22 Kasım 2011
Seneler önce...
“Vurun Kahpeye”yi çekti.
Senelerdir...
Vuruyorlar hâlâ kahpe diye.
“Ak” Altın’ı çekti.
Hemen peşinden...
“Kara” Talih’i!
“Orman”ı çekmişti.
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2011
Abdülmecid...<br><br>Nisanda doğdu. Temmuzda tahta çıktı.
Haziranda vefat etti.
Durdular durdular...
Kasımda anmaya kalktılar.
17 Kasım’da.
*
Vahdettin’in kaçış tarihi.
*
Yazdık.
Kızdılar.
*
Üç günlük programı kapsayan davetiyede kabak gibi 17 Kasım yazmasına rağmen... 17 değil, 18 Kasım’da anıyoruz dediler.
*
18 Kasım ne?
*
Onu da önceki gün, yani tam 18 Kasım’da, Başbakanımız izah etti: “Dikkat edin gençler... Bugün 18 Kasım, bizim bu ülkede iktidar oluşumuzun 9’uncu yılını tamamlıyoruz, bugün onun için anlamlı bir gün, bugün 10’uncu yıldan bir gün aldık.”
*
Abdullah Gül’ün başbakanlığında kurulan ilk AKP hükümetinin göreve geliş tarihi, 18 Kasım.
*
Tesadüf işte.
Katmerli tesadüf.
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2011
Bi fotoğraf...Komando. Kamuflaj kıyafeti giymiş. Alnında, ay-yıldızlı bandana. Göz altları siyaha boyanmış. Sert ifadelerle bakıyor. Elinde ağır makineli tüfek. Göğsünde şarjörleri asılı. Belinde tabanca, baldırında 30 santim tırtıllı bıçak, ayak bileğinde el bombası bağlı. Sahilde. Zodyak botla çıkmış. Arkada, ufukta muhrip duruyor, havada kobra helikopteri uçuyor.
10 lira.
Çünkü...
Harekâtın yaşandığı yer, denize kıyısı olmayan, Burdur. Fotoğraf stüdyosu. Kahramanımız, 21 günlük bedelli asker. Çarşı izni hatırası... Tüfek tahta. Tabanca plastik. Bıçak maket. Bomba oyuncak. Sahil ve muhrip, duvara yapıştırılmış poster. Helikopter, bilgisayar montajı.
(Nüfusa oranla en fazla fotoğraf stüdyosu bulunan şehrimiz, Burdur... Alt tarafı 70 bin nüfus var ama, bedelli’ler 170 bin kişilik fotoğraf çektiriyor. Dışardakiler yetmiyormuş gibi, zahmet edip yorulmasınlar diye, tugay’ın içine fotoğraf stüdyosu kuruldu. Her sene ihale ediliyor. Bu seneki ihaleyi kazanan fotoğraf stüdyosu, bir sene için kaç para ödüyor biliyor musunuz? 550 bin lira! Üstelik... Parasıyla askerlik yaptıran askeriyemiz, fotoğraflardan komisyon alıyor.)
(Tugay, tatil köyü gibi... Butik var, hediyelik eşya dükkânı var. Karavana yok. Ankaralı bi firma, her öğün hazır yemek getiriyor. Kantinlerde meze, ezme, çiğköfte bile bulunuyor. Hamburger, sosisli, ne istersen... Canın çekerse, dışardan pizza bile söyleyebiliyorsun.)
(Pazartesi teslim oldun, şafak 21, cuma sabahı yemin ediyorsun, cuma akşamı evci olarak otele çıkıyorsun. İki hafta sonu, cumartesi-pazar dışardasın, üçüncü hafta sonu zaten tezkere alıyorsun. Otobüs ayarlayıp, Antalya’ya günübirlik gezmeye götürüyorlar. Mevsim müsaitse, yüzüyorsun, olmadı, kapalı havuz gari... Arada vakit ayırıp fotoğraf stüdyosuna giriyorsun, teçhizat hazır, rambo pozu verip, 10 lira ödüyorsun, feysbuk’una koyuyorsun. Altına da, şehitler ölmez filan, döşeniyorsun. Plaj pozuna, Cudi eteklerindeyken diye yazan var!)
Hal böyleyken...
Geçen ay.
24 şehit verdik.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı, rahmetlilerin vesikalık’larından oluşan başsağlığı ilanı verdi. Hani şu, birliğine teslim olduğunda dandik makinelerle çekilenler var ya, siyah-beyaz, kafa kel, onlar.
