucunda, efsaneleriyle ünlü Cornwall bölgesindeki küçük bir balıkçı köyü. Yaklaşık 200 yıldır yaz aylarında ülkenin önemli sanatçılarını ağırlıyor. Ressam William Turner, heykeltraş Henry Moore, yazar Virginia Woolf daha nice önemli isim bu köyden geçmiş. 1993’te Tate Gallery şube açmış. İki vagonlu treni, sanat galerilerinin sıralandığı sakin sokakları, uçurumların üstündeki yürüyüş parkurları, sahilindeki gelgit manzaralarıyla sıradışı bir mekan. Bir bariton saksofoncunun “St. Ives Yolu” adlı albümünü dinleyince, Londra’dan ilk trene atlayıp soluğu bu köyde almıştım...
İngiliz bariton saksofoncu John Surman, albümlerinde notalarla büyüleyici tablolar çizer, gizemli öyküler anlatır. Fareli Köyün Kavalcısı gibidir, müziğiyle dinleyicisini hipnotize eder, düş gücünü kışkırtır. “Road to the St. Ives” albümünü dinlediğimde, bu müzikten öyle etkilenmiştim ki, ilham kaynağını merak ettim. Aynı günlerde Virginia Wollf’un biyografisini okumuştum. Quentin Bell, kitabında teyzesinin Cornwall günlerinden, su korkusundan, “Denizfeneri”ne ilham veren St. Ives’tan bahsediyordu. İngilizlerin Bodrum’unu görmek farz olmuştu. Eylül sonunda bir cuma akşamı Paddington İstasyonu’ndan hızlı trene atlayıp Penzance’ın yolunu tuttum.
OYUNCAK TREN GİBİ
Penzance’dan St. Ives’a giden tren, 1950 model midibüs benzeri tek vagonluk tuhaf bir araçtı. İçerdeki tek yolcuydum. Gürültülü dizel motorunu çalıştırıp hareket etti. Hepi topu 6 kilometreydi iki duraklı hattımız. Hayle Nehri’ni yukarılardan izleyip denize döküldüğü noktada sola kıvrıldık, sahile çıktık. Masmavi St. Ives Körfezi karşımızdaydı. Aşağılardaki köy küçük bir iç koya kurulmuştu.
İstasyonda inip, limana yürüdüm. Yazın kalabalıkları çekilmiş, sokaklar sakinleşmişti. Limanın arkasındaki tepede, körfezi kuşbakışı gören bir pansiyona yerleştim. Penceremden tüm köy ayaklarımın altındaydı. Hemen keşif turuna çıktım. Londra’da denizi çok özlemiştim. İlk iş iskeleye koştum. Gelgit saatlerini gösteren tabelaya göre, dört saat sonra geri gelecekti sular. Kayalardan inip, kumların üstünde yürümeye başladım. Zemin batmıyordu. Beyaz kumun üstünde, dalgaları andıran izler kalmış, aradaki çukurlara yosunlar, istiridyeler sıralanmıştı. Sanki şnorkelle yüzmeye çıkmış, deniz kabuğu toplamak için dibe dalmıştım... Bu tuhaf illüzyon öyle hoşuma gitti ki, zihnimi özgür bıraktım, bir süre geçmişle bugün arasında gidip geldim.
Limanın yanıbaşından başlayan, yüksekliği 30 metreyi bulan duvar gibi kayalar güney batıda sahil boyunca uzanıyordu. Üstleri yemyeşil çalı türü bitkilerle kaplanmıştı. Milli park sahasıydı bu bölge. Uçurumların üstündeki, kıyıya paralel patikalar uzaktan seçiliyordu. Bu güzelliğe kapılıp, suyun yükselme saatini unutanlar, kayalığa sürüklenip ölüyordu. Bu nedenle limanda her köşeye uyarı konulmuştu.
