19 Mart 2011
ÖNCE Fukayama çıktı, “mutlu son”u tarif etti. Serbest piyasa ekonomisi her yerde galip gelecek, herkes liberal demokrasiyle yönetilecekti. Ardından Huntington medeniyetlerin çatışacağını söyledi. Huntington’a göre medeniyetler kendi aralarında etkileşemezlerdi. Tam tersine daha da düşman olacaklar ve dünya kaosa sürüklenecekti.
Derken Ortadoğu karıştı. İnsanlar sokağa döküldü. Hepimiz meydana gelen bu halk hareketlerinin ideolojisini anlamaya çalıştık, bulamadık. Lideri kim diye baktık, göremedik. Mısır’da Mübarek gidecek, yerini radikal İslamcılar alacak diye boşa endişe ettik.
Alıştığımız anlamda bir devrim yoktu ortada. Batı, Ortadoğu gibi mistik bir bölgede toplumların demokratikleşme talebi olabileceğine pek ihtimal vermedi.
Washington’daki Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü’nün Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol bu hafta İstanbul’da düzenlenen Değişim Liderleri Zirvesi’nde faklı bir bakış açısı sundu. Tol’a göre Ortadoğu insanının sokağa dökülmesinde tek bir söylem vardı; evrensel insan hakları söylemi. Din, politik bir ideoloji olarak devreye girmemişti. Ayaklanmanın ulusçu vasfı da yoktu.
Ortadoğu’daki yeni durum “melez” bir oluşumdu. Halk ayaklanmasında Batılı bir icat olan sosyal medya kullanılmış, yine Tol’a göre Batılı bir değer olan insan hakları kavramı üzerinden protestolar oluşmuştu.
Bu tutarlı analiz son derece net. Ancak beraberinde şu soruları da getiriyor:
Doğrudur, Ortadoğu ayaklanmaları hiçbir yerde din adına olmadı. Kaderci Doğu’da halkın mazlum kaderine razı iken birdenbire Batılı değerler sayesinde ayağa kalktığını düşünmek de Batılı bir bakış açısı olamaz mı? Acaba gerçekten öyle mi? Bu da oryantalist denebilecek değerlendirme sanılabilir mi?
Sosyal adalet gerçekten salt Batı’ya özgü bir kavram mı? Bir zamanlar Ecevit’in CHP’yi karıştıran “Ortanın solu, Peygamber’in yolu” demesini gel de hatırlama!
Tam da Tol’un belirttiği gibi din, bu ülkelerde yerel dinamiklerle harmanlanmış farklı bir rol oynuyorsa, insan hakları söylemi nasıl oluyor da bu kadar kolay temel demokratikleştirici mekanizma olabiliyor? Dini altyapının bunda rolü yok mu?
Batı’nın “Aydınlanma”sı dini kamusal alandan tamamen dışlayan bir modernitedir. Asıl önemli soru şu: Medeniyetlerin evrilip dönüşmesi sonucu alternatif moderniteler ortaya çıkabilir mi? Elbette çıkar, ama her modern olanı yüceltmek zorunda mıyız? Aydınlanmacı modernite modelini sırf Batı’nın bir ürünü olduğu için reddetmek gerekir mi? Batı modernite üzerindeki tekelini kaybederken kendimizi nasıl konumlandırmalıyız? İstiklal Marşı’mızın yazarı Mehmet Akif’in “tek dişi kalmış canavar” diye tanımladığı Batı’ya olan kırgınlığımız yerimizi tayin etmede duygusal rol oynamalı mı?
Ortadoğu’daki olaylar kuşkusuz zihinsel şemalarımızı zorlayacak. Avrupa merkezli ilerlemeci tarih yorumuna karşı çıkanların sayısı da artacak. Yukarıdaki saptama ve sorular çerçevesinde zihinsel egzersiz yapmaya her zamankinden fazla ihtiyacımız olan bir evreden geçiyoruz.