Hürriyet’in taşra baskısı döndü. Takip, detay ve titizlik’te Türkiye’nin en başarılı gazetecilerinden olan, yazıişleri müdürümüz Necdet Doğan, gazeteyi görür görmez, telefona sarıldı, Ankara temsilcimiz Metehan Demir’i aradı.
“Şehit ilanındaki fotoğrafların kalitesi berbat, çamur gibi çıkmış, çocukların yüzleri gözleri görünmüyor, ayıptır. Halbuki, ailelerinden aldığımız ve sayfalarımızda yayınladığımız çok temiz fotoğrafları var. Söyleyiver de, ilandaki fotoğrafları elimizde olanlarla değiştirelim. Hiç olmazsa, çocukların hatırası arşivlerde güzel fotoğraflarıyla kalsın.”
Metehan derhal devreye girdi.
İlgili komutanlara ulaşmaya çalıştı.
Saatler hızla ilerliyor, şehir baskısının vakti geliyor, Necdet ilanın bulunduğu sayfayı ısrarla tutuyor, bekletiyordu.
Gece yarısına doğru cevap geldi...
Hürriyet’teki fotoğrafların değiştirilmesine izin verirsek, öbür gazetelerdeki ilanlarda kötü fotoğraflar çıkacak... “Eşitsizlik” olur denildi!
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2011
Nasıl başladılar?
Analar ağlamasın’la.
Ufak ufak nereye bağladılar?
Kaçanın anası ağlamaz’a.
*
Vicdani ret budur.
*
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2011
Dikkat sürem üç saniyedir, mevzuları don lastiği gibi uzatmayı sevmem, fena halde sıkılırım... Gel gör ki, Abdülmecid ayaklarıyla Vahdettin’i anmakta ısrar ettiklerine göre, mecburuz. *
(Atatürk’e diktatör deyip, Abdülmecid’i demokrasi kahramanı ilan edenler, iyi okusun!)
*
Bi kaç sene önce...
atv Haber’i yönetirken, Osmanlı soyundan değerli arkadaşım Neslişah Evliyazade’den rica ettim, ha bire Vahdettin’e giydirmeme rağmen, zarif kızdır, annesini de çok severim, beni kırmadı, aracı oldu, rahmetli Osman Ertuğrul’u ilk ve son kez canlı yayına çıkardım.
*
Kimdi o?
Abdülhamid’in torunu.
Hanedan’ın reisi.
Saltanat devam etseydi, “Dördüncü Osman” veya “Birinci Ertuğrul” adıyla “padişah” olacaktı.
*
Çıktı, geldi.
Oturdu odama.
Taht yok tabii...
Anca koltuk verdik.
Hoş geldin...
Beş gittin filan.
“Ne içersiniz” dedik.
“Çay lütfen” dedi.
*
(Ayıptır söylemesi, bu gariban kardeşinizin padişah’a çay ısmarlamışlığı vardır yani... Hatta, muhabbet uzayınca, pek keyiflendi, bi çay daha istedi. “Kusura bakma aga, maaşımızı İngiliz hazinesi ödemiyor” diyemedik haliyle... “Padişah’a şurdan demli bi çay daha kapın” dedik.)
*
Neyse, sohbet bitti.
Haber saati geldi.
Geçti kamera karşısına, naklen...
Şunları söyledi.
*
“Ailem için çok kötü oldu ama, Türkiye kazandı. Türk olarak doğdum, Türk olarak öleceğim. Mustafa Kemal, Türk halkı için muhteşem bir liderdi. Atatürk olmasaydı, İstanbul olmazdı.”
*
Bunu diyen kişi, saltanat devam etseydi, Fatih’in, Kanuni’nin tahtında oturacak olan kişiydi.
*
Ne öfke, ne kin.
Sadece minnet vardı.
*
Atatürk’e sövmek için padişah’ı övmeye çalışan dangoz aydın tayfası... Saltanat devam etseydi, o sarayda marangoz bile olamazdı!
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2011
Gazeteler yazdı... Türkiye Büyük Millet Meclisi, tarihinde ilk kez bir padişah için, Sultan 1’inci Abdülmecid’in ölümünün 150’nci yıldönümü vesilesiyle anma töreni düzenliyor. Padişah tuğralı davetiyeler, milletvekillerine gönderildi. Anma töreni 17 Kasım’da Dolmabahçe Sarayı’nda yapılacak.