Sahile döndüğümde, kıyıdaki küçük, sevimli restoran, kafeler arasında dolaştım. Birkaç galeriye girip, resim ve heykel sergilerini gezdim. Heykeltraş Henry Moore ve Barbara Hepworth’un atölyeleri müze - galeriye dönüştürülmüştü. Meşhur Tate Gallery, İngiltere’deki iki şubesinden birini bu sanat yuvası, küçük balıkçı köyüne açmıştı. Galericilerle sohbet ettim. Sonra bir kafeye oturdum. Cornwall’da ikindi çayları başlıbaşına bir ritüeldi. Çayı tutkuyla sevdiğini söyleyip, teneke demlikte haşlayan bizlerin aksine, bu bölgede çay zarif porselenlerde demleniyor, yanında fırından yeni çıkmış, çıtır çörek, meşhur Cornwall kaymağı ve ahududu reçeliyle sunuluyordu. Lezzeti bir yana, kolalı, bembeyaz, dantel işli masa örtülerinin üstündeki manzara bir görsel şölendi.
İlk akşamımı, pansiyon balkonuna geçirdim. Kesme taştan, kiminin dışı tuğla kaplı evlerin çatılarının üstünden tüm koyu görüyordum. Alacakaranlık çöktüğünde, koyun kuzey doğu ucundaki küçük Godrevy Adası’nın feneri ışık saçmaya başladı. Köyün liman feneriyle karşılıklı göz kırpıyorlardı birbirlerine. Virginia Woolf’un çocukluğunda ailesiyle St. Ives’a tatile geldiğinde tutkuyla seyrettiği fenerdi bu. 1927’de yazdığı Denizfeneri, ülkenin kuzeyinde, Hebrides’de geçtiği halde, edebiyat eleştirmenleri “Romana ismini ve esini bu fener verdi” diyordu. 30 hektarlık ada 2008’de satışa çıkarılmış, bu kültür değerini korumak isteyen bir Cornwall’lı 80 bin pound ödemişti. Ertesi günün rotası belliydi: Upton Towans mahallesinde, Woolf’un kaldığı evi görmeye gidecektim.
DAYAKTAN ZOR KURTULDUM
Sabah heyecanla yola çıktım. Pansiyon sahibi adresi arkadaşlarından öğrenmişti. Tepelere doğru çıktım, ikinci baharı yaşayan çayırların, papatya tarlalarının arasından geçtim. Köyün kıyısında, körfezi kuşbakışı gören Talland House’a ulaştığımda, çevresinde tur attım. Woolf, çocukluğunda bu evde geçirdiği yazları anlatırken “Bizim için sahildeki dalgaların sesinden, kumda oynamaktan, şemsiye gibi açılan anemonları seyretmekten daha önemli hiçbir şey olamazdı” diyordu. Evin müze olduğuna dair hiçbir işaret yoktu. Aralık bahçe kapısından başımı uzattım. Bahçeye çamaşır asan Uzakdoğulu görünümlü bir kadınla karşılaştım. Bir kare fotoğraf çekmek için izin istedim. Onayını alınca içeri girip, en uzak noktadan evin fotoğrafını çektim. Tam çıkmaya hazırlanıyordum ki, 50 yaşlarında, pazuları baştan aşağıya dövmeli bir erkek belirdi bahçede. Bana doğru koşarken, avaz avaz “Hemen çık dışarı” diye haykırıyordu. Bahçedeki hanımı gösterip, izin aldığımı söyleyince, dönüp, hizmetçi olduğunu sandığım kadına bağırmaya başladı. Sonra üstüme yürüdü. “Kaderde bu da varmış, Londra’ya sedyeyle döneceğim” diye düşündüm. Kolumdan çekiştirilerek, bahçenin dışına atıldım. Anlaşılan dünyanın dört bir yanından Woolf hayranları gelip evi görmek için izin istiyordu. Ev sahibi yazardan ve hayranlarından derinlemesine nefret etmişti. Yıllar önce Burhan Arpad’ın yazdıkları geldi aklıma. O da, birçok eserini Türkçe’ye kazandırdığı Stephan Zweig’ın evinde, benzer muameleyle karşılaşmıştı...
