25 Mart 2012
Hürriyet’te dün manşetti.
Ermenistan, işgal altında tuttuğu Dağlık Karabağ’ı bağımsız ülke olarak tanıması için, teee Pasifik Okyanusu’ndaki adacık devleti Tuvalu’yla diplomatik ilişki kurmuş... Meğer, nüfusu sadece 12 bin olan ve dokuz mercan adacığından oluşan Tuvalu, avanta karşılığında her şeyi yapıyormuş. Mesela geçen sene, Rusya’dan para alarak, Abhazya’yı ve Osetya’yı tanımış.
Şeytanın aklına gelmez yani.
Halbuki...
Bizden öğrenildi!
Dünyanın neredeyse adını bile bilmediği bu Tuvalu’ya ilk avanta’yı Türkiye vermişti.
Bi önceki sene, durup dururken, Tuvalu’yla diplomatik ilişki kurup, “neye ihtiyacınız var?” diye sormuştuk, “bizim çocuklar futbol seviyor ama, nizami futbol topumuz yok” cevabı verilince, 100 tane nizami futbol topu göndermiştik. Şişirsinler diye pompa bile vermiştik.
Çünkü...
2009-2010 dönemi için, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliği’ne aday olmuştuk. Oylama yapılacaktı. Rakiplerimiz, Avusturya ve İzlanda’ydı. İzlanda önemli değildi ama, Avusturya’nın kazanmasına kesin gözüyle bakılıyor, bize şans tanınmıyordu. Kendi güvenliğini bile sağlayamayan bi ülkenin, dünya güvenliğine talip olması, komediydi.
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2012
Hani, CHP milletvekili Antalya’dan satın aldığı kokaini Meclis’e getirdi ya... *
E, Antalya’dan böylesine kolay gelebiliyorsa, Antalya’ya da böylesine kolay gidiyor olması lazım di mi?
*
Vatandaşın biri...
Benzin’in kokain’den daha pahalı olmasına aldırmayıp, otomobil almaya niyetlenir. İnternete girer. İkinci el ilanlarını kurcalar, birini gözüne kestirir. Kestirilmeyecek gibi değildir, çünkü, su içinde 35 bin liraya gidecek otomobile
27 bin lira istenmektedir. Acaba bi yamuğu mu var? Tuşlar telefonu, arar, denemekte fayda var... Ahizenin öbür ucundaki kişi, paraya sıkıştım, borcum var der, acilen satmam lazım, yoksa bu fiyata satacak kadar enayi değilim, buyrun gelin, kendiniz görün... Gider, bakar, kullanır, hakikaten taş gibi, neredeyse çiziği bile yok. El sıkışırlar, işlemler filan, verir parayı, alır otomobili, hadi kazasız
belasız, güle oynaya gider.
*
2-3 saat sonra...
Satıcı telefon eder. Hayrola? Arkadaş, senden sonra biri aradı, sattığımı söyledim, 35 bin lira verebileceğini söyledi iyi mi, biliyorsun çok paraya ihtiyacım var, istersen sana bu adamın telefon numarasını vereyim, sen de bana bunun karşılığında 2 bin lira daha ver, ne dersin? Alıcı şöyle bi düşünür... 27 verdi, 2 daha verecek, 35 alacak, daha gün bitmeden 6 bin lira yelken yapacak, bundan iyisi Şam’da kayısı... Peki der, ver numarayı, söz, parayı alır almaz 2 bin liranı vereceğim. Delikanlı sözü mü? Delikanlı sözü... Alır numarayı. Tuşlar. Ahizenin öbür ucundaki alıcıya kendini tanıtır. Alıcı der ki, Antalya’dayım, bu hafta İstanbul’a gelmem mümkün değil, buyrun siz gelin, otelde misafirim olun, işlemleri burada halledelim... Hem 6 bin lira para, hem de avantadan Antalya’da bi gece, şahane.
Yarın geliyorum der.
*
Ertesi sabah basar marşa, ver elini Antalya... Otelin lobisinde buluşurlar, gidip işlemleri hallederler, alır parayı, verir otomobili, güzel bi gece geçirir, uyur, ertesi gün otobüsle, keyifle döner.