İBO için birkaç cümle: İbrahim Tatlıses’i yıllar önce GAP’ın açılış töreninde tanıdım. İstiklal Marşı’mız söylenirken ağladığını gördüm. İbomani’ye Urfa’da tanık oldum. Öyledir, böyledir ama sonuçta beş yıl şarkı yapmasa da Tatlıses bu coğrafyada bir klasiktir. Acil şifalar diliyorum.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2011
“ONLAR yazar, biz bildiğimizi okuruz...”<br><br>Başbakan Erdoğan Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’deki basın özgürlüğüne ilişkin eleştirisini bu sözlerle karşıladı. Olaydan ders çıkarmamız lazım.
Sağcısı, solcusu, dincisi, laiği, muhafazakârı, liberali...
Türk toplumunun büyük çoğunluğu bugüne kadar Avrupa Parlamentosu’nun hangi kararını alkışladı ki?
Sanki Türkiye ile üyelik müzakereleri açılması için “YES” pankartlarını açan bu parlamento değildi. En ufak bir eleştirisinde tüylerimiz diken diken oldu.
Ortak kanı şuydu: Hemen gaza gelen bu ukala bilgisizler ordusu, kendine bir oyuncak bulmuş bizimle oynuyordu. Şu son olaya kadar da hükümetin dümen suyundaydı...
Bu çerçevede düşünürsek, Başbakan’ın tepkisi şaşırtıcı olmadı.
Şaşırtıcı olan, düne kadar Avrupa Parlamentosu’nu eleştirenlerin bugün mal bulmuş Mağribi gibi üzerine atlamaları.
Çifte standartlı olmak iyi bir şey değil.
Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye raporuna eklenen basın özgürlüğü maddesi umarız bundan böyle AB’yi daha sağlıklı ve dengeli değerlendirmemize yol açar.
Günümüzde şirketler bile kendilerini dış gözle değerlendirsin diye üstüne para verip danışman tutuyorlar. İçeriden göremedikleri aksaklıkları rapor ettiriyorlar.
Avrupa Parlamentosu’nu da, yabancı basını da Türkiye’nin dış gözü olarak düşünmek mümkün.
* * *
Dünyayı yönetenlerin, patronların ve fikir önderlerinin okuduğu The Economist Dergisi uluslararası düzeyde en itibarlı yayın organı olarak kabul görür. Son sayısında bakın o da ne demiş:
“Soruşturma, her ne kadar tartışmalı özel mahkemelerde olsa da, sivillerin ilk kez muvazzaf generallerden hesap sormasını beraberinde getirdi... Buna karşın, iktidar partisinin en büyük taraftarları bile, Şık ve Şener’in tutuklanması gibi sert taktiklere başvurulmasının, Ergenekon davasının meşruiyetini çökertmesinden kaygılı. Soruşturma başlayalı dört yıl oldu, ama hâlâ mahkûmiyet yok. Bazı şüphelilere daha suçlama yöneltilmedi. Bazıları, soruşturmanın hükümeti eleştirenleri yakalamak için tam bir bahaneye dönüştüğünü söylüyor.”
The Economist bu yazısına “Türkiye’de gazeteci olmak tehlikeli bir şey” diye başlık atmış. Birlikte “sahici” gazetecilik yaptığımız eski dostlardan Mehmet Ali Yula bir soruyla buna bir katkıda bulundu: “Türkiye, çok şey olmak için tehlikeli değil mi? Gazeteci olmak, kadın olmak, çocuk olmak, içki içmek, dekolte giyinmek, telefonda konuşmak , vs. vs...”
* * *
Batı’da Türkiye algısı değişiyor!..
Twitter’ların tıkladığı, online siparişlerin hızla adrese teslim edildiği çağımızda, bir bakıyorsunuz, Silivri’ye koyulan gazetecilerin ismi demokrasi faturası olarak Ankara’ya iade ediliyor.
Algılar, “açıklanmayan deliller”den daha hızlı...
Bütün bu gelişmeler şunu gösteriyor: Türkiye’nin dünyadaki algısı bozuluyor, karizması çiziliyor.
