Zeynep Atikkan

Otuz günde mucize!

27 Aralık 1998
Çeteye, mafyaya ve her çeşit yolsuzluğa batmış merkez sağı ara rejim formüyle yaşatma, aklama paklama Babaları'nın son günlerdeki siyasi hobisi. Sisteme müdaheleleri içe sindirmenin, ilkelerin iğdiş edilmesine göz yummanın sonucu ‘sol’ da can hıraç destek veriyor toplumun gözünde meşruiyeti kalmamış merkez sağın yeniden şekillenmesine. İlkelerden vazgeçtik. Çoktan iptal ettiğimiz bir kavram bu. Yoksa kendisine Kasımpaşa dilberi diyen zatın yanına oturup bir güzel fotograf çektirir miydi bir kadın bakan? Kendime şimdi çok kızıyorum, İmren Aykut'u bu sütunda savunmuştum o günlerde... Kimbilir O, bugün başbakanlığa atanan zatın kendisine Kasımpaşa dilberi demesini iltifat olarak alırmış. TÜSİAD diye bilinen ve de sürekli etik, demokrasi, hukuk devleti vs. dersleri veren iş adamlarının lobilicilik kulübü de kendilerine bir zamanlar saldıran bugünkü başbakan adayını bağrına basmış. Üstü açık ya da kapalı olarak verilen bu desteklere bugünlerde ‘vatanperverlik’ ve de laiklik deniliyor. Bakanlar, iş adamları, borsacılar vs. başbakana yağcılık, destekçilik bilmem ne'cilik yapabilirler de bana en ağır gelen basındakilerin çizdiği kavisler. Çünkü bu mesleğin hâlâ çok değerli olduğuna inananlardanım. Basınımıza bir illet musallat oldu. Bu, Tansu Çiller ile başladı Mesut Yılmaz'ın kurduğu hükümet sırasında devam etti bugün de başbakanlığa atanan zat'la devam ediyor. Daha ortada fol yok yumurta yok, köşelerden manşetlerden göreve başlamamış zatın başarıları anlatılıyor. Ve ‘başarı’ dilekleri yükseliyor. Belli ki son derece kişisel ilişkiler sonucu, ‘Tansu Çiller’i getirip götürürüm' demekten başka akıllarda kalan hiçbir siyasi söylemi olmayan bu zat göklere çıkartılıyor. Otuz günde kırk yıllık sorunları çözecekmiş. Dünyanın hiçbir ciddi ülkesinde gazetecileri karşısına dizip otuz günde mucize vaat eden bir zat ciddiye alınmaz. Zaten bu safsataları dinleyen gazeteci de bulunmaz. Aslında siyasette tabanı bulunmayanlara musallat olmuş bu üslubun yabancısı değiliz. Purolu bir ekonomi bakanı vardı. Bütün dünyaya hızlandırılmış iktisat kursları açmıştı ve de enflasyonu kangallar gibi havlatacaktı. Sonuç ne oldu? Hükümetiyle birlikte yolsuzluktan düşürüldü. Ve tarihe böyle geçti. ‘Otuz günde şipşak, bir ayda mucize’ ile bu mantık arasında çok fark var mı? Merkez sağın dramlarını anlıyorum. Hem laik görüneceksin hem dini bütün filan olacaksın. Merkez sağ kotasından başbakan adayı zat geçen gün öğle yemeğinde karnını doyurmuş (gazetelerde resmi çıktı) sonra iftar etmiş. Bu zatın piyasaya saldığı ve beline kadar başörtüler takıp ortada dolaşan Tansu Çiller'den pek farkı var mı? Şimdi otuz günde mucize formüllerini yutma günlerini yaşıyoruz. Bu da gazetecilik adına ağır geliyor. Bu tür yıkama yağlamaya Fransız basınında, ‘reverans gazeteciliği’ denir. Yani yağcılığın ve de boyun eğmenin bir biçimi. Türkçe'deki karşılığı temennah gazeteciliği olmalı. Doğrusu acı veriyor. Bir başbakan ortaya çıktı mı (ki o genelde uzun soluklu bir siyasi mücadele sonucunda iş başına gelir) dünyanın her ciddi ülkesinde basının bir tavrı ve görevi vardır; o da doğruları sormaktır. Geçmişin nedir? Servetini nasıl yaptın? Dünya görüşün nedir? Dostun arkadaşın kimdir? Dünya'daki kaç liderle yakın temasın var? Edebiyatta kahramanların kimler? Vergini verdin mi? Tahsilin nedir? Kaç dil bilirsin? Ana dilini kaç kelimeyle konuşursun? Yazı yazabilir misin? Zaafların nelerdir? Neden durmadan zigzag çizersin? Dün yücelttiğini bugün neden batırıyorsun? Siyasi partiler bir programla ortaya çıkar peki senin programın neydi ne oldu? Yetkin nedir? Tansu Çiller'in kontenjanından siyasete giren bir kişi olarak bugün neyi temsil ediyorsun? Bakıyorum basının büyük bölümü bu soruları soracağı yerde ‘Başarılar diliyor’. Referans alınan gazeteci olunamayınca reverans gazetecisi olunur! * * * Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından yayınlanan Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'nin 12. maddesi şöyle diyor: Gazeteci; mesleğini reklamcılıkla, halkla ilişkilerle ve propagandacılıkla karıştırmaz.
Yazının Devamını Oku