Aşağıya, sahile yürüdüm kendime gelebilmek için. Tarihi Porthminster Sahili’nde, aynı isimli küçük otelin önünde 1920’lerden kalma üstü açık, spor otomobil dikkatimi çekti. Yolun ortasında duruyordu. Birazdan kapı açıldı, içerden telaşla damat ve gelin çıktı. Damat direksiyona geçti, gelin eteklerini toplayıp yanına oturdu, alkışlar arasında ayrıldılar.
Kendimi toparlayabilmek için uzun bir yürüyüşe ihtiyacım vardı. Otele dönüp giysilerimi değiştirdim, köyün batısındaki ünlü Hellesveor uçurumuna doğru yürüyüşe çıktım. İngiltere’nin en güney noktasına uzanan yarımadanın bu bölgesi yürüyüşçülerin cennetiydi. Şiddetli rüzgardan ağaç yetişmeyen, çalılarla kaplı tepelerdeki tüm patikalar işaretlenmişti. Yükseklikleri 40 metreyi bulan uçurumların üstünden, müthiş bir deniz manzarası ve dalgaların sesi eşliğinde 30 - 40 kilometre doğayla başbaşa yürümek mümkündü. Doğal koruma alanında pek çok yaban hayvanı özgürce yaşıyordu.
Dört saatlik yürüyüşten sonra tüm zihnim okyanus, soluk kesen uçurum, yemyeşil dağ görüntüleri, dalga sesleriyle dolmuştu. Bu görüntüler beni öylesine etkilemişti ki, Londra’ya dönüşte, iki gün boyunca her metroya binişimde tuhaf bir illüzyon yaşadım. Karanlık tünellerde ilerleyen treninin camlarından yemyeşil St. Ives tepeleri, sahile vurup köpüren dalgalar geçti...
İNGİLTERE’NİN EN GÜNEY UCU
Woolf travmasını yaşadıktan bir gün sonra Lands End’e, yani İngiltere’nin en güney noktasına gitmek üzere erkenden yola düştüm. Trenle Penzance’a gidip, oradan çift katlı bir otobüse bindim. Ağaçsız, çimle kaplı küçük tepeciklerin arasında, inip çıkarak harika bir yolculuk yaptık. Kenarına büyük plakalar halinde taşlar dizilen, kaymak gibi asfaltta otobüsümüz kayıp gidiyordu. Hayvanların kaçmasını engellemek için çayırlara yaklaşık 1,5 metre yüksekliğinde, yüzlerce metre uzunluğunda, taş duvarlar yapılmıştı. 19 kilometrelik yolda neredeyse tüm yarımadayı görmek mümkündü. Sadece bu yolculuk için Penzance’a gelmeye değerdi. Lands End Müzesi’nde bu bölgedeki fenerin, batan gemilerin öyküsü anlatılıyordu. Müze önüne konulan tabelalarda dünyanın önemli merkezlerine uzaklıklar yazılmıştı. Kayalıklarda yürüyüşe çıktığımda adeta soluğum kesildi. 60 metreyi bulan kayalıklardan denizin ve sahilin manzarası müthişti. İnsan bütün gün burada bir kenara oturup, denizi seyredebilirdi. Dönüşte, St. Ives trenini beklerken Penzance’da geziye çıktım. Geçmişin mimari dokusu özenle korunmuştu. Şehir sayfiye yerini andırıyordu. Sokakta bir restoran tabelası dikkatimi çekti: Turks Head / Türk’ün Kafası! Sarıklı, kesilmiş bir baş vardı tabelada. Restorana girdim, siparişimi verdim, sonra sahibine tabelanın anlamını sordum. Ortaçağda, Müslüman korsanların Penzance’a kadar gelip, şehirleri yağmaladığını, geçmişte pek çok pub’a korsanlra karşı kazanılan zaferleri hatırlatması için bu ismin konulduğunu anlattı. Neyse ki nereli olduğumu sormadı!..
NOTLAR
* Johnny Depp, yeni Karayip Korsanları filmi On Stranger Tides’ı, St. Ives’da çekecek. Gitmeyi düşünüyorsanız elinizi çabuk tutun.