Buna AB Genişleme Sorumlusu Stefan Füle’nin söylediği “Türkiye Ortadoğu için model ülke, siz basın özgürlüğü konusunda daha duyarlı olmalısınız” sözlerini de eklersek, belki algı konusunda ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır...
Yoksa, nasıl olsa bildiğimizi okuyacağımızı herkes biliyor!..
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2011
İSTANBULLU gazeteciler dün Taksim’de buluşup İstiklal’den aşağı spor olsun diye yürümedik. Pankartta yazdığı gibi, “Özgür Basın hepimize lazım”...
Fakat bugün spor yazacağım.
Sporla ilgim dilim çözülürken başlamış. Kırk derece ateşle Fener maçına giderken tramvayda bayılan babam, bana önce “Fenerbahçeliyim” demeyi öğretmiş! Sonraki hayatım da Fenerlilerle geçti, işi Fener-Kayseri maçına rastlayan son Sevgililer Günü’nü “Mabet”te kutlamaya kadar vardırdık!
Türkiye’nin kurtuluşunun spor endüstrisine yatırım yapmakta olduğuna inanıyorum. Sporun yarattığı katma değer hem parasal, hem de sosyal olarak hiçbir sektörde yok. Ama en önemlisi, sağduyulu bir toplum olmaya yapacağı katkı ki, bugünlerde işte buna çok ihtiyacımız var...
* * *
2010 Dünya Basketbol Şampiyonası’nın ardından Türkiye 2013 FİFA U20 denilen 20 yaş altı Dünya Kupası’nı düzenlemeye hak kazandı. Adaylık dosyamızda Kayseri’den Gaziantep’e 10 şehir ve 10 stat var. Bu etkinlikten beklenen ekonomik girdi en az 300 milyon dolar. Bu yıl Kolombiya’da yapılan U20 Dünya kupası 9 bin kişiye dolaylı ya da dolaysız istihdam sağlamış.
Yine 2013’te Akdeniz Oyunları Mersin’de düzenlenecek. Akdeniz’e kıyısı olan 24 ülkenin katılacağı bu etkinlik, Mersin’in çehresini değiştirecek.
Doğu’nun “makûs talihi”ni sporla yenebiliriz. O zor coğrafyada kayak sporu kalkınmanın en önemli aracı olacak. Dünya Üniversitelerarası Kış Olimpiyatları Erzurum’a sınıf atlattı. Cumhuriyet tarihinin tek seferdeki en büyük spor yatırımı burada gerçekleşti. 600 milyon lira harcandı. Erzurum şimdi de 2012 Gençler Dünya Şampiyonası’na ve Kayak Yapan Gazeteciler gibi iki etkinliğe hazırlanıyor. Yepyeni tesislerin yanı sıra Avrupa’nın en uzun atlama kulesi Erzurum’da yapıldı.
Şu anda Ağrı, Kars, Van, Bingöl, Muş, Tunceli, Bitlis ve Hakkâri’de kurulan kayak merkezleri kış turizminin hızla gelişeceğini müjdeliyor.
* * *
Spor endüstrisinin ekonomiye getirdiği katma değer pek çok sektörü etkiliyor. Süper Lig yayın hakkı için Dijitürk’ün ödediği 321 milyon dolar. Yayın ihalesi sonucu kulüplere giden yüksek meblağlar üç büyükler dışındaki takımları da ihya etti.
Futbolda Anadolu takımlarının öne çıkışı spor endüstrisi katma değerinin bölgesel kalkınmada oynayacağı rolün işareti. Geçen yıl Lig’de Bursa, Kupa’da Trabzon şampiyon oldu.
Özel bir yasa ile doğuda yapılacak bir spor seferberliği ile artık endüstri haline gelen başta futbol ve diğer sporlara yatırım yapılması sağlanabilir. Teşvik, vergi indirimi gibi yöntemlerle spor malzemeleri üreticilerine yatırım imkânı sağlanarak istihdam yaratılır ve sporun gelişmesine imkân verilir. Ayrıca sponsorluklar devreye sokularak TOKİ’nin de katkılarıyla 10-15 bin kişilik küçük modern stadyumlar, salonlar yapılabilir.
