Gece hayatımız
Çadırlarda ilginç enstantaneler yaşanıyor geceleri. Evlerdeki ve sokaklardaki tartışmalar parklara da yansımış. Kedisiyle, köpeğiyle hatta horozuyla parkta yatan aileler var. Tabi doğal olarak kedi köpek yüzünden kavga edenler de. Kısacası yaşamın tüm renkleri bir haftadır parklara taşınmış.
Depremden bu yana herkes parklarda, meydanlarda yatıp kalkıyor. Kandilli Rasathanesi Müdürü Prof. Ahmet Mete Işıkara, parklarda da adından en çok söz ettiren kişi. Devletin felakete müdahalede geç kalışı ve Prof. Işıkara'nın halkı sokağa döken açıklaması park sakinlerinin öncelikli muhabbet konusu. İstanbul halkı bir haftadır geceyi sokaklarda geçiriyor.
10 milyonluk kentin psikolojisi bozulmuş. Suratlar asık. Depremin yarattığı gerilimin izleri yüzlere yansımış. Beş gündür bankın üzerinde yatıp kalkan bir vatandaş halkın içinde bulunduğu sıkıntıyı şöyle özetliyor: ‘‘Bana birgün parkta sabahlayacağımı söyleselerdi asla inanmazdım. Parklar serserilerin yeridir diye düşünürdüm. Deprem hepimizi serseri yaptı.’’
Fatih Belediyesi'nin önündeki Hava Şehitleri Parkı'nı dolaşıyoruz. İğne atsan yere düşmeyecek bir durum. Urfalı bir aile çıkıyor karşımıza. Baba ile anne depremi duyunca İzmir'den kalkıp gelmişler. Baba, ‘‘Çok şükür çocuklarımıza birşey olmadı. Evlerinde küçük çatlaklar var. Ucuz atlattık’’ diyor. Deprem ucuz atlatılmış ancak geride bıraktığı korku ve endişe hepsinin yüzüne sinmiş. Bir kaç gün daha eve dönmemeye kararlılar.
Kalabalık parklar, etraftaki sokakların renklerini de yansıtıyor. Zengini fakiri, özürlüsü sağlamı, okumuşu cahili... Hepsi yanyana... Geçici bir süre için komşu olmuşlar. Bazıları komşulukları çoktan dostluğa dönüştürmüş bile. Yiyecekler paylaşılıyor, çaylar demlenince sohbet halkası genişliyor. Birkaç aile biraraya gelerek deprem üstüne derin muhabbetlere dalıyor. Hatta bir aile ‘‘Bayrampaşa'daki akrabalarımızı buraya çağırdık. Birazdan gelecekler. yarın akşam da biz onların parkına gideceğiz’’ diyor. Vatandaş artık misafirlerini parklarda ağırlıyor.
Geçici bir süre için de olsa sokakta kalmak, parklarda yatmak çoğunun moralini bozmuş. Ancak hepsinin yüzünden felakati ucuz atlatmış olmanın verdiği rahatlık okunuyor. Battaniye ve çarşaflardan yapılmış çadırların arasında dolaşırken park sakinlerinin de kendi aralarında gruplara ayrıldığını öğreniyoruz. Mağduriyetten ve korkudan gelenler çoğunlukta. Sayıları az da olsa evlerinde hiçbir hasar olmadığı halde biraz işin keyfini çıkartmak için parklara gelenler de var. Çaylarını içip, çekirdeklerini çıtlatıyor, biraz deprem geyiği yaptıktan sonra evlerine dönüyorlar. Bazıları bunu açıkça ifade ediyor: ‘‘Korkudan değil vallahi! Biraz stres atalım diye geliyoruz. Her akşam farklı bir parka gidiyoruz. İyi oluyor.’’
Bir de anne mağdurları var. Büyük sarsıntıyı atlattıktan sonra yeniden büyük deprem olmaz düşüncesiyle evinde uyumayı düşünenlerin kimileri anneleri izin vermediği için parklarda sabahlamak zorunda kalıyor. Onlar kendilerini ‘‘anne mağduru’’ olarak niteliyor.
Diyarbakır’a döneceğim
Evleri oturulmayacak hale gelen alileler parkların en hüzünlüleri. ‘‘Bir daha o evlere girmemiz mümkün değil. Bize ev vermezlerse ne yapacağız?’’ diyorlar. Diyarbakırlı bir ailenin evi oturulamayacak derecede hasar görmüş. Müzisyen olduğunu söyleyen genç baba çocuğunu ve eşini alarak Diyarbakır'a geri döneceğini söylüyor. ‘‘Artık burada ekmeğimiz kesildi. Bu şehir bize göre değil. Memlekete döneceğim’’ diyor. Birçok aile de Diyarbakırlı genç gibi geri dönmeyi düşünüyor.
İstanbullular'ın gözü kulağı televizyonda. Haliç sahilinde aynı mahalleden birkaç aile derme çatma çadırlarının önüne bir televizyon kurmuşlar. Çadırı ağaç dalına astıkları bir ampülle aydınlatıyorlar. Hemen yanlarındaki elektrik direğine kablo atmışlar. Hem çadırları aydınlanıyor hem de televizyon izleyebiliyorlar.
Televizyon karşısına kurulmuş aileye ‘‘Maşallah keyfinizden de geri kalmıyorsunuz’’ diye takılıyoruz. Aile hep bir ağızdan itiraz ediyor: ‘‘Keyiften değil kardeş! Ne keyfi? Böyle acılı bir günde keyif mi olur? Gözümüz kulağımız televizyonda. Kandilli müdürü ne diyecek, diye bekliyoruz. Bir haftadır gözümüz kulağımız televizyonda.’’
Haliç kıyısından Edirnekapı'ya, Fevzipaşa Caddesi’ne çıkıyoruz. Burada durum Haliç kıyısından daha kötü. İnsanlar Fevzipaşa Caddesi’ni ikiye ayıran refüjlerin içine yatmışlar. Yolun iki tarafından yoğun bir biçimde trafik akıyor. Gürültü, egzoz dumanı... Bir kaza an meselesi. Yatağı yorganı refüjün ortasına sermiş bir aileye yaklaşıyoruz. Neden daha güvenli bir yere gitmediklerini soruyoruz. Ailenin reisi cevaplıyor: ‘‘İstanbul'un neresi gürültüsüz? Neresi daha güvenli? Bana egzoz gazının ulaşmadığı bir yer gösterebilir misin? Evime en yakın yer burası. Herkes sokakta. Sakin, güvenli park nerede? Burada hiç olmazsa gözönündeyiz.’’
Bu kez Taksim Gezi Parkı'ndayız. Buraya daha da kozmopolit bir görünüm hákim. Parkın girişindeki Roman bir aile evde ne buldularsa bir kamyonete yükleyip buraya getirmiş ve yerleşmiş. Evin erkekleri yataklara uzanmış sigaralarını tüttürüyor, kadınlar tavada balık kızartıyorlar.
Biraz ileride, parkın Gökkafes'e bakan köşesindeki çay bahçasinde kalabalık gruplar oturuyor. Bir guruba yaklaşıyoruz. ‘‘Vakit nasıl geçiyor’’ diyoruz. ‘‘Gerginlikten bıktık artık. Fıkra anlatarak vakit geçiriyoruz’’ diyorlar.