* John Surman, Akbank Caz Festivali kapsamında 24 Eylül Cuma günü İstanbul Aya İrini’de konser veriyor.
* Cornwall’da yürüyüşe çıkacaksanız her türlü bilgiyi www.southwestcoastpath.com’da bulabilirsiniz.
* St. Ives’da her eylülde iddialı bir plastik sanatlar, müzik, edebiyat festivali düzenleniyor. Bu yıl 11 - 25 Eylül arasındaki festival kapsamında sergiler düzenlenecek, sanat akımları tartışılacak, edebiyat söyleşileri yapılacak, bu arada “Korsanların Ayak İzinden St. Ives” gibi rehberli turlar düzenlenecek. (www.stivesseptemberfestival.co.uk)
OYUNCAK TREN GİBİ
Penzance’dan St. Ives’a giden tren, 1950 model midibüs benzeri tek vagonluk tuhaf bir araçtı. İçerdeki tek yolcuydum. Gürültülü dizel motorunu çalıştırıp hareket etti. Hepi topu 6 kilometreydi iki duraklı hattımız. Hayle Nehri’ni yukarılardan izleyip denize döküldüğü noktada sola kıvrıldık, sahile çıktık. Masmavi St. Ives Körfezi karşımızdaydı. Aşağılardaki köy küçük bir iç koya kurulmuştu.
İstasyonda inip, limana yürüdüm. Yazın kalabalıkları çekilmiş, sokaklar sakinleşmişti. Limanın arkasındaki tepede, körfezi kuşbakışı gören bir pansiyona yerleştim. Penceremden tüm köy ayaklarımın altındaydı. Hemen keşif turuna çıktım. Londra’da denizi çok özlemiştim. İlk iş iskeleye koştum. Gelgit saatlerini gösteren tabelaya göre, dört saat sonra geri gelecekti sular. Kayalardan inip, kumların üstünde yürümeye başladım. Zemin batmıyordu. Beyaz kumun üstünde, dalgaları andıran izler kalmış, aradaki çukurlara yosunlar, istiridyeler sıralanmıştı. Sanki şnorkelle yüzmeye çıkmış, deniz kabuğu toplamak için dibe dalmıştım... Bu tuhaf illüzyon öyle hoşuma gitti ki, zihnimi özgür bıraktım, bir süre geçmişle bugün arasında gidip geldim.
Limanın yanıbaşından başlayan, yüksekliği 30 metreyi bulan duvar gibi kayalar güney batıda sahil boyunca uzanıyordu. Üstleri yemyeşil çalı türü bitkilerle kaplanmıştı. Milli park sahasıydı bu bölge. Uçurumların üstündeki, kıyıya paralel patikalar uzaktan seçiliyordu. Bu güzelliğe kapılıp, suyun yükselme saatini unutanlar, kayalığa sürüklenip ölüyordu. Bu nedenle limanda her köşeye uyarı konulmuştu.
Sahile döndüğümde, kıyıdaki küçük, sevimli restoran, kafeler arasında dolaştım. Birkaç galeriye girip, resim ve heykel sergilerini gezdim. Heykeltraş Henry Moore ve Barbara Hepworth’un atölyeleri müze - galeriye dönüştürülmüştü. Meşhur Tate Gallery, İngiltere’deki iki şubesinden birini bu sanat yuvası, küçük balıkçı köyüne açmıştı. Galericilerle sohbet ettim. Sonra bir kafeye oturdum. Cornwall’da ikindi çayları başlıbaşına bir ritüeldi. Çayı tutkuyla sevdiğini söyleyip, teneke demlikte haşlayan bizlerin aksine, bu bölgede çay zarif porselenlerde demleniyor, yanında fırından yeni çıkmış, çıtır çörek, meşhur Cornwall kaymağı ve ahududu reçeliyle sunuluyordu. Lezzeti bir yana, kolalı, bembeyaz, dantel işli masa örtülerinin üstündeki manzara bir görsel şölendi.