Siyasi partiler spora sosyal ve ekonomik boyutuyla daha ciddi yaklaşmalı. Önümüzdeki seçimlerde parti programlarında spora verilen yer ekonomik program kadar ciddiye alınmalı.
Gazetecilerin armut gibi toplanıp hücreye tıkıldığı bir ülkenin ruh sağlığı iyi olamaz. Spora ihtiyacımız var, çünkü “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur”...
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2011
BİZİM Ankara Koleji camiasından Ayşın Akyor dün akşam Beyoğlu’daki Zübeyir’in Yeri’nde kebap yerken matrak bir hikâye anlattı. Ayşın üniversitedeki dersinde çokkültürlülük ile asimilasyonun farkını anlatıyormuş. Öğrencilerin aklı bu ikisinin arasındaki farka bir türlü basmayınca hocaları sormuş: “Anneniz size hiç sebze çorbası pişirmedi mi?”
Hep bir ağızdan “Pişirdiiii” diye cevap vermişler.
“Hah işte” demiş Ayşın, “Asimilasyon sebze çorbası gibidir. İçinde her türlü sebze bulunur ama pişince bunları ayrıştıramazsınız. Çokkültürlülük ise çoban salatasına benzer, içindeki malzemeyi tek tek ayırabilirsiniz, neyin ne olduğu bellidir”...
Sınav günü bu dersle ilgili soru gelmiş. “Asimilasyon nedir?” sorusuna öğrencilerin tümü “sebze çorbası”, diğerine de “çoban salatası” yanıtını vermişler!..
* * *
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy kendi şahsında asimilasyonu temsil eden bir kişilik. Köken olarak dışardan gelip sonradan Fransız olanlardan. Orasına karışmayız, ama Sarkozy’nin Avrupalılığı da böyle. Çoban salatasına tahammülü yok. Türklere giriş yasak.
Gelgelelim Fransa “Aydınlanma”nın ülkesi. İşte tam da bu noktada bir pürüz çıkıyor. Sarkozy tam asimile olamamış aslında ki Aydınlanma’nın ilkelerini benimseyememiş. Zira Aydınlanmacı insanın yurtseverliği insan sevgisidir. İnsan sevgisi ise tek bir ülke ya da ulusla sınırlı değildir. Milliyetçilikle vatanseverliğin ayrıldığı ince çizgi işte buradan itibaren başlar.
* * *
Türkiye’ye gelince; Sarkozy yönetimi Türkiye’nin AB müzakere sürecini tıkadığı sürece ağzıyla kuş tutsa ülkemizde sempati toplayamaz. Türk ilkokullarında da La Fontaine’in masalları okutulur, en başta da Karga ile Tilki hikâyesi...
İktidara gelir gelmez verdiği Türkiye’yi Avrupa’dan dışlayan ilk demeçte “Ne yani! Avrupa Birliği Suriye ile sınır mı olacak?” demişti Sarkozy. Şu ziyaret 6 saat sürmeseydi, önerim zatı şahanelerinin Antep civarına götürüp yemek kültürümüzle tanıştırılması olacaktı. Umarım artık emeklilik döneminde yapar bunu.
Zira Sarkozy gidici. Kamuoyu araştırmalarına göre 2012 seçimlerinde yerini açık farkla sosyalist bir cumhurbaşkanı alacak.
Fransa gerçekten büyük bir ülke. Hem Akdenizli, hem okyanuslu ve Manşlı olmanın ayrıcalığını taşıyor. Bu kültür zenginliğini en iyi yansıtan yönlerinden biri de mutfağı ve şarapları. Bir de tabii Fransız kültürünün ayrılmaz parçası olan “kafe”ler var.
Kahveyi Fransa’ya Venedikli tüccarlar bizim buradan taşımışlar. Aydınlanma çağı denince akla yüksek burjuva salonları kadar kahvehanelerde yapılan konuşmalar da gelir. Fransız burjuvasının iş ve üretim ahlakı, kahveyi zamanında önemli bir simge haline getirmiş. Eskiden sabah uyandığında şarap içen insanlar kahve içip dinç kalmayı başarıyorlarmış.