*
Şimdi diyeceksiniz ki...
Kokain bunun neresinde?
Ver elini Antalya bölümünün...
Hemen Antalya girişinde!
*
Çünkü, bu tatlı alışveriş seyahati otele varmıyor maalesef, Antalya girişinde durduruluyor, narkotik köpekleri bagajın üstünde adeta takla atıyor, zula bulunuyor.
Zulada kilolarca kokain.
*
24 saatte 6 bin lira kapayım derken, kuryelik yaptığının farkına varıyor ama iş işten geçiyor. Derdini anlatmaya çalışıyor, şundan aldım, şuna satacaktım falan, eveleyip geveliyor ama, hikâye.
*
Ve, şimdi de diyeceksiniz ki...
Gerçekten yaşandı mı bu hikâye?
*
Güzel kardeşim...
Milletvekilinin elini kolunu sallaya sallaya sokaktan alıp, TBMM’ye getirerek canlı yayında gözüne soktuğu kokain yetmiyor da, benden ekstra kanıt mı istiyorsun?
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2012
Gazeteciliğe başladığımda Cudi’de çatışma oluyordu, neredeyse emekli olacağım, Cudi’de hâlâ çatışma oluyor. E haliyle merak edip, soruyorsunuz.
Cudi’de neler oluyor?
*
Dilim döndüğünce...
*
Malum, dünya medya imparatoru Rupert Murdoch, geçenlerde Ankara’ya geldi, Başbakanımızla baş başa görüştü ve hatıra olarak John Philby’nin kitabını hediye etti.
*
Rupert Murdoch... 1915’te Avustralya Başbakanı’na gizlice mektup yazan, cephedeki İngiliz komutanların yalan raporlar gönderdiğini belirten, “Çanakkale geçilmez” diyerek İngiliz hükümetinin uyanmasına ve derhal çekilmelerine vesile olan Avustralyalı gazetecinin oğlu.
*
Murdoch’ın Başbakanımıza hediye ettiği “The Empty Quarter” isimli kitabın yazarı John Philby ise, İngiliz casusu... Anadili gibi Arapça biliyordu. Müslüman oldu. “Şeyh Abdullah” adını aldı! Biz Çanakkale’de İngilizlerle boğuşurken, Osmanlı’ya isyan bayrağı açan Mekke Şerifi Hüseyin’e yardımcı olması için Arabistan’a gönderildi. Bi yandan bizi sırtımızdan hançerleyen Arapları organize etti, bi yandan petrol şirketlerine imtiyaz topladı, bi yandan da araklayıp İngiliz müzelerine sattığı tarihi eserlerle servet sahibi oldu. İngiltere’ye döndü, siyasete atıldı, seçilemedi, küstü. İkinci Dünya Savaşı’nda saf değiştirdi, kendi ülkesini satmaya, çaktırmadan Hitler’e çalışmaya başladı, tutuklandı, ev hapsine alındı. Savaş bitince Lübnan’a taşındı, kalpten öldü, Beyrut’ta Müslüman mezarlığa gömüldü.
*
Bu casus arkadaşın bi oğlu vardı, Kim Philby... O da babası gibi Cambridge’den mezun oldu, o da sular seller gibi Arapça biliyordu, o da babası gibi casustu... 1947’de, Türkiye’ye, konsolosluk sekreteri ayaklarıyla İstanbul’a gönderildi. Sonra, CIA ile MI6’in irtibat görevi için Washington’a tayin edildi. Soğuk savaş tarihine “asrın casusu” olarak geçti. Çünkü çift taraflı çalışıyordu, köstebek’ti... Sovyet gizli servisi tarafından devşirilmişti, Moskova’ya bilgi satıyordu. Şüphelenildi, takip edildi, bi türlü suçüstü yapılamadı. Ama kovuldu... O da gitti, babası gibi Beyrut’a yerleşti. Güya gazeteciydi. Gel zaman git zaman... 1961’de, Anatoliy Golitsyn isimli KGB subayı ABD’ye iltica etti, bülbül gibi öttü, Kim Philby’nin ipliğini pazara çıkardı. Aranan kanıt bulunmuştu. İngiliz siciminin boynuna dolanmak üzere olduğunu anlayan Kim Philby, Suriye üzerinden, Ermenistan’a, oradan Rusya’ya kaçtı. Daha önce bi İngiliz, bi Amerikalı eşinden boşanan Philby, bu sefer, Polonya kökenli Rus yazar Rufina Pukhova’yla evlendi. Hayatı roman oldu, Hollywood’da film oldu. Alkolik oldu. İki defa intihara kalkıştı, beceremedi. 1988’de, babası gibi kalpten gitti. Rusya, onun hatırasına posta pulu bastırdı.