İlk akşamımı, pansiyon balkonuna geçirdim. Kesme taştan, kiminin dışı tuğla kaplı evlerin çatılarının üstünden tüm koyu görüyordum. Alacakaranlık çöktüğünde, koyun kuzey doğu ucundaki küçük Godrevy Adası’nın feneri ışık saçmaya başladı. Köyün liman feneriyle karşılıklı göz kırpıyorlardı birbirlerine. Virginia Woolf’un çocukluğunda ailesiyle St. Ives’a tatile geldiğinde tutkuyla seyrettiği fenerdi bu. 1927’de yazdığı Denizfeneri, ülkenin kuzeyinde, Hebrides’de geçtiği halde, edebiyat eleştirmenleri “Romana ismini ve esini bu fener verdi” diyordu. 30 hektarlık ada 2008’de satışa çıkarılmış, bu kültür değerini korumak isteyen bir Cornwall’lı 80 bin pound ödemişti. Ertesi günün rotası belliydi: Upton Towans mahallesinde, Woolf’un kaldığı evi görmeye gidecektim.
DAYAKTAN ZOR KURTULDUM
Sabah heyecanla yola çıktım. Pansiyon sahibi adresi arkadaşlarından öğrenmişti. Tepelere doğru çıktım, ikinci baharı yaşayan çayırların, papatya tarlalarının arasından geçtim. Köyün kıyısında, körfezi kuşbakışı gören Talland House’a ulaştığımda, çevresinde tur attım. Woolf, çocukluğunda bu evde geçirdiği yazları anlatırken “Bizim için sahildeki dalgaların sesinden, kumda oynamaktan, şemsiye gibi açılan anemonları seyretmekten daha önemli hiçbir şey olamazdı” diyordu. Evin müze olduğuna dair hiçbir işaret yoktu. Aralık bahçe kapısından başımı uzattım. Bahçeye çamaşır asan Uzakdoğulu görünümlü bir kadınla karşılaştım. Bir kare fotoğraf çekmek için izin istedim. Onayını alınca içeri girip, en uzak noktadan evin fotoğrafını çektim. Tam çıkmaya hazırlanıyordum ki, 50 yaşlarında, pazuları baştan aşağıya dövmeli bir erkek belirdi bahçede. Bana doğru koşarken, avaz avaz “Hemen çık dışarı” diye haykırıyordu. Bahçedeki hanımı gösterip, izin aldığımı söyleyince, dönüp, hizmetçi olduğunu sandığım kadına bağırmaya başladı. Sonra üstüme yürüdü. “Kaderde bu da varmış, Londra’ya sedyeyle döneceğim” diye düşündüm. Kolumdan çekiştirilerek, bahçenin dışına atıldım. Anlaşılan dünyanın dört bir yanından Woolf hayranları gelip evi görmek için izin istiyordu. Ev sahibi yazardan ve hayranlarından derinlemesine nefret etmişti. Yıllar önce Burhan Arpad’ın yazdıkları geldi aklıma. O da, birçok eserini Türkçe’ye kazandırdığı Stephan Zweig’ın evinde, benzer muameleyle karşılaşmıştı...
Aşağıya, sahile yürüdüm kendime gelebilmek için. Tarihi Porthminster Sahili’nde, aynı isimli küçük otelin önünde 1920’lerden kalma üstü açık, spor otomobil dikkatimi çekti. Yolun ortasında duruyordu. Birazdan kapı açıldı, içerden telaşla damat ve gelin çıktı. Damat direksiyona geçti, gelin eteklerini toplayıp yanına oturdu, alkışlar arasında ayrıldılar.