Özetle Avrupa’da kahvenin şansı Osmanlı üzerinden 1643 yılında vardığı Paris’te dönmüş. İlk parizyen kahvehaneler açıldığında, önlerinde Türk giysili garsonlar beklermiş...
Sarkozy’ye dönersek, dünkü G-20 toplantısındaki yemekte muhtemelen önce şarap sonra Türk kahvesi içmiştir. Ama beni asıl ilgilendiren işin salata kısmı. Acaba mönüde çoban salatası var mıydı?
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2011
MISIR’la yatıp Mısır’la kalkınca Kavafis’i hatırlamamak olmaz. İskenderiyeli şair (1863-1933), “Daha güzel bir toplumda, ilerde
Bir başkası tıpkı bana benzeyen
Çıkar kuşkusuz, yaşar özgürce.”
diye yazmıştı.
Bu şiir, “tırsmayan” gazeteci meslektaşlarım için...
* * *
68 olaylarının öğrenci lideri Daniel Cohn-Bendit, nam-ı diğer Kızıl Dani en doğrusunu söyledi:
“Ey ahali, 30 yıldır kimsenin sesi çıkmadı da, Mübarek’in diktatör olduğu şimdi mi aklınıza geldi?” diye sordu...
Sadece Türk’ün aklı değilmiş demek ki sonradan gelen...
Sahi neden şimdi?
O coğrafyadaki son gelişmeleri ABD patentli gecikmiş Büyük Ortadoğu Projesi’ne bağlayınca olan biten bir anlam kazanıyor elbette. Bu çerçevenin içindeki resimde Türkiye yıldız gibi parlıyor!
Ama hangi Türkiye? Ilımlı İslam modelli Türkiye...
Batı bilinçaltında bu modeli sever. Osmanlı yıkılınca kurulan laik Türkiye’yi ise için için kabullenemez. Çünkü modern Türkiye büyüsünü yitirmiştir, onların egzotik duygularını beslemez. Batı için Türkiye farklı olduğu ölçüde ilginçtir, kendilerine benzemesinden hoşlanmazlar. İngiltere, Fransa ve İtalya başta olmak üzere çoğu Batılı devlet Ankara’da sefaret açmak için bile 1930’lara kadar direndiler. İngilizlerin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmama inadı ancak geleneksel Kralın Doğum Günü Resepsiyonu’na rastlayan günlerde Çankaya Köşkü’nde kordiplomatiğe davet verilmesiyle kırılabildi.
Neden Pierre Loti’nin 19’uncu yüzyıl romanları yok satmıştır Fransa’da, hiç düşündünüz mü? Ve neden Batı’dan Pierre Loti’nin benzeri bir romancı çıkmamıştır 20’inci yüzyılda? Cumhuriyet’in köy öğretmeni, Loti’nin yaşmaklı Azyade’si kadar ilginç değildir çünkü...
* * *
Avrupa ile kullandığımız iletişim kanallarını kim nasıl seçiyor? Türkiye’nin “itibar yönetimi”ni yapan birileri yok mu? Örneğin Crans Montana Forum’da Emine Erdoğan’ı görünce şaşırdım. Bu forum Avrupa iş ve entelektüel çevrelerinde epeydir A Klas değil. Afrikalı ve Ortadoğulu demokrasiyle yönetilmeyen ülke liderleri sayesinde sınırlı ilgi çekebiliyor.
Bizim medyada bazıları işi “Emine Erdoğan Obama ile birlikte ödül alıyor” diye yazmaya kadar vardırdı. Evet, iki yıl önce Obama’nın adı ödül alanlar arasında geçiyor ama, ABD başkanı orada görülmemiş bile, internette kaydı kuydu yok.
Alınmasınlar ama Crans Montana Forum sonuçta bol keseden ödül saçan kar amaçlı bir işletme. Lider eşleriyle ek bir toplantı yapalım demişler. Fildişi Sahili liderinin eşiyle Emine Erdoğan’ı ödüle layık bulmuşlar.