*
Hatta, ölümünden sonra ortaya çıktı ki... İstanbul’da çalıştığı sırada, SSCB’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nda görevli olan ve İngiltere’ye iltica etmek isteyen Konstantin Volkov isimli KGB subayını, usta manevralarla, bizzat, kendi elleriyle KGB’ye teslim etmişti. Çünkü, Volkov’un elinde “köstebek”lerin listesi vardı ve listenin başında kendi adı yazıyordu!
*
Bu casus arkadaşın, kendisi gibi casus olan babasına dönersek...
Suudileri örgütleyen John Philby, Irak’ın örgütlenmesi işini de, Gertrude Bell isimli bi kadınla yürütüyordu.
*
Oxford mezunu olan Gertrude...
Türkçe, Arapça, Farsça, Kürtçe dahil, şakır şakır yedi lisan bilen, casustu.
*
Suudi Arabistanlı Lawrence için “manevi oğlum” sıfatını kullanan... Suudi Arabistanlı Lawrence’ın da “annemden farksız, bildiğim her şeyi ondan öğrendim” dediği kadın.
*
Çok güzeldi. Etrafına ışık saçıyordu. Görenlerin ağzı sulanıyordu. Arkeolog ayaklarıyla Mezopotamya’yı karış karış gezdi, aşiretleri örgütledi, 1919’da Paris Konferansı’na delege olarak katıldı, haritaladı, Kürt, Arap, Şii, Türkmen bölgelerine ayırdı, bugünkü Irak’ın sınırlarını elleriyle çizdi. 1924’te Türkiye’yle İngiltere arasında imzalanan Irak sınırı, onun eseriydi. Bi de kral buldu... John Philby’nin kankası Şerif Hüseyin’in oğlu, kukla Faysal’ı Irak tahtına oturttu.
*
Araplar ona “Çöl Kraliçesi” diyordu. Hiç evlenmedi. Aşıktı aslında... Binbaşı Dick Doghty-Willie’ye... Talihsizliğe bakın ki, binbaşı evliydi. Gizli gizli mektuplaşıyorlar, buluşuyorlar ama, binbaşı eşinden boşanmıyor, Gertrude bunalıma giriyordu. Sorunu biz çözdük... Binbaşı’yı Çanakkale’de vurduk, herif öldü, aile faciası yaşanmasına gerek kalmadı!
*
Kim bilir, belki de Gertrude’un Türk nefreti böyle başlamıştı... Sevgilisi ölünce, kendini Kahire’ye attı, İngiliz gizli servisinin Arap Bürosu’na katılıp, yukarda anlattığım işleri halletmek için Irak’a geçti. Önce bizim kuyumuzu kazdı, sonra kendi başını yedi, 1926’da aşırı dozda uyku hapı alarak, intihar etti. Bağdat’a gömüldü.
*
Kendini öldürmeden önce, gene arkeolog ayaklarıyla, defalarca Anadolu’ya geldi. Kadın konusundaki zafiyetimizi biliyordu, kullandı, kapıları ardına kadar açtırdı, yetmedi, yanına rehber bile verdik... Ki, istediği gibi kurcalasın, cirit atsın memlekette!
*
Hakkını verdi, dört döndü...