Kendimi toparlayabilmek için uzun bir yürüyüşe ihtiyacım vardı. Otele dönüp giysilerimi değiştirdim, köyün batısındaki ünlü Hellesveor uçurumuna doğru yürüyüşe çıktım. İngiltere’nin en güney noktasına uzanan yarımadanın bu bölgesi yürüyüşçülerin cennetiydi. Şiddetli rüzgardan ağaç yetişmeyen, çalılarla kaplı tepelerdeki tüm patikalar işaretlenmişti. Yükseklikleri 40 metreyi bulan uçurumların üstünden, müthiş bir deniz manzarası ve dalgaların sesi eşliğinde 30 - 40 kilometre doğayla başbaşa yürümek mümkündü. Doğal koruma alanında pek çok yaban hayvanı özgürce yaşıyordu.
Dört saatlik yürüyüşten sonra tüm zihnim okyanus, soluk kesen uçurum, yemyeşil dağ görüntüleri, dalga sesleriyle dolmuştu. Bu görüntüler beni öylesine etkilemişti ki, Londra’ya dönüşte, iki gün boyunca her metroya binişimde tuhaf bir illüzyon yaşadım. Karanlık tünellerde ilerleyen treninin camlarından yemyeşil St. Ives tepeleri, sahile vurup köpüren dalgalar geçti...
İNGİLTERE’NİN EN GÜNEY UCU
Woolf travmasını yaşadıktan bir gün sonra Lands End’e, yani İngiltere’nin en güney noktasına gitmek üzere erkenden yola düştüm. Trenle Penzance’a gidip, oradan çift katlı bir otobüse bindim. Ağaçsız, çimle kaplı küçük tepeciklerin arasında, inip çıkarak harika bir yolculuk yaptık. Kenarına büyük plakalar halinde taşlar dizilen, kaymak gibi asfaltta otobüsümüz kayıp gidiyordu. Hayvanların kaçmasını engellemek için çayırlara yaklaşık 1,5 metre yüksekliğinde, yüzlerce metre uzunluğunda, taş duvarlar yapılmıştı. 19 kilometrelik yolda neredeyse tüm yarımadayı görmek mümkündü. Sadece bu yolculuk için Penzance’a gelmeye değerdi. Lands End Müzesi’nde bu bölgedeki fenerin, batan gemilerin öyküsü anlatılıyordu. Müze önüne konulan tabelalarda dünyanın önemli merkezlerine uzaklıklar yazılmıştı. Kayalıklarda yürüyüşe çıktığımda adeta soluğum kesildi. 60 metreyi bulan kayalıklardan denizin ve sahilin manzarası müthişti. İnsan bütün gün burada bir kenara oturup, denizi seyredebilirdi. Dönüşte, St. Ives trenini beklerken Penzance’da geziye çıktım. Geçmişin mimari dokusu özenle korunmuştu. Şehir sayfiye yerini andırıyordu. Sokakta bir restoran tabelası dikkatimi çekti: Turks Head / Türk’ün Kafası! Sarıklı, kesilmiş bir baş vardı tabelada. Restorana girdim, siparişimi verdim, sonra sahibine tabelanın anlamını sordum. Ortaçağda, Müslüman korsanların Penzance’a kadar gelip, şehirleri yağmaladığını, geçmişte pek çok pub’a korsanlra karşı kazanılan zaferleri hatırlatması için bu ismin konulduğunu anlattı. Neyse ki nereli olduğumu sormadı!..
NOTLAR
* Johnny Depp, yeni Karayip Korsanları filmi On Stranger Tides’ı, St. Ives’da çekecek. Gitmeyi düşünüyorsanız elinizi çabuk tutun.
* John Surman, Akbank Caz Festivali kapsamında 24 Eylül Cuma günü İstanbul Aya İrini’de konser veriyor.
* Cornwall’da yürüyüşe çıkacaksanız her türlü bilgiyi www.southwestcoastpath.com’da bulabilirsiniz.
* St. Ives’da her eylülde iddialı bir plastik sanatlar, müzik, edebiyat festivali düzenleniyor. Bu yıl 11 - 25 Eylül arasındaki festival kapsamında sergiler düzenlenecek, sanat akımları tartışılacak, edebiyat söyleşileri yapılacak, bu arada “Korsanların Ayak İzinden St. Ives” gibi rehberli turlar düzenlenecek. (www.stivesseptemberfestival.co.uk)