Kim kimi kime kullandırtıyor anlamadım. Dürüst olmak gerek, bunlar Türkiye’nin itibar yönetimi açısından sakıncalı girişimler.
Türkiye’nin klasmanına dikkat etmesi iyi olur. Başbakanlık çevrelerinin ve danışmanların bu tür konularda daha seçici davranmaları gerekir. Aracılara dikkat!
* * *
Kavafis’le başladık, yazıyı onunla noktalayalım:
Yapacak neler vardı dışarda/ Ah duvarları örerken nasıl da görmedim onları?/ Ne sesini duydum örücülerin, ne gürültüsünü./ Çıt çıkarmadan kapamışlar bana dünya kapılarını.
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2011
KUTLANMASI caiz midir, değil midir? Türkiye bir ilke daha imza attı. Batı’da Aziz Valentin Günü olarak bilinen Sevgililer Günü’nü neredeyse Diyanet fetvasıyla kutlayan ilk ülke olduk.
Sevgililer Günü’nün Mevlit Kandili’ne denk gelmesi işleri biraz karıştırdı, ama çok fazla değil. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez, “Ne güzel bir tesadüf... Hep birlikte ‘Sevgililer Sevgilisi’nin doğum gününü kutlarız, Mevlit’i çok daha canlı yaşarız hem de ‘Sevgililer Sevgilisi’nden aldığımız sevgiyi kendi sevgililerimize de en güzel şekilde ifade etmiş oluruz” dedi.
Bu yıl 14 Şubat hicri takvimde Hz. Peygamber’in doğum gününe rastladı. Kandil ilk kez Hz. Peygamber’in vefatından 3 yüzyıl sonra Mısır’da kutlanmış ve farklı ritüeller eklenerek tüm İslam coğrafyasına yayılmış.
Sevgililer Günü’nün bizim basındaki geçmişi de çok eski değil. Bu günü ilk kutlayan gazete 1980’li yılların sonunda Cumhuriyet olmuştu, Brüksel’den ilk aşk yazıları yazan da Hadi Uluengin. Kerem Çalışkan Cumhuriyet’te arka sayfayı Sevgililer Günü’ne ayırmış, reklam müdiresi Ayşe Sözeri de basındaki ilk Sevgililer Günü ilanlarını almıştı. Ertesi yıl bütün gazeteler Cumhuriyet’in izinden yürüdüler. 90’lı yıllarda Sabah Gazetesi Sevgililer Günü ilan ekleri verme kararı alınca işler karıştı. O kadar çok ilan gelmişti ki 4 sayfa ek yetmedi, ilanlar ve ekler günlerce sürdü. Türkler bu günü tam anlamamışlardı, ilanların çoğu askerlerin asker arkadaşlarına gönderdikleri sevgi mesajlarıydı.
Türkler belki de doğru anlamışlardı...
* * *
İslami kesime gelince, Zaman Gazetesi’nde Sevgililer Günü diye ortaya çıkan 90’lı yıllarda gazetenin yazarı olan Nevval Sevindi oldu. Herkes Fethullah Hocaefendi ne diyecek diye merak ediyordu. Hocaefendi sevginin güzel bir şey olduğunu söyledi ve Batı’dan ithal ve çıkış noktası bir Hıristiyan azize dayansa da bu özel günün kutlanmasına karşı tavır almadı.
Önceki gün Zaman Gazetesi’nin “Bir Gül Yeter” manşetiyle 14 Şubat Sevgililer Günü “sektörel ilave”si çıktı. Çiçekçiler Derneği Başkanı’nın demecinin yer aldığı ilk sayfada “Bayanların önemli günlerini unutmayın” deniyor, altında da şöyle yazıyordu:
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2011
İslam coğrafyasında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak... WikiLeaks kimilerine göre işaret fişeği, kimilerine göre havai fişek...
Olay internette plansız programsız patlayan bir iletişim devrimi mi?