*
Kendini Atatürkçü zanneden gaz’teciler derhal gaza geldi haliyle... Vay efendim, Cumhuriyet’in yaş gününü kutlamıyorlarmış da, Abdülmecid’in ölüm yıldönümüne tören yapıyorlarmış filan.
*
Padişah Abdülmecid denilen o arkadaş...
Öleli kaç sene oldu?
Evet, 150 sene oldu.
*
Peki, hangi gün öldü?
26 Haziran.
Hangi gün doğdu?
25 Nisan.
Tahta hangi gün çıktı?
1 Temmuz.
*
E hani 17 Kasım?
*
Hep söylerim, yurtsever’in salağı hain’den fazla zarar verir yurda... Güya cumhuriyetçi tipler Abdülmecid ismine sazan gibi atladı ama “17 Kasım”ın Abdülmecit’le falan alakası yoktur.
*
17 Kasım...
Mustafa Kemal için idam fermanı yazan Vahdettin’in Türkiye’den defolup gittiği gündür!
*
“Dersaadet işgal orduları başkumandanı General Harrington cenaplarına... İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere devlet-i fahimanesine (yüce devletine) iltica ve bir an evvel naklimi taleb ederim efendim” diye dilekçe yazıp, hiç utanmadan, “halife-i müslimin” diye imzalayan Vahdettin’in, İngiliz işgal zırhlısının ambarına fare gibi saklanarak kaçtığı gündür!
*
Alenen...
Vahdettin’i anıyorlar.
*
Hazır, alayınız Dolmabahçe Sarayı’nda toplaşmışken... Mustafa Kemal’in son nefesini verdiği odada yapın bari töreninizi de, tam olsun.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2011
Trabzon’da doğdu.<br><br>Dedesi kahramandı. İstiklal harbi şehidi...
Onun adını verdiler.
Kaşif.
*
Babası öğretmendi.
Halası da öğretmendi, hatta, kendisinin ilkokul öğretmeniydi. Atatürk ilkeleriyle büyütüldü. “Herkes biraz İzmirlidir” derim ya... O da öyleydi. Babası Mithatpaşa Endüstri Meslek Lisesi’ne atanınca, İzmir’e taşındılar, Hatay Nokta durağına... Atatürk Lisesi’ne kaydoldu. Dar gelirli baba, ailesinin geçimini sağlamak için ek iş yapar, marangoz olarak Fuar’da stant kurardı. Gene tayin... Kırklareli Atatürk Lisesi’nden mezun oldu.
ODTÜ’yü kazandı.
*
Ama, subay olmak istiyordu. İzmir Atatürk Lisesi’nin boks takımındayken burnu kırılmış, vaziyeti idare etmiş, öylesine kaynamıştı. Bu halde olmaz dediler. Ailesinden gizli gizli yattı masaya, ameliyat oldu, düzeltti. Sınava girdi, Kara Harp Okulu’nu kazandı. Bordo bereli’ydi. Dünya Özel Kuvvetler Şampiyonası’nda, teçhizatlı koşu, paraşütle atlama, sualtı dalışı, keskin nişancılık, hayatı idame, yarma, sızma filan, dünya şampiyonu oldu. Seçkin birlik, Muharebe Arama Kurtarma MAK’ın kurucuları arasında yer aldı. Sayısız subay, astsubay ve özel harekâtçı polis yetiştirdi. Binbaşı rütbesindeyken, Milli İstihbarat Teşkilatı’na geçti.
*
Madalyaları evine sığmıyordu, bazıları, örnek bir Atatürk kızı olan 75 yaşındaki annesinde duruyordu. Hep vardı ama, hiç yoktu... Babası vefat ettiğinde, yurtdışı görevindeydi, cenazeye katılamadı. Kız kardeşine çok düşkündü, eline doğan yeğeninin düğününe bile gelemedi.
*
Parayla pulla hiç işi olmadı. Mütevazı bi evi var. Ankara’da. Hepsi o... Didik didik ettiler manşetlerden linç edebilmek için, bula bula, anca bi de yazlık bulabildiler. Ki, o yazlık, eşine babasından miras kalmıştı. Tek serveti, 21 yaşındaki oğluydu. Üniversite öğrencisi... 55 senelik ömrü operasyonda geçtiği için, toplasan, üç sene ya gördü büyüdüğünü, ya göremedi.
