Balıkçı kadınların köyü açık hava müzesi oluyor
‘Bursa’nın mavi gözü’ Uluabat Gölü güzelliğiyle, ev sahipliği yaptığı canlı çeşitliliğiyle ve çevresindeki yaşamla bir belgeseli canlı yaşama şansı sunuyor. Şimdi bu zenginliklere bir yenisi daha ekleniyor. Gölün üzerindeki yarımadada kurulu Gölyazı Köyü’nde ortaya çıkarılan tarihi eserler, burayı bir açık hava müzesine çevirecek. Alan sadece tabelalarla değil simülasyonlarla bir arkeopark olarak düzenleniyor.
Bursa’nın batısındaki Apolyont’a, zamanın hızlı akmadığı çok eski bir göl köyüne gidiyorum. Toprağı eşelesen tarihin adeta fışkıracağı köyde, hayatın kaderini gölün dingin ve puslu suları çiziyor. Balıkçı kadınlarıyla ünlü Gölyazı, konuklarına telaşsızlığı ve dinginliği yeniden öğretiyor.
Peki, soğuk bir kış günü beni buralara kadar getiren şey ne? Hemen söyleyeyim: Gölyazı’da 2016’dan bu yana Uludağ Üniversitesi Arkeoloji bölümü işbirliğinde yürütülen kazı ve tarihi eser kurtarma çalışmaları… Nekropol alanındaki kazılarda ortaya çıkarılan altı farklı tipte toplam 27 lahit ve eseri turizme kazandıracak olan Gölyazı Nekropol Alanı Açık Hava Müzesi için bir süredir yapılan hazırlıklar tüm hızıyla sürüyor. Kazılarda ortaya çıkarılan mezarların, özellikle Roma devrinde nadir görülen kerpiç mezarların dış unsurlardan korunarak gelecek nesillere aktarılması için Gölyazı’nın doğal dokusuna uygun bir koruma projesi geliştirilmiş.
Bölgenin köklü tarihine güncel zenginlikler kazandıracak çalışmalar tamamlandığında doğal dokuya zarar vermeden bir peyzaj düzenlemesi yapılarak açık hava müzesi ziyarete açılacak. Arkeopark alanında pano ve tabelaların yanı sıra teknolojiden de faydalanarak simülasyon yöntemiyle bir kurgu içinde ziyaretçilerin alanı daha iyi kavraması sağlanacak.
Yaşayan göl
Uluabat Gölü ya da eski adıyla Apolyont’a uzanmış ince uzun bir yarımadanın üzerine kurulu kırmızı kiremit çatılı evleriyle Gölyazı, zarif bir kadının boynundaki alımlı bir kolyeyi andırıyor ilk bakışta. Gölün kuzey kıyısında, küçük bir yarımadayla hemen karşısındaki adacığın üzerine kurulan köyün iki yakası, ince uzun bir taş köprüyle birbirine bağlanmış. Modern zamanlara inat, Gölyazı’da son söz hâlâ doğaya ait. Kış aylarında dört metre kadar yükselen göl suları, köyün iki mahallesini birbirine bağlayan yarımadayı daraltarak bir ada görünümüne büründürüyor. Kıyılarının kır çiçekleriyle kaplandığı ilkbahar aylarında yolunuz düşerse gölü ömrünüzde hiç görmediğiniz kadar çok kuş türüyle tanıştığınız yer olarak hatırlayacaksınız muhtemelen.
Tektonik bir çöküntü sonucu oluşmuş, 156 kilometrekare büyüklüğündeki Uluabat, en derin yeri 10 metreyi geçmeyen sığ bir göl. Kıyıları tahıl tarlaları ve meyve bahçeleriyle çevrili gölün sığ suları, sukuşları için çok zengin bir besin kaynağı. Göçmen kuşların yeryüzündeki önemli geçiş yollarından biri olan göl, kapı komşusu Manyas Kuş Cenneti ile birlikte yaban hayatı için eşsiz bir ekosistem oluşturuyor.
Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı tarafından ‘yaşayan göl’ ilan edilen Uluabat, küçük karabatak ve bıyıklı sumru gibi nadir türlerin Türkiye’deki en önemli yaşam alanı. Ayrıca alacabalıkçıl, kaşıkçıl, patka, gece balıkçılı, çeltikçi, sakarmeke ve kızılgerdan gibi onlarca kuş türünün de barınağı. 1920’li yıllara kadar küçük bir Rum köyü olan Gölyazı’nın kuruluşu, 2 bin 500 yıl öncesine uzanıyor. Doğanın alabildiğine cömert davrandığı Gölyazı’da, gözün gördüğü tüm açılara rengârenk sandallar yerleştirilmiş.
Umutla çekilen kürekler...
Her üç evden birinde sandal olması, balıkçılığın hâlâ bir geçim kaynağı olduğunun kanıtı. Aynı zamanda hastaları doktora yetiştiren, gölün uzak kıyılarındaki bahçe mahsulünü evlere ve pazarlara taşıyan, sevgilileri birbirine kavuşturan ve çocukları gezdiren sandallar, Gölyazı halkı için hayatın ta kendisi demek... Ağ onarmak, sandal boyamak, olta hazırlamak, balık almak ya da satmak günlük yaşamın olağan bir parçası. Köy kahvesi, yaşlı balıkçıların gençlere deneyimlerini aktardığı bir okul adeta…
Göle çift kişi açılmaksa âdetten... Genellikle bir kadın ve bir erkekten oluşan ekiplerde, karı-koca veya baba-gelin eşleşmesi sıkça görülüyor. Kürek çekmek, demir atmak gibi işlerle genellikle erkekler; ağ toplamak ve onarmakla kadınlar ilgileniyor. Umutla çekilen her kürek, geriye nasırlaşmış eller, sabah ayazının esmerleştirdiği derin çizgili yüzler bırakıyor.
Adını Yunan mitolojisindeki kehanet tanrısı Apollon’dan alan Apollonia’nın antik temelleri üzerine kurulu Gölyazı, tarih meraklılarının da ilgisini çekecek köşeler saklıyor. Şimdiki yerleşimi çevreleyen 800 metre uzunluğundaki antik surlarda, Helenistik kapı ve kule kalıntılarına rastlamak mümkün.
Güney yamaçtaki Zambaktepe’de kurulu olan ve Roma döneminden kalma antik tiyatro 4 bin kişilik. Antik su kemeri ve mezar yapıları da Deliktaş mevkisinde. Henüz arkeolojik kazı çalışması yapılmamış asıl esrarengiz antik kalıntılarsa Gölyazı çevresindeki adacıklarda gizli. Yörede bulunmuş sikkelerde tasvir edilen Apollon Tapınağı’ndan kalma harabelerin, antik kentin 500 metre kadar kuzeyindeki Kız Adası üzerinde olduğu yaygın bir rivayet. 19’uncu yüzyılda inşa edilmiş Ortodoks kilisesiyse hâlâ ayakta. Kazılarda ortaya çıkan antik yapı parçaları, heykel ve sikkeler, Bursa Arkeoloji Müzesi’nde görülebilir.
Aşktan doğdu
Gölyazı’nın tarih yüklü sokaklarında gezinirken yöre halkının ağzından dinleyebileceğiniz ilginç bir de öyküsü var bölgenin. Rivayete göre Apolyont’un en eski sahibi olan Apollonia Kralı’nın çok güzel bir kızı varmış. Günün birinde, komşu krallık Melde’nin prensi güzel prensese âşık olmuş. Ancak prensesin gönlü olmadığı için varmamış prense.
Kral, Apolyont Gölü kıyısındaki bir tepe üzerine saray yaptırarak orada saklamış kızını. Buna çok sinirlenen Melde Kralı, Mustafakemalpaşa Nehri’nin yatağını değiştirterek Apollonia’nın sular altında kalmasına yol açmış. İşte bugünkü Gölyazı Yarımadası da tarihteki bu su baskını nedeniyle oluşmuş.