Bu kadar basit mi, emin değilim.
Mesela dünyaya AK Parti penceresinden bakan biriyseniz, direncinizi kırıp BOP demeyi öğrenmenizde yarar var. Büyük Ortadoğu Projesi, kısaca BOP... Telaffuzu da kolay!
BOP ya da Amerika’nın bir önceki başkanı Bush’un İslam coğrafyasını demokratikleşme planı... Kuzey Afrika’dan Orta Asya içlerine kadar uzanan geniş bir coğrafyada radikal İslam’a karşı Batılı değerleri kabul ettirme planı... Filistin sorununu çözerek Arap dünyasında İsrail’i huzura kavuşturma planı... Irak’ın işgalini Ortadoğu’daki demokratikleşme hareketinin bir parçası ilan ederek meşru kılma planı...
Başbakan Erdoğan, Mısır lideri Mübarek’e yaptığı “Çekil” çağrısı ile Ankara artık Ortadoğu’da “taraf” konumunda.
* * *
BOP ilk kez 8-9 Haziran 2004’te gerçekleşen G-8 diye bilinen zengin ülkeler zirvesinde dile getirildi. Ortadoğu’daki demokratik değişimde Başbakan Erdoğan’a Yemen ve İtalya liderleriyle birlikte “eşbaşkan” rolü verildi. Aynı ay İstanbul’da yapılan NATO zirvesinde Türkiye’nin bu rolü belirginlik kazandı. Mısır ve Tunus liderleri aynı yıl yapılan Arap zirvesine gelmediler. Mübarek BOP’u bölgeyi kaosa sürükleyecek bir Amerikan Planı olarak niteledi.
BOP neden şimdi tekrar devreye giriyor? BOP’un hedefi olan ülkelerin karşı tavrının yanında Irak’taki kargaşa ortamı Bush yönetimini frene bastırdı. Obama ise Bush’tan miras bu planı hemen benimseyemezdi. Bu arada Türkiye bölgede “oyun kurucu” aktör olarak öne çıkıyordu. Petrol coğrafyasını tüketim toplumu haline getirmek şarttı. Kapitalist mantık böyle söylüyordu. Çin ve Hindistan’ın yükselişi dengelenmeliydi.
“Eşbaşkan” Türkiye bölge için değişimin öncüsü olarak konumlandırıldı. “Model ülke” rolü bugün daha da artacak.
Türkiye’nin “Model ülke” olmasına yol açan AKP’nin başarısı ve “ılımlı İslam” mı? Bu enteresan bir tartışma. Bugün bulunduğumuz noktanın gerisinde 250 yıllık bir modernleşme süreci yatıyor. Ilımlı İslam çizgisinde model ülke olma payesini Atatürk ve İnönü’ye verenler olduğu gibi, AKP’nin “muhafazakâr, Müslüman demokrat” profil vermesinden kaynaklandığını söyleyen de...
Türkiye ve Erdoğan’ın bölgede şansı ne? Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun koşuşturmaları daha çok semeresini vermeye başlayacak. AKP’nin gizli ajandası olup olmadığı gibi bir iç tartışma bölgeyi ilgilendirmeyecek. Mısır’da muhalifler “Biz radikal değiliz, AKP çizgisine yakınız” diye demeç vermeye başladılar.
Bakalım WikiLeaks’in işaret fişeği, Ortadoğu’da demokrasi için patlayan havai fişeklere dönüşecek mi? Yoksa önümüzde uzun bir kaos dönemi mi var?
* * *
Çereğan, çırağı yakarak atılan havai fişek eğlencesinin ismi...
Çırağan Sarayı adını Batılılaşan Osmanlı’nın havai fişeklerinden alıyor. Saray, Avrupa yakasında! Demokrasi için havai fişek gösterisi yapılacaksa bunun yeri İstanbul Boğazı’ndan başka yer olamıyor.