*
Karnında...
Sırtında...
Mermi izi vardı.
İleride belki ama, şu anda size söyleyemeyeceğim yerde yedi.
*
MİT’in Asya Ülkeleri Daire Başkanvekili’ydi. Özbekistan, Kazakistan, en son Afganistan’daydı. Afgan köylerine Atatürk posteri asarken, “sen teröristsin, gel buraya” dediler. Koşarak geldi.
*
Türk halkı, ilk kez ve son
kez, mahkemeye “koşarken” gördü onu... Zımba gibiydi. Çünkü, çocukluğundan beri haftanın yedi günü aralıksız
spor yapardı. Her nedense, cezaevinde son görüştüklerinde kız kardeşine vasiyet etti, “ölürsem, beni babamın kucağına koyun” dedi.
*
Ve, öldü.
Mermi öldürememiş...
Spordan öldü deniyor.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2011
Gazeteci çocuklar öldü.<br><br>Basın’ız sağ olsun. ¡
30’unda da 50’sinde de 70’inde de olsa, gazeteci çocuktur onlar... Nüfus kâğıtlarında ne yazarsa yazsın, egoları büyümez, heyecanları yaşlanmaz.
¡
Profesyonel serseri’dirler.
¡
İlk günkü ruhla koşturur, ömrünü tükettiğinin farkına varmaz, varsa da zaten umurunda olmaz. Çünkü, haber yapamadığında ölür asıl... Bu virüs dolaşır damarlarında, kemirir için için, yer bitirir... O nedenle hayatını tehlikeye atar. Sen tapu biriktirirsin, onlar manşet biriktirir. Torunlarına banka cüzdanı gibi miras bırakacağı kupürleriyle yaşar.
¡
Bunlarla evli olmak, çekilecek kahır değildir. “Gazetenin yanında metres’im” duygusuyla nikâhlıdır gazeteci eşleri... Karı-koca olamayacaklarını anlarlar zamanla... Veya, taaa en başından bilmek zorundadırlar. Arkadaş olur. Sevgili olur. Koca olmaz.
¡
Kadın gazetecileri tenzih ediyorum; hakikaten “en zor meslek”tir gazeteci eşi olmak... Okulu yoktur. Maceranın bizatihi kendisidir. Çocuğunun doğumuna bile yetişemez çoğu... Kendi düğününe geç kalanı biliyorum. Kayalara çarpa çarpa, fırtınalarda boğuşa boğuşa öğrenilir.
¡
(Burak Ersemiz mesela... Hani şu, kameramanı Deniz Pirinççiler’le birlikte 5.6’lık depremden sonra çatır çatır çatlamış doğum hastanesine dalıp, etrafta doktor-hemşire olmadığı için, kuvözdeki bebeleri tek tek çıkaran Show Haber’deki gazeteci çocuk... Bir kızı var, bir de oğlu Burak’ın... Kızı 15, oğlu 5 yaşında henüz... “Benimkilere ne olur” diye düşünmedi, “bunlar ne olacak” diye düşünüp, hatta düşünmeyip, içeri daldı... Biz ekrandan seyredenler için, üç dakikalık haberdi alt tarafı... Ya eşi Serpil için?)
¡
En baba gazetede çalışan gazeteci çocuklar, depreme mepreme gittiklerinde, kahvaltı, öğle, akşam yemeği, günlük 60 lira harcırah alır. Küçük tirajlı gazeteler, 30 lirayı öpsün başına koysun. E her yer, yerle bir... Fiş alamaz. Dönünce maaşından kesilir. Güya harcırah’tır, olur sana kişisel harcama! Anlatamazsın, hayatı plaza’lardan ibaret sanan muhasebe elemanına.
¡
Tecrübeli olanlar, sırt çantalarını bisküvi, çikolata ve su’yla doldurur giderken... Restoran mestoran bulamazsın felaket bölgesinde... Çömez muhabirler, su’dan otlanır. Çikolatalar çadırdaki bebelere dağıtılır.
¡
Değerli ağabeyim Uğur Dündar’la beraber Star’dan ayrılmadan, en son görev... Gözünü budaktan sakınmayan şövalyelerimiz Turgut Erat’la Mustafa Şap’ı göndermiştik Van’a... İlk beş gün bisküvi yediler. Ahali elinde tasla çorba beklerken, şirin görünmek için gazetecilere torpil yapan Kızılay’ın yemek sırasına girmeye utanırlar. İstisnasız, hepsi böyledir.