Ne Diyarbakır bıraktı, ne Kayseri, ne Adana, ne Kapadokya... Kürt köylerinin, Hıristiyan köylerinin listesini çıkardı, hangi aşiret devletten yanadır, hangi aşiret hainliğe müsaittir, şeceresini çıkardı. Nereler kuytudur, nerelerden nerelere geçilir, haritaladı. Mesela bi mektubunda aynen şöyle anlatıyordu: “Zaho kampında konakladım...”
*
Bilmiyorum, bi yerden hatırlıyor musunuz, bu Zaho kampını!
*
Cudi’ye çıktı... Hatıralarında “Müslümanlar, Nuh’un gemisinin sular çekildikten sonra Ararat Dağı’nda değil de, Cudi Dağı’nda oturduğunu düşünüyor. Cudi’ye yaptığım hac ziyaretinden ve gördüklerimden sonra, ben de artık aynı düşüncedeyim” diye yazdı.
*
Antakya’ya da gitti...
Camilerin fotoğrafını çekiyorum, kiliseleri geziyorum filan dümeniyle, ahalinin etnik kökenini raporladı.
*
Diyeceksiniz ki, güzel güzel Cudi’ye kadar gelmiştin, niye zart diye Antakya’ya geçtin? Çünkü, seneler sonra güzel bi kadın daha geldi, insaniyet namına, Antakya’ya...
*
Angelina!
*
Ve, ağzımızın suyu akarak karşıladığımız o iyiniyet elçisi Angelina, yeni bi başrol için, İngiliz yönetmen Ridley Scott’la el sıkıştı... Senaryosu kanımızla yazılmış “Çöl Kraliçesi Gertrude Bell”i canlandıracak.
*
Hayırlısıyla çıksın Cudi’ye, çeksin filmini Angelina... Popcorn yiyerek öğreniriz, neler oluyor oralarda!
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2012
tahtadan yapılmış<br><br>bir uzun kutu
baş tarafı geniş
ayak ucu dar
çakanlar bilir ki
bu boş tabutu
yarın kendileri dolduracaklar
ölenler yeniden doğarmış, gerçek...
tabut değildir bu
bir tahta kundak
bu ağır hediye
kime gidecek
çakılır çakılmaz üstüne kapak
*
Böyle der
“tabut” isimli şiirinde, Necip Fazıl...
Bunların pek bi sevdiği.
*
Tahta’dır çünkü tabutlarımız.
Adeta kundak, inancımız gereği.
*
Ve, Çanakkale şehitlerimizi andığımız gün yüklediler uçağa, Afganistan şehitlerimizi...
“Anzak mıyız biz?” diyecektim, elim ermedi. Yazmak için bekledim, vatan toprağına defnedilmelerini.
*
Yukardaki fotoğraflara dikkatlice bakmanızı rica ederim... Amerikan tabutlarıyla getirdiler yiğitlerimizi!
*
Hafif metalden, gri.
Önden yandan kulplu ve kilitli.
Demirbaştır, US Army envanteri.
*
(Hiç kimse utanmadan çıkıp, kargoda öyle taşınıyor falan demesin... THY’ye sorun, öyle taşınmıyor. Tahta, baş tarafı geniş, ayak ucu dar, bildiğin tabutlarımızla taşınıyor.)
*
(Bunların Amerikan tabutu olduğu ne malum, derseniz... Muavenet’i vurmuşlar, şehitlerimizi Saratoga’ya taşımışlar, sanki çok üzülmüşler gibi, uçak gemisinin pistinde uğurlama töreni yapmışlardı. O güvertede ay-yıldızlı bayrağımıza sarılan tabutlar, gene, bu metal tabutlardı.)
*
Demem o ki...
Devlet büyüklerimizin ağlamaklı ifadelerle en ön saflarda yeraldığı cami avlusunda, peygamber ocağı filan diye atıp tutmakla olmuyor bu iş.
*
Evlatlarımızı elalemin cephelerine sürüyorsunuz... Kendimize ait olmayan savaşlardan, kendimize ait olmayan tabutlarla dönmesinler bari.
*
Ya yanlarında tabut gönderin kardeşim, ya da, lütfedip akıl edin de, almaya giderken uçağa tabut yükleyin.
Yazının Devamını Oku