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2011
<b>Brüksel</b><br>BU akvaryumun içinde balık olmaya razıyım! Böyle buyurdu Jacqueline Gerard... Eski okul arkadaşım, şimdi Brüksel’in sanat üniversitesi St. Luc’te mobilya tarihi dersi verdiğine göre bir bildiği vardır dedik. Dıştan bronz kaplumbağacıklarla bezeli küre biçimindeki muhteşem akvaryum 1875’ten kalma. Japon etkisi altında yapılmış, üzerinde durduğu zarif ayağa ejderhalar tırmanmaya çalışıyor.
Brüksel’e ayak basar basmaz soluğu Avrupa Parlamentosu yerine Antika Fuarı’nda almam ne büyük değişiklik! Artık anlayın Türkiye-AB ilişkilerinin durumunu...
Aslında belki de doğru yerdeyim! Türkiye’nin üyelik başvurusu da yakında âsâr-ı atika sayılacak duruma gelecek. Gerçi herhangi bir nesnenin antika kabul edilmesi için genel geçer kural onun en az yüz yıllık olması. Ancak uluslararası ilişkilerde 50 yıl da yeterli bulunabilir.
AB sürecinin Türkiye’ye her alanda standartlarımızın yükselmesi anlamında büyük yararı oldu, hâlâ da oluyor. Ancak bugün Davos’ta tartışıldığı gibi Avrupa’nın borç krizi Euro bölgesinin geleceğini belirsiz kılıyor. Türkiye-AB ilişkilerini bu resmin içinde değerlendirince üyelik kaçıncı bahara, belli değil. Biz şimdilik mümkün olduğu kadar bu süreçten evimizi düzeltmek için yararlanmaya bakalım.
* * *
Kısaca BRAFA diye tanınan Brüksel Antika ve Güzel Sanatlar Fuarı’nın düzenlendiği Tour Taxi binasında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onur konuğu olduğu uluslararası iş dünyasının bir toplantısına katılmıştım. Tam finansal kriz öncesi, Türkiye-AB ilişkilerine daha umutla bakılan bir dönemde Avrupa Gül’ü dinlemek istemişti. Bugün bu noktanın gerisindeyiz.
Türkiye geri plana düşerken “Avrupa dağılacak mı?” sorusu da gündemde. Ancak ekonomistlerin yanıtı ters yönde. Borç krizine rağmen daha fazla birlik çağrısı yapılıyor. Euro konusunda ise Avrupa Merkez Bankası Başkanı Trichet başta olmak üzere ekonomistlerin çağrısı Euro bölgesi kurallarına yeniden uyulması yönünde. Nitekim Trichet Davos’ta sordu: 2004-2005 yıllarında Euro bölgesinde izin verilen bütçe açığı kuralını delen Fransa ve Almanya değil miydi?
* * *
Biz yine Brüksel Antika Fuarımıza dönelim. 18’inci yüzyıl başı Rumen bir sanatçının eseri olan 40 santimlik bronz heykelin 380 bin Euro’ya alıcı beklediğini görünce “Ekonomik krizde sanata yatırım bir sığınma alanı mı?” sorusu üzerine düşündük.
Nitekim bu prestijli fuarın başkanı Bernard de Leye, ekonomik istikrarın olmadığı dönemlerde banka araçlarına yatırım yapan pek çok kişinin yüzünü sanata çevirdiğini söylüyor.
Bizler geçiciyiz, ama sanat eserinin kalıcılık ve yatırım anlamında güven veren bir tarafı var. BRAFA gibi bir fuarın güvencesi, sahtesi kaçağı olmayan doğru yerden alışveriş yapma fırsatı sunması. Paris’ten Barcelona’ya, Münih’ten Brüksel’e tüm ünlü galeriler malını burada sergiliyor. Her ürünün kaydı tutulmuş, nereden geldiği belli.
Darısı eskinin kıymetini bilmekte de AB standardını yakalamakta. Avrupalı balıklar yüzdükleri akvaryumun kıymetini biliyorlar, bizim gibi tarih cenneti bir ülkede yaşayıp da Hayali’nin dediği gibi “O mahiler ki derya içredur, deryayı bilmezler” durumda değiller.
Yazının Devamını Oku