¡
Beş gün sonra, işler biraz rayına girince, girdiler anca Kızılay kuyruğuna... İlk yemek, imamın aptes suyu kıvamında mercimek çorbasıydı. Ve, nihayet ekmek... Çökmüş binanın önünde, sekiz olmuş kaldırım taşında kaşıkladılar. İstanbul’dan telefon tam o sırada geldi... Televizyon kanalımız satılmış, Mustafa Şap işinden atılmıştı. Bilmiyorum gari, işsiz kaldığına mı üzüleyim, işine devam edip Bayram Oteli’nin enkazının altında kalmadığına mı sevineyim.
¡
Neyse, büyük gazetelerin ekipleri otomobil kiralar. Bi yerden bi yere gitmek için filan değil, sığınıp, uyumak için... Küçük gazetelerin ekipleri, ya birleşip ortak kiralar, ya da mecburen kriz merkezinin çadırında, sandalyede uyuklar.
¡
Bi gece idare edersin de, bi hafta otomobilde uyumak, Ramses gibi mumyalanıp, tabuta konmak gibidir. Her tarafın tutulur. Dizlerin uyuşur. Gözkapakların kurşun gibi ağırlaşıp, başın öne düştüğünde, enkazdan çıkan bir kol rüyana girer, suratına dokunur adeta... Veya kopuk bi bacak dürter, hoplarsın. Sen hoplayınca, otomobil sallanır, bu sefer kameraman hoplar, deprem oluyor diye... İrkilirsin. Uyku sersemi, yanındaki ceset dirildi sanırsın.
¡
Gece buz. Kulağını keser adamın. Eşofman giyersin içine... Üstüne de, THY battaniyesi örtersin. Sırt çantasına sığmadığı için, yolda gelirken araklarsın uçağın battaniyesini...
¡
Zehirlenmeyi göze alıp, otomobili sürekli çalışır vaziyette tutarsın ki, kalorifer ısıtsın. İstanbul’a döndüğünde “az kilometre yapmışsın ama, fazla benzin fişi almışsın, bizi mi kazıklıyorsun” diye, dolandırıcı muamelesi görürsün. Dedim ya... Anlatamazsın.
¡
Üşütüp hastalanmaya karşı, leblebi gibi vitamin yutarsın, cebinde taşıdığın ilaçların parasını kendi cebinden ödersin. Para önemli değil de, hastalanırsan, geri çekerler, haber yapamazsın, o fena... Haber yapamadıktan sonra, turp gibi olsan ne yazar... Ateşin 40’a bile çıksa, telefonda eşine, annene söylemezsin ki, müdürü arayıp hastalandığını ispiyonlamasın.
¡
Ölüm siner üstüne... Leş gibi kokarsın. Yıkanmak zaten yok da... Tuvalet yok asıl... Erkek muhabirsen, dağa bayıra gidersin. Kadın muhabirsen, hayatında felaket bölgesinde görev yapmadığı için, felaket bölgesine kadın muhabir gönderen, tepeden inme kazma yöneticilerin kurbanı olursun. (Yürekli kızlardır ama... Ha yıkıldı ha yıkılacak diye titreyerek, tavanlara baka baka, hasarlı binaların tuvaletlerine girmek zorunda kalırlar.)
¡
Dünyanın en kısa ömürlü ürünüdür gazete... Piyasaya çıkar, yarım saat sonra bayatlar. Hemen yenisini bulmak zorundasındır. Haber müdürleri ise, dünyanın en iştahlı insanlarıdır. En lezzetli haberi bul, biraz sonra arar, “başka ne var?” diye sorar. İki dakka gecik, fırça yersin. Bu arada, depremzededen de dayak yersin... Kadının biri çıktı mesela, abuk sabuk laflar söyledi ekrandan, o televizyonun muhabirinin burnunu kırdılar. Kırık burunla çalıştı.
¡
Ve, insanüstü çalışırlar ama, neticede insandırlar. Sokaklarda yatmaktan dirençleri düşer. Sağlam denilen ilk otele kapağı atarlar. Otel çöker. Müdür arar. Ulaşamaz. Nerde bu diye hayıflanır. Halbuki, haber’dedir gazeteci çocuk... Haberin tam içindedir. Basın’ız sağ olsun.
Yazının Devamını Oku